25 Ekim 2020 Pazar

Rıfat Ilgaz - Yaşadıkça (Şiirler 1948)

 

Eli değnek tutar tutmaz
Çoban oldu;
Sardılar sırtına bazlamayı.
On altı yıl güne verdi karnını,
On altı yıl koyun güttü kavalsız.

*****

*

''Ama huy çıkar mı can çıkmayınca.!
Sakar öküz titretirken kuyruğu
Varıp başucuna sormuşlar,
Nedir son sözün diye;
Derimi yüzün de demiş, atıverin
Sarı ineğin üstüne..'' (Sayfa: 14)
*****
*
''Dedik ya bugün pazar
Belki bir genç arkadaşı
''İlk defa güneşe çıkardılar.''
İsteriz bütün dostlar aramızda olsun;
Kiminin Hanya'dan gelir selamı,
Kiminin Konya'dan.
Sandalımız geniş değil, ne çare,
Gönlümüz kadar.'' (Sayfa: 30)
*****
*
''Kerpiçtir evlerimiz,
Yatarız ahır sekisinde
Bir yanımızda karımız, çocuğumuz,
Bir yanımızda çiftimiz, çubuğumuz.
Tezek yakarız odun yerine;
Sac üstünde saman yakarız,
Gaz yerine.
Düğün olur, dernek olur,
Kâzım'ın gırnatasında aynı hava:
''Ankara'nın taşına bak''..'' (Sayfa: 34)
*****
*
''Nefes aldı ak gömlekli hekim,
Sonunu tatlıya bağlayacak;
Adamakla mal mı tükenir:
''Hepiniz kurtulacaksınız, çocuklar,
Döneceksiniz kanlı canlı evinize.
Gençleriniz asker olacak,
Doğacak nur topu çocuklarınız.
Kiminiz tarlasına dönecek,
Kiminiz tezgâhına.
Sanmayın şifası yok bu hastalığın,
Tıbbın elinden ne kurtulur.''
Biliyoruz, kurtuluş yok..
Yine de kesmiş değiliz umudu
Atomu darmadağın eden zekâdan.
İniyor ak gömlekli hekim kürsüden
Alkışlanır böyle vaat edenler,
Biz sade öksürüyoruz.'' (Sayfa: 41)
*****
*
''Sanma soyca hoşlanmıyoruz çiçekten;
Güle değil,
Gül düşkünlerine bizim hıncımız.'' (Sayfa: 55)
*
''Yaşamak için iştahını artıracak
Şiirler vereceğim sana
Ne istersen bulacaksın içinde'' (Sayfa: 56)
*****
*
''Uyu benim maviş kızım.
Dem geçecek, devran geçecek,
Keloğlan muradına erecek,
Sökülecek hasbahçenin çitleri
Ağlayan nar gülecek.!'' (Sayfa: 60)
*****
*
''Yaşamaktayız aynı çatının altında
Daha mahzun, daha hesaplı.
Rahat günlerin işçisi olacaktık,
Rahat günlerin şairi:
Bir çift sözümüz vardı
Nar çiçeği, gül dalı üstüne.!'' (Sayfa: 66)
*****
*
''Komşuya düşer dedikodusu elbet
Kitap yüzünden yatanın;
Böylesi hiç geçer mi gazeteye,
Yıl 1944.'' (Sayfa: 68)
*****
*
1944 yılındasın, yanlışın yok,
Kıştı girdiğin, temmuz ortasındasın.
Emirle de olsa açıldı ya
İşte demir kapılar ardına kadar,
Dışardasın.!
*
Tepende ne zamandır unuttuğun güneş,
Liman bildiğin gibi yerli yerinde
Hazır Karadeniz seferine şu vapur,
Şu mavna Haliç'ten geliyor.
Poyrazdır bir uçtan bir uca esen
Çekebilirsin ciğerlerine.!
Bu ses fren gıcırtısıdır,
Durdu Beşiktaş tramvayı durakta.
Gidemezsin, elinde değil;
Emrindesin insanı hiçe sayanların.!
Bir liseli talebeyle vurulu bileklerin
Kırk mahkûmun sürüklediği zincire. *
Tek suçunuz hür insanlar gibi konuşmak,
Kitaplar, suç ortağınız.!
1944 yılındasın, yanlışın yok,
Doğrudur dağıldığı esir pazarlarının,
Tek forsa kalmadı kalyonlara çakılı,
Roma sirklerinde atılmıyor köleler,
Aç aslanların ağzına.
Çoktan yerle bir ettiler Bastil'i
Kenar mahalleliler.
Özgürlük şarkısıdır söylenen Volga boylarında.
Ne Taif'tesin, ne Magosa zindanında,
Yalnız namı kalmıştır kaleme alanın
"Vatan Kasidesi"ni
Seviyoruz her zamandan fazla Fikret'i
Yeni anlaşıldı manası "Millet Şarkısı"nın
Aynı "Sis"tir memleketin üzerindeki.!
Bugün de vaktinde çıktı gazeteler
Geçti ilk sayfalara Beşiktaş cinayeti,
Ismarlama yazıları üstat kalemlerin,
Taksim'deki ziyafetten resimler.
Çeyrek saat uzaktasın, çok değil,
O meşhur Babıâli'den
Tek satır yok sayfalarda
Bu zincirleme tutsaklık üstüne.
Çekildi dış kapıdan demir sürgüler,
Tuttu süngülüler yolları,
Topyekûn himayesindeyiz zincirlerin.!
***
Dip Not: *Almanlarla siyasi münasebetlerin kesildiği günlerde, cezaevini boşaltmak için sık sık denemeler yapılıyordu. Bu deneme vesilesiyle vakitli vakitsiz, koğuşlarımızdan çıkarılıyor, cezaevinin daracık bahçesinde itile kakıla sıraya sokuluyorduk. Çift sıra dizilen mahkûmların arasına uzun bir zincir uzatılıyor; birinci sıradakiler sağ, ikinci sıradakiler sol bileklerinden, bu zincire bağlı kelepçelere vuruluyordu. Bu suretle birbirine bağlanmış 40-60 kişilik kafileler, süngülerin nezareti altında sokaklardan geçirilerek teşhir ediliyordu. Disipline riayet etmeyenleri, cezaevi müdürünün vurmaya salahiyetli (yetkili) olduğu, günlük emir olarak okunmuştu. İşin en garip tarafı, bu zincirleme kafilelerin komutanları, mevkuf (tutuklu) bulunan Turancı subaylardandı. (Sayfa: 74-77)

24 Ekim 2020 Cumartesi

Rıfat Ilgaz - Sınıf (Şiirler 1944)

 



Tek suçunuz hür insanlar gibi konuşmak
Kitaplar suç ortağınız
*
Rıfat Ilgaz
*****
Rıfat Ilgaz'a reva görülen mahpusluk, toplam olarak, 
5 yıl, 5 ay, 25 gün.
Rıfat Ilgaz, ilk kez, 1944 yılının Mayıs ayının 24'üncü gününde tutuklandı. Yargılaması tutuklu olarak yapıldı. 
6 ay cezaya çarptırıldı. 
Bu cezanın nedeni Sınıf adlı şiir kitabıydı.
Bu şiir kitabına ilişkin ''Esbabı Mucibeli Hüküm'' yalnız her hukukçuyu değil, her aydını da düşündürecek nitelikte. Yalnız hemen belirtmek gerekir ki, hükmü veren mahkemenin bir üyesi hukukçu, öteki iki üyesi askerdir. (Sayfa: 6)
*****
*
''1940'lı yıllara varıldığında, bir ateş çemberi ile çevrili ve sosyal sorunların burgacında kıvranan Türkiye'de, Cumhuriyet şiirinin üç büyük odak noktasından biri olan ''millici şairler'', kuru bir yurt güzellemesinin sığlığı içindedirler; ikinci odakta Yahya Kemal, ''Hülya tepeler, hayal ağaçlar''la oyalanmaktadır. Üçüncü odağın başındaki Nâzım Hikmet, büyük bir çığır açmıştır ve düzeni sorgulamaktadır. Ne var ki, tehlikeli bir iştir yaptığı ve o yüzden toplumla ilişkisi koparılmıştır, hapishanededir.
İşte bu ortamda, genç şairlerin bir bölümü ''Garip çizgisi''nde, şairanelikten uzak, ''küçük adam''ın sorunlarına eğilirken; ''1940 Kuşağı'' adını alacak bir başka bölümü, Nâzım Hikmet'in açtığı yoldan ilerleyerek bir başka şiir dünyası yaratırlar: Sosyal yanı ağır basan ''toplumcu gerçekçi'' bir şiir anlayışıdır bu. A. Kadir, Niyazi Akıncıoğlu, Ömer Faruk Toprak, Suat Taşer, Cahit Irgat, Mehmet Kemal, Arif Damar gibi şairlerin oluşturduğu topluluğun en önemli adlarından biri de Rıfat Ilgaz'dır.''
(Sayfa: 22-23)
(..)
''Çekinmeden söylemeli de: Nâzım Hikmet'in arkasından, Türkiye'de ''İnsan Manzaraları''nı Rıfat Ilgaz'dan daha hünerli sürdüren ve zenginleştiren bir başka şair çıkmadı, diyebiliriz.
Akan zamanın edebiyattaki yasasıdır: En başta şiiri eskitir. Bu satırları yazmadan önce, şairimizi yeniden okudum. Eskimeyen bir şey var Rıfat Ilgaz'da. Gerçekliğin sürgit haklı çıkarmasında mı aramalı onu; yoksa şairin duyarlığında ve ''yürek işçiliği'' dediği
sanatsal gücünde mi.?
İkisinde birden, diyeceğim.'' (Sayfa: 24)
*
Strasbourg, 1 Ocak 2003
*****
''Dâva konusu şöyle bir fıkraydı: Sarhoşun biri Taksim-Talimhane arasında gidip gelirken sözde hükümete sövüyor ve içine bilmem ne yapacağını söylüyor. Bunu yakalıyorlar. Tabii başlıyor ben hükümete hakaret etmedim, demeye. İttihat Terakki hükümetiydi, yok Abdülhamit hükümetiydi diyerek kendisini kurtarmaya çalışıyor. Ama polisler diyorlar ki 'Ulan çok zorlanma, hangi hükümetin içine bilmem ne yapılacağını biz biliyoruz.' Mahkemede okunuyor bu yazım. Mahkeme heyeti ve stajyerler katıla katıla gülüyorlar. Ciddiyet kalkıyor. Bir tek savcı gülmüyor. Yazıda hükümete hakaret olduğunda direten savcının savını bir iki oturum sonra kabul ettim. Hakaretin iktidardaki hükümete yönelik olmadığını kanıtlayınca beraat ettim. Böylece karar ''emsal'' olarak kaldı.'' Sayfa: 26)
*****
*
Yoklama defterinden öğrenmedim sizi,
benim haylaz çocuklarım.!
Sınıfın en devamsızını
bir sinema dönüşü tanıdım,
koltuğunda satılmamış gazeteler..
Dumanlı bir salonda
kendime göre karşılarken akşamı,
naneşekeri uzattı en tembeliniz..
Götürmek istedi küfesinde
elimdeki ıspanak demetini
en dalgını sınıfın.!
İsterken adam olmanızı
çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
palto, ayakkabı yüzünden.
Kiminiz limon satar Balıkpazarı'nda
kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder;
biz inceleyeduralım aç tavuk hesabı,
tereyağındaki vitamini
ve kalorisini taze yumurtanın.!
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta,
çevresini ölçtük dünyanın,
hesapladık yıldızların uzaklığını,
Orta Asya'dan konuştuk
laf kıtlığında.
Neler düşünmedik beraberce
burnumuzun dibindekini görmeden
bulutlara mı karışmadık.!
''Hazan rüzgârı''nda dökülmüş
''hasta yapraklar''a mı üzülmedik.!
Serçelere mi acımadık, kış günlerinde
kendimizi unutarak.!
*
(1943) (Sayfa: 35-36)
*****
*
''Benim bilgili, becerikli çocuğum,
kalktığın zaman tahtaya
yüzünün kızarması neden.?
Ayağında sağlamca bir pabuç
sırtında bir ceket yok diye mi.?
Ne var bunda sıkılacak,
utanmak bize düşer çocuğum.!''
*
(1943) (Sayfa: 39)

22 Ekim 2020 Perşembe

Rıfat Ilgaz - Yarenlik (Şiirler 1943)

 


Arka Kapak:
*
''Çağın gerçekleri, sorunları içinde tarihsel görevinin bilincine varması gereken bir şairin eylemi söz konusudur bugün. ..Her yeni çağ aşağıdan yukarıya doğru itilerle oluşup gelişirken, toplumla içli dışlı olması gereken şair de gerçekçiliğin yeni biçimlerini yaratmaya itilmektedir. Şair toplumu değiştirme, oluşturma çabası içinde kendisini de değiştirip oluşturacaktır. Bu gerçeği Brecht'le birlikte yineleyebiliriz:
'Her yeni çağ gerçekçiliğin yeni biçimini ortaya koymak zorundadır.'
Şairin amacı, bu gerçekleri öğrenmekle bitmiyor. Bunları yapıtına bilgi olarak koymak, şairi sanat dışı gereksiz çabalara götürür. O, bu gerçekleri içeriğine uygun bir biçim içinde yansıtmak zorundadır. Şair, coşku ve hayranlık yaratan kişidir. Bu coşku ve hayranlık, benzer koşullar içinde yaşayanlar arasında mümkündür. Bir şiirin etkileyici ödevi, bu koşulların içindekilerle yüz yüze geldi mi başlar. Bu bakımdan şair yan tutan kişi sayılır."
*
Rıfat Ilgaz


Bu Saatte
*
Pencereler bizimdir bu saatte
uykumuzu işçilere bıraktık
uyandırmayalım erken kalkacakları.
Sahibiyiz bu saatte denizin,
gökyüzünü genişletmek elimizde
çıkmaz yıldızlar sözümüzden.
Herkes yatağından memnun bu saatte,
her zamanki ziyaretinde ölüler
-düşünmüyoruz onları şimdilik-.
Başka şeyler düşünülür bu saatte,
daha açık bahsedilir yaşamaktan.
*
(1940) (Sayfa: 7)
*****
Ayna Karşısında
*
Yabancı değiliz şüphesiz,
kadehlerin müjdelediği serinliğe,
bu akşam da içelim, kendimiz için.
Böyle bitmesini istemezdik günün,
bir beklediğimiz vardı aydınlıktan.
Gün sonudur, yabancı kalmayalım
huylarını değiştiren eşyaya.
Gel, değmeden birbirine ellerimiz,
sen günlük işlerinden konuş,
ben sana masallar anlatayım
gelecek günlere dair.
Sonunda anlaşırız dostum,
gecemiz beraber geçecek nasıl olsa,
hele gün silinedursun yüzünden.!
*
(1940) (Sayfa: 8)
*****
Yarenlik
*
Günümüzü gün etmek için
şöyle bir demlenelim deriz,
dert olur bize,
meyhanecinin kazanç vergisi
ve garson Nuri'nin
Nüfus'taki işi..
Tatlı tarafından açmak isteriz
söz döner dolaşır
işten el çektirilmesine dayanır
dokuz nüfuslu gümrükçünün.
İkinci şişede,
kızını baş göz etmek için
hayırlı kısmetler araştırır,
Heybeli'de yatan oğluna
çıkar çıkmaz iş buluruz
bir dikimevinde.
En küçük kızını
bizim kahvenin gediklisi
bir arkadaş tavsiyesiyle yazdırırız
yatılıya.
- Hep tanırız Maarif'teki
Mürteza Efendiyi..
Her kalem dönüşü,
orta şekerli kahve içer
bir de sermayesine nargile.-
Şişeler, irili ufaklı şişeler,
saf saf dizildikçe karşımıza,
sen, boşta gezen Ali Beye
İnhisar'da iş bulursun,
yahut şeker fabrikasında.
Bense kızının yaşını düzeltir
çıkarmadan kâğıtlarını askıya
bir gün içinde kıydırırım nikâhını
belediye tahsildarı Ahmet'le..
- Temiz çocuktur doğrusu.-
Bir miras işinden sonra
Evkaf'tan ayrılan Niyazi'ye
bir matbaa açtırır,
başlarız gazete çıkarmaya..
Kalemi kuvvetlidir Niyazi'nin
başmakale yazabilir,
sen gönül işleriyle uğraşır,
bense sütun sahibi olurum,
dünyanın gidişine boş verip
havadan sudan konuşmak için.!
Her ay mektebin yolunu
nedense değiştiren Reşat'ın,
1932'den kalma mesken bedelini,
hemen bir istida ile
Bolu'dan aldırıverirsin.
Girmişken işler yoluna
bırakmaya gelmez arkasını.
Hele sen garsona seslen
bir şişe daha getirsin,
sonra kapatsın şu radyoyu
sırası mı şimdi ajansın.!
*
(1941) (Sayfa: 10-13)
*****
Merhamet
*
İşte gittiğimiz günler
alacakaranlıkta,
kimseyi rahat yatağında uyandırmadık.
Bizi uyutmadıkları çok oldu
çaylarında, nişanlarında,
zorla caz dinledik,
kızmadık, mezhebi geniş insanlarız,
yine vaktinde bulunduk iş başında.
Yorgun döndüğümüz akşamlar
arabasında yer gösteren oldu,
utandık türkülerini söylemekten.
Nafakamızı sattılar önümüzde,
sakladılar yağımızı, peynirimizi,
rızkımızdan para kazandılar
hoş gördük.
Gün oldu
nar gibi kızarmış ekmekleri bekleyen
tezgâhtarı bile kıskanmadık.
Nar mı yetiştirmedik kavak ağaçlarında
-hem de kafamız kadar-.
Bir koyundan üç deri çıkardık,
minnete geçmedi.
Acıyan bulunmadı değil halimize
gazetelerde kaldı merhametleri,
kitaplara geçti;
bizim merhametimiz lâfta kalmayacak.!
*
(1941) (Sayfa: 14-15)
*****
İşte Böyle Azizim
*
Seninle sanatoryumda tanışmıştık,
- O günler bir türlü unutulmuyor-
ne tatlı sigara içerdik biliyor musun
hemşirelerden saklı.?
Sonra bir yolculuktan söz açar gibi
tatlı tatlı ölümden konuşurduk.
Gelmediği için o günlerde tahsisatın
az kaldı taburcu edeceklerdi seni;
sonunda para bulmuştun yatmaya
velâkin zaman bulamadın.
- Bir gün çıkarsın diye adresini de almıştım.-
Hani vaktinde gitmedin değil,
kötüleşti dünyanın hali,
En güzeli işin
peşinde çoluk çocuk bırakmadın.
Kış geliyor, karakış
ne soba var, ne bir dirhem odun
işleri sorarsan eskisinden sıkı
ve aldığımız para malum.!
Yaşamak zor azizim,
sağ olsaydın eğer
nasıl bulacaktın her gün,
sütü, taze yumurtayı, pirzolayı.?
Çok şükür bunlara kalmadı ihtiyacın.
Biz hâlâ öğrenemedik
senin kadar olsun,
etsiz, ekmeksiz,
parasız, pulsuz yaşamayı.!
*
(1941) (Sayfa: 16-17)


Alişim
*
Kasnağından fırlayan kayışa
kaptırdın mı kolunu Alişim.!
Daha dün öğle paydosundan önce
Zilelinin gitti ayakları.
Yazıldı onun da raporu:
"ihmalden.!"
Gidenler gitti Alişim,
boş kaldı ceketin sağ kolu..
Hadi köyüne döndün diyelim,
tek elle sabanı kavrasan bile
sarı öküz gün görmüştür,
Anlar işin iç yüzünü.!
Üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün
ağanın davarlarına geçer..
Kim görecek kepenek altında eksiğini
kapılanırsın boğazı tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman
beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim
sol yanın sevdiğini.
Ama kızlar da, emektar sazın gibi,
Çifte kol ister saracak.!
*
(1941) (Sayfa: 20-21)
*****
*
Üç odalı bir ev kiraladığım gün,
kurtulacak kitaplarım
merdiven altındaki şeker sandığından.
Belki de gün geçtikçe,
tabanında halı döşeli
bir kitaplığım olacak.
Benden söz açıldı mı
önce kitaplarımın sayısı söylenecek
sonra baremdeki derecem..
Bense her şeyden uzak,
kitaplarımın ortasında kendimi unutacağım.!
Evde bulunmadığım günler
"Meşgul.!" diyecek beni soranlara
güler yüzlü hizmetçim.
Başka bir gün masamın başında
en kalın kitabımı okur görünürken
bastıracak misafirlerim..
En yakın dostumun bile
dalgın dalgın bakıp yüzüne
adını soracağım.!
Çıkarırken gözlüğümü
eski mahalle arkadaşıma
"Nerede tanıştıktı,
yabancı gelmiyor yüzünüz.?" diyeceğim;
dalgınlığım onları güldürmeyecek.
Sorarlarsa dünyanın gidişini
duvardaki büyük adam resimlerine bakarak
Eflâtun'dan satırlar okuyacağım.
*
(1941) (Sayfa: 33-34)
*****
*
Daha beş ay geçmeden
üstünden ilk istidamın,
nasıl oldu da girdik Heybeli'ye.!
Demek bu yıl da kendini gösterdi
yaprak dökümü,
erken boşaldı yataklar.!
Nerden de tutulduk bu derde,
ne kuruntuya verdim kendimi,
ne karasevda geçti başımdan.!
Temelimiz çürükmüş, anlaşıldı,
bu kadar dayanabilirdi sıkıntıya
seferberlik ekmeğiyle büyüyen..
İş girinceye kadarmış
ne çabuk da unutuldu
kalemden kaleme koştuğumuz günler
ve sıra beklediğimiz kapılarda..
Rahatız,
ne odun kömür derdi kaldı,
ne tarhana bulgur düşüncesi..
Kötü şeyler getirmeden aklımıza
bol bol öksürüyoruz.
İştahımız olmasa da,
yine bekliyoruz akşam yemeklerini.
Ve kuvvet şurubunu,
eski günleri hatırlayarak
çekiyoruz şifa niyetine.!
Bir hırkaya bir lokmaya kaldık,
hele dostlarım sabırlı olsun
şöyle sırtüstü yatarak
biraz da biz yaşayalım
ekmek elden su gölden.!
*
(1942) (Sayfa: 47-48)
*****
*
Her yeni çağ aşağıdan yukarıya doğru itilerle oluşup gelişirken, toplumla içli dışlı olması gereken şair de gerçekçiliğin yeni biçimlerini yaratmaya itilmektedir. Şair toplumu değiştirme, oluşturma çabası içinde kendisini de değiştirip oluşturacaktır.
Bu gerçeği Brecht'le birlikte yineleyebiliriz:
'Her yeni çağ gerçekçiliğin yeni biçimini ortaya koymak zorundadır.' (Sayfa: 49)
*****
*
''Sanatkâr, her şeyden önce muhitini, cemiyetini kavrayabilecek ileri bir düşünce sistemine sahip olmalıdır. Ancak bu seviyeye ulaşan sanatkârlar, kendinden beklenileni verebilir.''
*
(Yürüyüş, sayı 7-8, 9 Eylül 1942) (Sayfa: 51)
*****
*
''..Ilgaz bu şiirlerden hiçbirini kitaplarına koymaz. Hatta, üzerlerine sünger çeker: ''Belki üç kitaplık şiirim vardı. Bunların en mühimleri Oluş ve Varlık dergilerinde çıkmıştı. Bunları ne zaman derlemeye kalksam onlarda bir yapmacık taraf, bir bizden olmayan ve bizi ifade etmeyen tarafın mevcut olduğunu hissediyorum. Bu şiirler daha ziyade aylak sınıfın, geçim derdinden azade (hür) insanların hoşuna gidiyordu. Bizden olmayanların zevkine gayrışuuri (bilinçsiz) olarak yaptığım hizmetin reaksiyonunu geç de olsa duyabildim. Bazı burjuva münekkitlerinin (eleştiricilerinin) ve antoloji derleyicilerinin hoşuna giden bu şiirler, benim gözü bağlı yaşadığım yılların en canlı ifadesidir.'' (Baştan, 14.9.1948) 
(..)
''Günden güne bilinçlenmeye, kendi deyimiyle, ''artık kimin için ve ne için yazdığını fark etmeye'' başlar.
Bu bilinçlenme şiirine de yansır. Ilgaz, bireysel şiirden hızla toplumsal şiire geçer. Üstelik, bu geçiş tatlı bir dönüşüm biçiminde değil, keskin bir sıçrama biçiminde gerçekleşir. Ilgaz, geçmişiyle bağlarını koparır. Yeni bir görüş ve davranışla karşımıza çıkar. Sanatında enikonu bir devrim yapar.''
(..)
''...
Sessiz sedasız göçtün aramızdan;
Ne ölümün geçti gazeteye
Ne dokuz göbek soyun.
...
Bu parçada iki karşıt durum bir arada veriliyor: Bir yanda yoksul bir kişinin ilansız ve törensiz sönüp gidişi belirtiliyor; öbür yanda da varlıklı kişilerin gürültülü ve tantanalı ölüşü. ''Dokuz göbek'' deyimi bizi hem gülümsetiyor, hem de öfkelendiriyor. Ilgaz kendisi isyan etmediği gibi okurlarını da isyana çağırmıyor. Fakat, olayları o şekilde yansıtıyor ki, okurlar kötülüğe başkaldırmak gereğini duyuyorlar. Böylece, Ilgaz sanat anlayışına ve yaradılışına en uygun yöntemi bulmuş oluyor. Şiirini nutuk, nesir ya da öğreticilik (didaktizm) çukuruna düşmekten kurtarıyor. Bilindiği üzere, toplumcu şairler çokluk bu çukura düşmekten kendilerini alamaz ve şiiri yitirirler.'' 
(..)
''..Hasan İzzettin Dinamo, İlhami Bekir, A. Kadir, Suat Taşer, Ömer Faruk, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, vb. gibi o da Nâzım Hikmet'in açtığı toplumcu-gerçekçi yolda yürüyor. Ama, bu yolun kimi yolcuları gibi onun salt izleyicisi olmuyor. Kendine özgü bir tutum ve üslup yaratıyor. Bu bakımdan, denebilir ki, N. Hikmet'in etkisinde kalmayan ya da en az kalan iki üç şair varsa, bunlardan biri Ilgaz'dır.'' (Sayfa: 53-57)
*****
*
''Hemen bütün şiirlerinin mevzuu, kendi küçük dertleri, arzuları. Ama hayret.! Bunların hiçbiri sadece Rıfat Ilgaz'ın dertleri değil.. Hepsi, hepsi geniş bir kitlenin, bir insanlığın dertleri. Sosyal şiir nedir diyenlere bu kitabı göstermek lazım. En şahsi, en hususî (özel) şeyler nasıl cemiyetin (toplumun) malı olabilirmiş, insan kendi hasis (cimri) dertlerinin dışına nasıl çıkar ve onları nasıl biraz yukardan, dudaklarında hazin bir tebessümle (gülümseme ile) seyredebilmiş.. En basit kelimeler, en özentisiz tasvirlerle nasıl hayat dolu tablolar, koskoca bir cemiyet parçasını aksettiren manzaralar çizebilirmiş. Bütün bunları Rıfat Ilgaz'dan öğrenmek kabil (olası). (..)
Bana sanat heyecanı ile dolu saatler yaşatan, insanlığın dertleri hakkında gözümde yeni ufuklar açan şaire bütün kalbimle teşekkür ederim.
*
Yurt ve Dünya, Nisan 1943 (Sayfa: 65)
*****
*
''Bu toprakların eziyetlerini ve cefalarını kendininkilerden, ferdin hodbin (bireyin bencil) endişelerinden üstün tutan Rıfat Ilgaz, büyük bir vatanperverde bulunması gereken bütün vasıfları taşımaktadır.
Gerçek manasıyla şiir, yalnızca kafamızla değil, kalbimizle de sevmekten kendimizi alamadığımız şiir değil midir.? Öyle sanıyorum ki ''Yarenlik''in, alışılmış bütün estetik kalıpların dışında, insanı büyüleyen sihri buradan geliyor.''
(Sayfa: 69)
*****
*
''Rıfat Ilgaz; halk-şairi, köy-şairi olmak gayretinde değil, fakat kendisi halktan olduğu için, halkla beraber yaşadığı duyduğu için ve sanatının da ehli olduğu için şiirlerinde temiz, güzel bir dil, halkın dili beliriyor ve Rıfat Ilgaz ''halka inmek'' gayretinde olan, zoraki köy şiirleri yazan, halk şiirlerinin kalıbını alarak halk şairi olduklarını sananlardan çok daha fazla, onların erişemeyeceği kadar, bugünün halk şairi oluyor. Gerçekten bildiği, samimi olarak duyduğu mevzuları işleyen sanatkâr, eğer sanatkâr ise, mevzuuna en uygun şekli bulur ve bu şekil sadece bir kalıp olmaktan çıkar. Muhteva ile şekil ayrılmaz bir surette bütünleşir. Rıfat Ilgaz böyle bir şairdir.'' (Sayfa: 70)
(..)
''Rıfat Ilgaz müreffeh (varlıklı) bir zümrenin (kesimin) değil, fakat bir günden öbürüne yaşayabilmek için didişen, böyle üzüntülü günlerin akşamında, bazan, ''gününü gün etmek için, şöyle bir demlenen'' halkın şairidir. Onun için şiirlerinde gül, bülbül, berrak sema, mavi deniz, kalp ağrıları yok. Hayatın daha karanlık, daha hüzünlü taraflarının akisleri (yansımaları) var. Bununla beraber şiirlerinde hayatı kötümser bir ruh hali de sezilmiyor. Şair isyankâr da değil. Kendisini hadiselerden biraz uzağa çekiyor ve hayata karşıdan bakarak gülebiliyor; alaylı olmakla beraber halden anlayan, şefkatli, müsamahalı (sevecen, hoşgörülü) bir gülüş, acı, yakıcı bir istihza (alay) değil.''
*
Adımlar, Mayıs 1943 (Sayfa: 71)
*****
*
''Şair Rıfat Ilgaz, Babıâli'nin ne tıka basa doymuş etrafı toz pembe gören toklarından, ne de kendini darı ambarında sanan açlarındandır. O, halkla beraber çektiği ölüm kalım savaşının bütün mücadele safhalarını mısralaştırmakta, destanlaştırmaktadır. Onda hayat mücadelesi destanından pasajlar buluruz. ''Yarenlik'', içinde yaşadığımız devrin hakiki şiir örneklerinden biridir.'' (Sayfa: 74)
*****
*
''Halkın diliyle konuşan, halkın nüktelerini duyuran, bize her şiirinde, en acı şeylere karşı bile dudaklarındaki derin ve mânalı gülümsemeyle görünen Rıfat Ilgaz'dan çok şeyler bekliyoruz. Bize İstanbul'un her yerini ve her şeyini, pek iyi bildiği Anadolu'yu, Anadolu'nun acılarını, isteklerini sanırım ki çok güzel duyurabilir. O, bir saltanatın şiirini terennüm etmiyor (dile getirmiyor), halkın derdini dert ediniyor. Bütün memlekete yayıldığı gün, lâyık olduğu değeri bulacaktır. Bende bu köklü ümidi yaratan da bu küçük, büyük kitaptır, Yarenlik'tir. Rıfat Ilgaz'ı bu mazhariyetinden (erişmesinden), bu kudretinden (yeteneğinden) dolayı tebrik ederim.'' (Sayfa: 76)
*****
*
''Aylak sınıf şairlerinin çizdiği İstanbul tablolarıyla, Rıfat Ilgaz'ın İstanbul tabloları arasındaki tezatlar (karşıtlıklar) günde on dört saat alın teri döken kol ve kafa işçisinin -ki 15-16 milyonu bulmaktadır- sofrası ile mirasyedi vurguncu sofrası arasındaki tezatlara benzer.'' (Sayfa: 78)
*****
*
Elim birine değsin,
Isıtayım üşüdüyse
Boşa gitmesin son sıcaklığım.!
*
19-XI-1991
Rıfat Ilgaz (Sayfa: 88)

14 Ekim 2020 Çarşamba

Vergilius - Aeneis (Çeviri: Doç. Dr. Türkân Uzel)

 

Arka Kapak:
*
Arma virumque cano
*
Dünya edebiyatının en büyük eserlerinden olan Aeneis işte bu ünlü cümleyle başlıyor: “Savaşların ve bir yiğidin şarkısını söylüyorum.”
*
Roma bir yandan silahlarla, savaşlarla büyüyüp genişlerken diğer yandan ruhsal temellerini ve ufkunu oluşturan büyük bir şaire de sahipti. Ve bu şair, Aeneis ile Roma’ya bir kök, Latinceye bir dil panteonu, gelecek kuşaklara ölümsüz bir öykü bıraktı.
*
Aeneis, ondan etkilenen büyük ustalar ve onun kaynaklık ettiği hikâyeler sayesinde zaman geçtikçe Batı edebiyatının temel metinleri arasındaki yerini sağlamlaştırdı ve T. S. Eliot’ın deyimiyle “tüm Avrupa’nın klasiği” oldu.
*
Bu büyük eseri Türkan Uzel’in Latince aslından çevirisi ile sunuyoruz.
*
“Yoksa Vergilius musun sen, konuşunca
ağzından ırmaklar çağlayan.?
Ey beni yazdıklarının peşinde koşturan
emeğimi, sevgimi coşturan,
bütün ozanların onuru, önderi.”
*
- Dante
*****
“Vergilius. Yeryüzünün tüm şairleri arasında onunki
kadar sevgiyle kulak verilen başka bir şair yoktur.”
*
- Borges


''Donatus'un bildirdiğine göre ''iri bedenli, uzun boylu, esmer yüzü köylü yüzü gibi iri kemikli'' imiş Vergilius. Suessa Aurunca'da (Campania bölgesi) bulunan renkli bir mozaikte uygulanmış haline uymaktadır bu betimleme. Yaşlı ozan, Melpomene ile Clio arasında oturmuş, Aeneis'in rulosunu yarı açık tumaktadır dizlerinin üstünde. Aeneis'in 8. ve 9. dizeleri okunabiliyor:
*
Söyle Musa, anımsat bana tüm nedenlerini, hangi buyruğu çiğnendi, ne ağırına gitti..
(Sayfa: 12)

''İlk altı kitabı, Aeneas'ın denizlerde dolaşarak Hesperia'yı araması Odysseia'yı, yedinci kitaptan sonra da, Latium'a yerleşip Roma'yı kurmak için giriştiği mücadeleler İlyada'yı anımsatır; çünkü Vergilius, Homeros'un edebi geleneğini sürdürmektedir.'' (Sayfa: 14)


''Destan, evrenin ve doğanın düzenini, geçmişin olaylarını akılcı düzeyde gözlemleyip açıklayamayan toplumların, geçmişinden süzülüp gelmiş olayları, yalvaç gibi ozanların muhayyilesinde, dilinde efsaneleştirerek, tanrısal güçlerin varlığıyla yorumladığı, böylece varlığını ölümsüzleştirdiği, uzun soluklu, manzum bir türdür. Yazılı olabilse de, bir topluluk önünde belli bir ezgiyle inşat edilmek üzere sözlü gelenekle sürdürülmüş ya da daha sonraları özel olarak okunmak için yazılmış bir tür; en güçlünün egemen olduğu bir topluluğun başlıca sanat olayıdır.'' (Sayfa: 14)


''İnsanın felsefe yoluyla daha akılcı bir düzeye eriştiği dönemde, eski destanlar örneğince, ulusunun kahramanlarını, ulu kişilerini yüceltmek için şiire dökülmüş eserler de yaratılmıştır. Bu tür destan yolunu açan Vergilius olmuş: Aeneis ile ozan, kısmen tarihi gerçeklere dayanarak, hayal-gerçek ölçüsünü titizlikle dengeleyerek örmüş destanını, geçmişten geleceğe doğru geliştirmiş. Aeneis, kişileri, yer yer Homeros'un dönemine göre daha ileri bir çağın zihniyetini, yaşayış biçimini yansıtan bir ulusun özleminin, dünyaya egemen olmuş büyük bir ulusun, Roma İmparatorluğu'nun ve Augustus'un bir ozanın dilinden destanlaşmasıdır.'' (Sayfa: 15)


''Sanat doğayı taklittir'' der Aristotales. Bu taklit, bu yeniden yaratma, ozanın doğadan alıp kullandığı malzemelerin şekline, oranına, dengesine göre ayrı bir eser yaratma demektir. Gerisinde kalmış destan ozanlarına neler borçlu olduğunu bilmediğimiz Homeros bugün bize yerden fışkıran bir pınar gibi görünüyorsa, Vergilius'un Aeneis'i kentten özene bezene, sanatla yapılmış bir fıskiyeye benzer, ozanın hayalini işletip, ölçülerini kendince kullanarak yarattığı bir fıskiyeye. (Sayfa: 16)


''Sanatın kendi yaşamı, gelişimi vardır dense de, özellikle Romalılar gibi, politikada ve askerlikte dünyanın o zaman bilinen tüm bölgelerine hâkim olacak kadar başarılı olmuş bir ulusta, askeri ve politik güç, sanatı etkilemeden olmaz. Homeros'un çağından Augustus'un çağına değin, yedi-sekiz yüzyıllık zaman ayrımı içinde, Romalılar düşüncede ve sanatta büyük aşamalardan geçmiş, Yunan-Roma sanat anlayışı ve Roma politikası Aeneis'i doğurmuştur.'' (Sayfa: 16)


''Homeros'la Vergilius arasındaki bir büyük ayrım da yaşadıkları çağ ve yaşayış biçimleri arasındadır. Homeros'un destanında krallar sığır güder, ava çıkar, tanrıların rahibi olarak kurban keserler, ellerindeki krallık belgesi bir değnektir; köken olarak çoban oldukları için. İlyada küçük sosyal yerleşimlerin, kent devletlerinin dönemi; Aeneis ise türlü uluslardan oluşmuş bir imparatorluğun dönemini anlatır. Homeros'un çağı, o günün genel anlayışına, görgüsüne bağlı, değişmez kurallara başı eğik insanların çağıdır; Vergilius'un çağı ise ara zamanda gelişen Yunan felsefesinin, şiirinin, tiyatrosunun eğitiminden geçmiş, yeni bir din anlayışına açık insanların çağıdır.'' (Sayfa: 21)


*
''Vergilius sanatın en sadesi, safı, dilin en temizi ile yazıyor destanını. Yer yer sevgi dolu ruhunu, acıma duygusunu katıyor diline, canlı-cansız her varlığıyla doğanın betimindeki sevecen, yumuşak anlatımı, ayrıcalıkları betimlemedeki titizliği ozana özgü. (..)
Vergilius'un sade bir üslubu var, ama bu sadeliğe ulaşmak için ne kadar emek verdiği biliniyor. Ozanda her söz öylesine yerli yerinde ki vezin yüzünden zorda kalmadan, bir sözcüğü yerinden oynatmak olası değil: Sözcüleri anlamları, renkleri, sesleriyle kendilerine en uygun yere, bir mozaik yapar gibi, uyum içinde oturtulmuş. Bu yüzden onun hak ettiği en büyük övgü belki üslubundaki güzellik ve denge için olmalı.'' (Sayfa: 21)


''Aeneis'te, İlyada'da olduğu gibi, zaman bakımından üç tür anlatım vardır: 1) Musa'nın esiniyle ozanın olayları zaman akışında anlatımı, 2) Ozanın zamanda geriye dönerek olayları anlatımı, 3) Çok kez tanrıların ya da yarı tanrıların, kehanet sahibi kişilerin, zamanda ileriye dönük kehanetlerinin, bir de mucizeler yoluyla (burada Vergilius anlatımında Homeros'tan ayrılır, kendine özgüdür) tanrı istencelerinin belirtilmesi, anlatımı.'' (Sayfa: 22)




*
''Savaşların ve bir yiğidin şarkısını söylüyorum,
o yiğit ki Kader sürünce Troia'dan, en önde
ulaşır İtalya'ya, Lavinium sahillerine;
tanrıların zorbalığı, acımasız İuno'nun
sönmez hıncı yüzünden karalarda denizlerde
savrulur yıllar yılı. Kuruncaya dek kentini,
Latium'a taşıyıncaya dek tanrılarını,
çekmediği kalmaz savaşlardan. Latin soyu,
Albalı atalar, işte buradan türeyip gelmiş,
yüce Roma'nın surları işte bu çağdan kalmıştır.
*
Söyle Musa, anımsat bana tüm nedenlerini,
hangi buyruğu çiğnendi, ne ağırına gitti de
tanrıların ecesi dolayıverdi başına
bunca felaketi, bunca çileyi bu sadakatli,
dinine bütün adamın.? Gökteki tanrıların
böylesine mi yamanmış yüreklerindeki öfke.?'' (Sayfa: 25)
*****
''Ey kader yoldaşlarım.! Hiç felaket görmedik mi.?
Ey daha büyük acılara katlanmış yiğitler.!
Gün olup tanrı son verecek bu acılara da.!
Scylla'nın azgınlığıyla diplerde uğuldayan
deniz altı kayalarını sıyırtarak geçip giden
sizler değil miydiniz.? Sizler değil miydiniz
Cyclops kayalarının çilesine katlananlar.?
Eski cesaretine kavuşsun yüreğiniz,
atın kederi, korkuyu.! Gün olur anarsınız
seve seve bunları bile. Türlü rastlantılar
tehlikeler içinde giriyoruz Latium'a:
Orada kader sakin yuvalar gösteriyor bize,
orada Troia Krallığı'nı yeniden kurmak için
izin verdiler: Dayanın benim can kardeşlerim.!
Koruyun kendinizi iyi, mutlu günler için.!'' (Sayfa: 33)
*****
''..........Hani ilkyaz gelince nasıl
çırpınır arılar, gezinirler güneşin altında
çiçek çiçek kırları, çıkarırlar yaşlıları
oğul vermek için, kimi yoğunlaştırır balı,
gözeneklerini doldurur tatlı nektarla, kimi
gelenleri kurtarır yükten, kovarlar kovandan
tembel yaban arısını; cıvıl cıvıl bir çalışma
bir kaynaşmadır gider: Kekik kekik kokar ballar,
işte tıpkı böyleydi Tyrusluların çalışması da.
''Surlarını yapanlara ne mutlu.!'' der Aeneas.'' (Sayfa: 42)
*****
*
''.....Bu suçunu, bunca küstahlığını
yanına koymasınlar senin tanrılar, dilerim,
bu işleri gözeten Adalet varsa göklerde,
versinler layığını, hak ettiğin ödülü.
Şu gözlerimin önünde, oğlumun ölümünü
bana seyrettirdiğin ve bir babanın yüzünü
lekelediğin için öz oğlunun cesediyle.!'' (Sayfa: 77)
*****
''.....Hani çiftçiler
yaşlı bir dişbudak ağacını, yüce dağlarda
keserken indirir dururlar ya arka arkaya
çift yüzlü baltayı yarışır gibi ağaca,
ağaç direnir uzun zaman, her vuruşta doruk
şöyle bir sarsılır, sallar başını oynatır da,
sonra gitgide yenilip aldığı yaralara,
göklerdeki yerinden sökülür, şöyle bir inler,
can çekişir gibi son kez, sonra boylu boyunca
yere serilir ya, ona benzettim Troia'yı da.''


''Babamın evinin, eski konağın eşiğine
gelince, her şeyden önce babamı arıyorum,
yüksek bir tepeye çıkarmak istiyorum onu.
Oysa yaşamak istemiyor Troia'dan sonra,
sürgüne katlanmayı reddediyor babam, diyor ki:
'Siz kanları temiz gençler, sağlam güçleriyle
ayakta duran gençler.! Siz kaçın buradan..
Yaşamamı isteseydi gökteki tanrılar,
bu yerleri korurlardı benim için. Yurdumu
yıkılmış, esir olmuş görmek, ardında kalmak da,
zaten bana ölümden beter.'' (Sayfa: 81)


*
''-----Ah, lanetli altın hırsı,
nelere zorlamazsın sen insanların yüreğini.!'' (Sayfa: 91)
*****
*
"Derler ki bu yöre depremle, geniş çökmelerle,
her iki toprak da bir bütünken geçmiş zamanda
batıp ayrılmış birbirinden. Böylesi güçlüdür
zaman çehresini değiştirmek için dünyanın.
Araya saldırmış deniz, ayırmış sularıyla" (Sayfa: 106)


*
''Suların ardında Aetna görülüyor uzakta
Sicilya Adası'nın Aetna'sı. Uğultusunu
duyuyoruz her yanda denizin, ta uzaklarda
kayaları dövüp kırılan dalga seslerini.
Kabarıyor sığ deniz, kaynaşıyor fokur fokur
kumlarla.'' (Sayfa: 111)
(..)
''Yellerin kuytusundaki liman geniş, sakindi.
Ama yakınında Aetna korkunç çöküntülerle
gürleyip duruyor; zift dumanları, ak külleri,
kara kara bulutları fırlatıyordu içinden,
atıyordu lavları göklere dek, yalıyordu
yıldızları, kusuyordu kimi kayayı, taşı,
dağın böğründekileri homurdana inleye;
erimiş kayaları yağıyor açık havaya;
ta dibinden fokurduyor kor gibi lav külhanı.'' (Sayfa: 112)
*****
*
''Korkudur açığa vuran alçak ruhları.'' (Sayfa: 119)


*
''---------------Evet Anna,
saklamayacağım senden; zavallı Sychaeus'un,
kocamın acı kaderinden sonra, kardeşimin
cinayetiyle evim barkım, ocak tanrılarım
dağıldıktan sonra, tek bu adam duygulandırdı,
tek bu çeldi, kararsız koydu gönlümü benim.
Canlanıyor içimde izleri eski bir yangının.'' (Sayfa: 120)
*****
''İliklerine işlemiş Dido'nun aşk ateşi,
için için can buluyor sevda yüreğinde.
Yanıp tutuşuyor mutsuz kadın, çılgınlar gibi,
dolanıp duruyor kenti. Girit ormanlarında
çoban uzaktan, kanatlı oku bırakırsa
rastgele geyiğin bağrında ve Dicta ormanlarında,
fundalıklarında nasıl kaçarsa geyik, ama
ölümcül ok saplı kalırsa yine bağrına,
tıpkı öyleydi Dido da.'' (Sayfa: 122)


*
''----------ama kim bilmez ki
aldanmış büyük bir aşkın acı yarası nedir'' (Sayfa: 149)
*****
''-----Güzel bedenle çünkü
birleşince yiğitlik daha çok hoşa gider.'' (Sayfa: 162)
*****
''Damarlarımdaki kan, gücüm daha yerindeyken,
kıskanç yaşlılık şakaklarıma ak düşürmeden
dövüşmeye alışkındım ben bu eldivenlerle.'' (Sayfa: 165)
*****
''Ateş aldı birden ok duru göklere uçarken,
çizdi yolunu alev alev ve hafif yellerde
kaybolup gitti tükenerek; hani gökten kopan
yıldızlar çok defa kayıp gider ya, arkalarından
sürükleyerekten saçlarını, tıpkı öyleydi.'' (Sayfa: 169)
*****
*
''Kimisi sattı öz yurdunu altına karşılık;
zorba efendiyi oturttu devletin başına.
Öteki yasa koydu, değiştirdi yasaları
rüşvet karşılığında.'' (Sayfa: 210)
*****
''Duraksayacak mıyız daha biz, eylemlerimizle
değerimizi göstermekten.?'' (Sayfa: 218)
*****
*
"--------------- Al güvenimi,
Sen de ver bana güvenini." (Sayfa: 263)
*****
''Göksel Olympus'tan ilkin indi Saturnus Baba,
kaçarak İuppiter'in silahından; krallığından
olmuş, düşmüştü sürgüne. Sarp dağlara dağılmış
bilgisiz insan soyunu topladı bir araya;
yasalar çıkardı, karar verdi Latium adıyla
anılmasına yörenin, tüm kıyılarında halk
saklanmıştı çünkü sağ salim. 'Altın Yüzyıl'
denir egemen olduğu çağlara, ulusları barış
içinde yönettiği sakin zamana. Ardından
yavaş yavaş geldi daha kötü, açık renkli çağ;
savaş çılgınlığı, varlık hırsı onun yerini
alıncaya kadar sürdü bu zaman.'' (Sayfa: 270)
*****
''----------------Cesur ol
konuğum varlığı hor görmeye ki böylece
tanrıya eş ol.! Gel buraya, hoş gör fakir halimizi.!'' 
(Sayfa: 271)


''Hafif tozluklarla, elektrona, altına çifte
su verilip yapılmış mızraklara, kalkanların
anlatılmaz işlenişine bakıyor hayranlıkla.
Kalkan üstüne kazımış kehanet bilen tanrı,
gelecekten haberdar, ateşe hâkim Vulcanus
İtalya tarihini, tüm Roma yengilerini;
Ascanius'un dölünden türeyecek soylar,
başarılar, savaşlar hepsi görülüyor üstünde
sıra sıra. Ayrıca Mars'ın yeşil mağarasında
betimliyordu kurdu: Doğumdan sonra iki
çocuk memelerine yapışmış süt emiyorlar
hiçbir korku duymadan anne kurttan, o da
düzgün başını çevirerek okşuyordu bir bir
çocukları, biçim veriyordu bedenlerine
yalayarak her birini.'' (Sayfa: 281)
*****
''Ama gök renkli dalgaların köpük köpük başı
bembeyazdır; gümüş işli açık renk yunuslar
döne döne yüzüyorlar, süpürüyorlar suyun
yüzünü kuyruklarıyla, yararak gemilerin
burgaçlarını..'' (Sayfa: 283)


*
''Buna karşı benim de kehanetlerim var:
Eşimi elimden alan bu suçlu soyu silahla
yok etmemi istiyorlar; böylece acı çeken
sadece Atreusoğulları değil, Mycenler de
sarılabilir silaha.! 'Yetmez mi bir kez ölmek.?'
denirse de, önceden işledikleri suç yetmeliydi:
Bütün kadın soyuna, hiç olmazsa bir kadına
derin nefret içinde olmalıydılar şu sıra''
(Sayfa: 292)
*****
*
''-----senin suçun ey aşk.!-
Sevgilisi Phaeton için ağıt yakan Cycnus,
kız kardeşlerinin dönüştüğü kavak gölgesi,
yaprakları arasında şarkı söylerken, derler ki
avutmaktayken kederli aşkını, bir de bakar
yaşlı bedeninden yumuşak tüyler belirmekte;
bırakır toprakları, şakıyarak yükselir göklere.''
(Sayfa: 329)


*
'---------------İnsanın ruhu
bilmez geleceğini, habersizdir yarınından.
Gülerse yüzüne kaderi, kaçırır ölçüyü."
(Sayfa: 341)
*****
*
''Bilmez değilim silahla kazanılan utkunun,
ilk çarpışmanın nasıl tatlı olur onuru,
nasıldır genç savaşçının zavallı ilk ödülü.'' (Sayfa: 365)


''---------------Herkesi çağırıyor
son çile. Pallas tapınağına, yüce kalesine
analarla birlikte, büyük topluluk halinde,
tırmanıyor kraliçe bir arabanın içinde;
armağanlar getiriyor, yanında da genç kızı,
bunca felaket nedeni olan Lavinia var.
Yere dikmiş güzel gözlerini; bütün kadınlar
giriyor tapınaktan içeri, günlük yakarak
tütsülüyorlar tapınağı ve yaslı ağıtlar
yakıyorlar yüksek eşikte...'' (Sayfa: 378)


*
''Hangi tanrı anlatacak bize onca acıyı.?
Ovalarda bir Turnus'un bir Troialı yiğidin
elinden çıkan ölümünü önderlerin şimdi;
dört yandaki kıyımı bir şarkıda.? Bu kadar mı
hoşlandın İuppiter, gün olup sonsuz bir barışta
birleşecek ulusları birbirine katmaktan.?''
(Sayfa: 417)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...