29 Şubat 2020 Cumartesi

Homeros - Odysseia

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Odysseia'nın Kuruluşu
*
İlyada bir olayın, Odysseia bir kişinin destanıdır. Çağdaş okuyucu destan da demez Odysseia'ya, onu daha çok bir romana, bir filme benzetir. Gerçekten de konusuyla romanı, kuruluşuyla filmi andırır Odysseia.
İlyada'nın önsözünde Homeros'un anlatma tekniğini incelerken, Troya destanında olayların düz akışlı bir anlatımla ortaya serildiğini, Odysseia'nın bambaşka bir yönteme göre kurulduğunu belirtmiştik. Odysseia beş ayrı destan parçasından bir araya gelir. Destanın bu ana bölümlerini aşağıdaki adlarla şöyle sıralayabiliriz:
I. Telemakhia (I. Bölüm'den IV. Bölüm'e)
II. Kalypso'nun Adasında (V. Bölüm)
III. Phaiakların Ülkesinde (VI. Bölüm'den IX. Bölüm'e)
IV. Odysseus'un Serüvenleri (IX. Bölüm'den XIII. Bölüm'e)
V. İthake'de (XIII. Bölüm'den XXIV. Bölüm'e)
Bu beş ana bölümden birincisini, ikincisini, dördüncüsünü ve beşincisini Odysseia'nın ozanı kimse o anlatır, asıl Odysseia destanı olan Odysseus'un serüvenlerini ise Odysseus'un kendisi anı olarak anlatır. (Sayfa: IX)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Odysseia'da adlarıyla sanlarıyla iki ozana rastlarız: Biri Phaiakların toplumunda önemli bir yer tutan Demodokos, öteki taliplerin şölenini şenelten Phemios'tur. Demodokos'u Kral Alkinoos hiç ayırmaz yanından, her fırsatta çağırıp ezgi söyletir ve şu sözlerle niteler insanlar arasındaki rolünü:
''Ozanlar saygı görürler ve değerli bilinirler
bu yeryüzünde yaşayan tekmil insanlar arasında,
çünkü Musa öğretmiştir onlara ezgi söylemeyi,
Musa çok sever ozanlar soyunu.'' (Sayfa: XIX)
*
Bu Demodokos öyle önemli bir tiptir ki, Homeros hakkında ne söylenmişse, hep Odysseia'daki bu ozan tipine bakarak uydurulmuştur. Kör oluşu, şölenlerde ezgi söyleyişi, birçok destan geleneklerini sürdürüp okuyuşu ve bir ozanlar okulu kurduğu söylentileri hep buradan gelmedir. (..)
Olympos ya da İda dağlarının tepelerinde en küçük ayrıntılarına dek önceden kararlaştırılıp yeryüzünde sadece gerçekleştirildiği İlyada'nın olaylar dünyasından çok uzağız. Destan da iki katlı bir sahnede değil, tek düzeyli insanlar dünyasında oluşan bir olaylar toplamı olarak canlanır gözümüzün önünde. Odysseia'nın kuruluşunu ve olay içinde olay, öykü içinde öykü tekniğini ancak bu açıdan incelersek gereğince anlayıp değerlendirebiliriz. Odysseia tanrı-insan ikiliğini, bir gökte, bir yerde yansıtan bir destan değil, insan ağzından anlatılan ve insanın insan-üstü, insan-dışı varlıklarla ilişkilerine yeni yeni anlam, imge ve simgeler arayan bir romandır. Uygarlığımızın ilk romanı. Film dedik, roman diyoruz; ikisi de doğrudur: Odysseia göze görüneniyle film, kafaya değineniyle romandır. (Sayfa: XX-XXI)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Açıkça beliren bir şey varsa, İlyada'nın insana karşı insanın savaşını anlattığı halde, Odysseia'nın insanın doğaya karşı savaşını dile getirdiğidir. Bu ölümsüz konuyu ilkin dile getiren büyük insanlık destanıdır Odysseia.
*
Azra Erhat (Sayfa: XXIV)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Odysseus'un Mavi Yolculuğu
*
Kimi adlar vardır, dile girer, ölümsüzleşir. Mausolos, nasıl anıtkabirlerin hepsine adını vermişse, Odysseus da aşılmaz engellerle dolu, sonu gelmeyen yolculuklara vermiştir adını. ''Odise'' denilen, böyle bir yolculuktur. Mavi yolculuk diyesim geliyor. Ne var ki, maviliği unutulmuştur bu yolculuğun, yalnız tüyler ürpertici korkunç tehlikeleri kalmıştır akılda. Öyle ya, on yıl denizlerde sürünmek ne demek.? Güzellik, mavilik mi kalır gözün önünde.? Yine de mavidir Odysseus'un destanı. Masmavi, çünkü Odysseus, Kristof Kolomb'tan bunca yüzyıl önce bir kıta keşfetmiş. Hangi kıta mı.? Halikarnas Balıkçısı'nın ''altıncı kıta'' diye adlandırdığı Akdeniz kıtası, Akdeniz dünyası. Geçirdiği bunca tehlikelere de değmiş, çünkü Kolomb'un eremediği bir mutluluğa ermiş Odysseus: Destanını yazmış koca bir ozan.! Troya ve Odysseus: Mutsuzlukların en büyüğünü yaşayıp mutlulukların en büyüğüne ermiş bir kent ve bir adam. Homeros'u bulmuş ikisi de. Bu yüzden masmavi olmuşlar ve ölümsüz.
Okuyucularım, Troya'yı bize Schliemann açtı, Odysseia'yı da bilginler yıllar yılı inceledi durdu, ama hiçbiri yaşatamadı bize Akdeniz destanını. Bir İngiliz denizcisi, tıpkı Schliemann gibi Homeros'a inanmış bir adam, yedi yıl denizlerde küçük bir yelkenliyle dolaştı Odysseus'un yolculuğunu bir daha yaşayacağım diye. Dostlarım, yaşantıya inanıyorum ben, onun için yıllar yılı Homeros destanlarını çevirirken okuduğum bunca kitabı bir yana bırakıp bu inanmış denizcinin kitabını izleyerek anlatacağım size Odysseus'un mavi yolculuğunu. Bilginler nasıl Schliemann'a ateş püskürmüşlerse, Ernle Bradford'u da masal uyduran bir deli sayarlar herhalde. Boş verelim onlara, biz mavi yolcular.! Yalnız, yaşamakla bulunur gerçek. Bilimin tek gerçeği de yaşantıdır. Gelin Ernle Bradford'la birlikte yaşayalım biz de Odysseus'un serüvenlerini. (Sayfa: XXVIII-XXIX)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Homeros'un Dünya Haritası
*
Bu destanın sonunda bir dünya haritası görecek ve şaşacaksınız elbet. Yusyuvarlak bir tabağa benzeyen bu dünya bizim dünyamız mı, diyeceksiniz. Homeros'un Odysseia'da anlatıığı kadarınca bizim dünyamız. Odysseia'nın kaleme alındığı MÖ VIII-VI yüzyıllarda harita yoktu. Tuhaftır ki bu iki kavramı da Homeros denilen o koca ozan yarattı; Batı şiirini ve yazınını da yarattığı gibi. Hem de tutarlıdır bu dünya haritası, bu dünya coğrafyası; gelecek kuşakların coğrafya bilgilerine hep örnek ve kaynak olmuştur. Bakın bu haritaya: Yunanistan'ı, Anadolu'su, Ege ve Karadeniz'iyle kusursuz bir harita. (Sayfa: XXVIII-XXIX)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Fenikelilerin MÖ XII. yüzyıldan beri Batı Akdeniz'e uzandıkları, Sardinya ve Sicilya'da üsler; IX. yüzyılda da Kuzey Afrika kıyılarında Kartaca'yı kurdukları bilinir. Bu denizci ve alışverişçi ulusun açtığı çığır önce sözlü, sonra da yazılı geleneğe dökülerek ''periplous'' denilen seyahatnamelerin oluşmasını sağlamıştır. İlk periplous yazarı, yani ilk coğrafyacı bizim Miletli Hekataios'tur, ama yapıtlarının birine ''Europe'' (Avrupa), öbüründe ''Asie'' (Asya) adını veren bu İonyalı bilgin, Homeros'tan birkaç yüzyıl yaşadığı halde, dünya görüşünü yine Homeros'tan alır, yani o da dünyayı yuvarlak bir disk biçiminde tasarlar. Bu diski çepeçevre dolanan engin su akıntısı, Olympos tanrılarından önce yeryüzünde egemenliği ellerinde tutan tanrılardan Okeanos'tur. Ne doğu, ne kuzey, ne de güney yönünde Okeanos'un kıyılarına varan olmamıştır, yalnız güneybatıda İonyalıların pek iyi bildikleri Mısır ve onun ünlü ırmağı Nil ile Poseidon'un şölenlerine gittiği Yüzüyanıkların, yani Habeşlerin, Zencilerin bulunduğu biliniyor; kuzeyde ise korkunç devlerin, en batıda da gün ışığının hiç uğramadığı karanlıklar ülkesinde Kimmerlerin oturduğu sanılıyordu. Bu yönde en öteye giden adam Herakles'ti. Okeanos'a açılan çifte kayalara varmış, orada gökkubbesini sırtında taşıyan dev Atlas'a rastlamış, korkunç yükünü Atlas'ın omuzlarından alarak bir süre kendi taşıyıp Atlas'ı Akşam Kızlarının Bahçesi'nde altın elmalar koparmaya göndermişti. Güçlü yiğit çifte kayalara adını verdikten sonra üç altın elmayla Olympos'a dönmiştü. İlkçağ boyunca ''Herakles sütunları'' diye anılan Cebelitarık'a Herakles'ten sonra giden oldu mu, olduysa ilk giden Odysseus muydu, değil miydi bilmiyoruz, ama herhalde oradan ötesinin Okeanos ırmağının çepeçevre dolandığı sonsuz bir deniz akıntısı olduğu ve insanın gemiyle buraya varamayacağı kanısı Yunan dünyasında ta Euripides'e dek tutunmuştur. Bu denli efsanevi ve esrarlı bir âlemdi Batı Akdeniz. * Azra Erhat (Sayfa: XXX)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir


Phaiakların Düzeni
*
Bu önsözü fazla uzatamam, yoksa Phaiakların toplum düzeninden söz açacaktım size. Bilginlerin bazıları Phaiakları hayal saymışlar, bir çeşit ölüm gemicileri; kentlerinin ve yaşayışlarının düzenini de pek üstünde durmadıkları bir ütopya. Günah değil mi böyle kara düşünmek masmavi aydınlığın karşısında.? Korfu'dur, Phaiakların Skherie Adası. Düzenlerinin iki yönüne de parmak basmadan geçemeyeceğim: Dış ve iç yönü.
Saraylarının yapısına ve güzelliğine hayran kalır Odysseus. Hem mimar, hem denizcidir bu ulus, gemileri öyle sağlam yapılıdır ki aşamadıkları engin yoktur, Odysseus gemilerine biner binmez, on yıllık sürüncemelerini unutup ilk kez rahat ve güvenli bir uykuya dalacaktır. Haksever, töreye saygılı, uygar ve demokratik bir düzendir toplum düzenleri. En başta kadına ve sanata saygılıdırlar. Barış içinde yaşarlar, günleri yarışmalar, horunlar ve hele tanrıdan esinli ozanları dinlemekle geçer. Özgür insanlardır bunlar; Alkinoos eş haklarla toplumu yöneten danışmanlarını her fırsatta toplar, dışişlerini tartışır onlarla.

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Düzenin içişlerine de Arete bakar; insanlar arasındaki ilişkilere yön veren, adı Erdem anlamına gelen bu kraliçedir. Hem ne güzeldir bu ilişkiler.! Homeros burada Platondan çok önce ideal bir cumhuriyetin örneğini vermiştir. Bu düzeni Homeros İthake'de de yansıtmak istemiş, ne var ki, yönetici baş (kral demeyeceğim, kral değil ki Homeros destanlarının önderleri) olmadığından İthake'nin düzeni bozulmuş, çıkarcıların, çapulcuların eline düşmüştür. Yoksa Eumaios, Eurykleia, çobanlar ve bağcılar orada da insana saygılı, uyumlu bir düzenin özgür kişileridir. Bu düzenlerin içinde insan mutludur. Odysseus'un bunca yıl, bunca çileye dayanması ancak bu mutluluğa olan özlemiyle anlaşılabilir. Bu sağlam yapılı düzene kavuşmak içindir ki insanüstü çabalara girişmek ve yalnız insan aklıyla akıldışı düzensizlikleri yenmek gücünü bulur kendinde. İthake'ye vardıktan sonra sömürücüleri öldürmesi, yalnız doğruluk üstüne kurulu düzeni yeniden kurmak içindir.
*
Azra Erhat (Sayfa: xIııı)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Bulutları devşiren Zeus Karşılık verdi, dedi ki:
''Ne biçim söz kaçtı yavrum dişlerinin arasından.?
Hiç unutur muyum ben tanrısal Odysseus'u,
ölümlülerin en üstünüdür akıldan yana,
engin gökteki tanrılara az mı kurbanlar kesti.
Ama yeri sarsan Poseidon çok içerler ona,
tanrıya denk Polyhemos'un gözünü kör etti diye,
Polyhemos, Tepegözler arasında en üstünüdür güçte,
Peri Thoosa'dır anası onun,
ekin vermeyen denizin efendisi Phorkys'in kızı,
Thoosa, Poseidon'la birleşmişti oyuk mağaralarda.
İşte Poseidon, Odysseus'a ondan bu yana öfkeli.
Ama ne öldürür, ne de yurduna koyverir onu.
Haydi gelin, verelim burada baş başa,
bulalım evine kavuşturmanın yolunu.
Poseidon'da bıraksın ertık öfkesini,
bütün ölümsüzler, tanrılar ona karşı,
kafa tutamaz onlara tek başına.'' (Sayfa: 5)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Pylos'ta
*
Güneş güzelim gölün içinden çıktı,
tunca boyalı gökte ışıdı ölümsüzlere,
bereketli toprak üstünde ölümlülere ışıdı.
Onlar da vardılar Pylos'a,
Neleus'un sağlam duvarlı kentine.
Kurbanlar kesiliyordu denizin kıyısında,
kapkara boğalar sunuluyordu
toprağı sarsan lacivert yeleli tanrıya.
Sayfa: 35

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Sarışın Menelaos karşılık verdi ona dedi ki:
''Bu dediklerin tekmil doğru kadınım,
ben de bir sürü yiğit kişi tanıdım,
dinledim onları, öğrendim ne düşünürler,
kalmadı gezip dolaşmadığım yer,
ama görmedim hiçbir yerde böylesini,
görmedim çok çekmiş Odysseus'un yüreği gibi yürek.
Ne zor işler başardı bu güçlü adam.!
En seçkinler nasıl da saklanmıştık hani
o oymalı tahtadan atın içine..
Götürmüştük biz Argoslular ölümü, yıkımı Troya'ya.
Sonra da sen geldiydin oraya Helene,
bir tanrı getirmişti herhal seni,
Troyalılara ün sağlamak isteyen bir tanrıydı bu,
arkandan tanrıya benzer Deiphobos geliyordu,
üç kez dolandın, yokladın koca karınlı tuzağı,
Danaoların seçkinlerini adlarıyla çağırdın bir bir,
karılarının sesine benzettin sesini ayrı ayrı.
Ben, Tydeusoğlu, bir de Odysseus
oturmuş kulak veriyorduk sesine,
Tydeusoğlu'yla ben şöyle bir davranalım dedik,
ya kalkıp gelecektik yanına, ya da seslenecektik,
Odysseus durdurdu, yatıştırdı bizi,
sessiz kalakalmıştı öbür Akhaoğulları tekmil,
bir Antiklos yenemedi sana seslenme isteğini,
ama Odysseus dayadı iki güçlü elini çenesine,
öylece tuttu, kurtardı tekmil Akhaları,
Pallas Athene seni oradan alıp götürene dek.'' (Sayfa: 62)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Erken doğan gül parmaklı Şafak görününce,
çabucak giydi Odysseus gömleğini, kaftanını,
Nymphe de gümüş renkli harmanisini atmıştı sırtına,
çok güzel ince bir harmaniydi bu,
altından güzel bir kemerle sardı belini,
örttü başını bir yaşmakla
ve düşündü ulu yürekli Odysseus'un yolculuğunu.
Bir büyük balta verdi ona, tam avucuna uygun,
iki ağzı bilenmiş tunç bir balta,
sağlam bir sapı vardı zeytin ağacından.
Sonra da bir keser verdi eline pırıl pırıl,
geçti öne, yol gösterdi öbür ucuna doğru adanın.
Koca koca ağaçlar yetişmişti orada,
kızılağaçlar, kavaklar, bulutlara değen çamlar,
kupkuru olmuştu hepsi çoktan,
suyun üstünde yüzmeye elverişliydiler.
Gösterdikten sonra ona büyük ağaçların yerini
Kalypso, yüce tanrıça, döndü evine.
Odysseus da koyuldu odun kesmeye,
yirmi ağacı bir çırpıda deviriverdi,
baltayla yontup düzeltti güzelce,
bir ip çekip denk getirdi hepsini.
Derken delgiler getirdi Kalypso, yüce tanrıça,
o da delikler açıp takozlar yaptı,
sonra birbirlerine çaktı tahtaları.
Bir marangoz ambar dibini nasıl ölçerse,
geniş bir yük gemisini nasıl ustaca yaparsa,
Odysseus da öyle en ve boy verdi salın döşemesine,
sık mertekler dikip kurdu küpeşteyi,
sonra geniş tahtalarla kaplayıp tamamladı onu,
bir direk yaptı, sereni taktı ona,
bir de dümen yaptı yönetmek için salı,
boydan boya örttü her yanı saz örgülerle,
sonra bol odun yükledi safra olsun diye dalgalara.
Bu sırada bez getirdi Kalypso, yüce tanrıça,
yelken yapılacaktı bu bezlerle,
Odysseus biçti yelkenleri bir güzel,
bağladı halatı, ıskotayı, yaka iplerini,
sonra feleklerle indirdi salı denize.
*
Bitmişti dördüncü günde salın bütün işleri,
Kalypso uğurladı Odysseus'u adadan beşinci gün,
onu yıkamış, rubalar giydirmişti güzel kokulu,
bir tulum siyah şarap vermişti yanına,
daha büyük bir tulum dolusu da su,
koymuştu kumanyayı bir meşin torbaya,
her türlü yiyecek vermişti bol bol.
Ardından uğurlu, tatlı bir yel saldı,
Odysseus da sevinç içinde açtı rüzgâra yelkeni.
Dümenin başında güzel güzel yönetiyordu salı,
bir damla uyku girmiyordu gözlerine,
bakıyordu Ülker'le genç batan Küçükayı burçlarına,
Kutupyıldızına göre yön veriyordu sala,
yerinde döner bu yıldız, boyuna Orion'a bakar,
dalmaz sularına Okeanos'un hiçbir vakit.
Öğüt vermişti ona Kalypso, yüce tanrıça,
demişti o yıldızı hep solunda tut. (Sayfa: 91-92)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir
Jacob Jordaens (1593–1678) The Meeting of Odysseus and Nausicaa (c 1630-40)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir
Valentin Alexandrovich Serov (1865–1911), Odysseus and Nausicaa (1910)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir
Malmström, August; 1829-1901
"Odysseus before Alcinous, King of the Phaeacians", 1853.


Çok çekmiş tanrısal Odysseus yürüdü evin içinden,
yoğun sis vardı üstünde, Athene'nin döktüğü,
yürüdü Arete'ye ve Kral Alkinoos'a doğru.
Dizlerine kapandı Arete'nin, sarıldı kollarıyla ona,
Odysseus'u saran siz ossaat dağıldı.
Birdenbire önlerinde bir adam görünce ordakiler,
yuttular dillerini, apışıp kaldılar,
Odysseus da başladı yalvarmaya:
''Arete, tanrıya denk Reksenor'un kızı,
saygıdeğer eşi ulu yürekli Alkinoos'un,
çok acılar çektikten sonra, bak işte,
kapanıyorum ayaklarına, dizlerine senin,
yalvarıyorum tekmil konuklarına ayrı ayrı:
Mutlu yaşamayı bağışlasın tanrılar size,
bırakasınız çocuklarınıza evinizin varlığını,
halkın size verdiği onur payını bütün.!
Yola koyun beni, tezelden gönderin yurduma,
çile doldururum ne zamandır sevdiklerimden uzakta.'' (Sayfa: 117-118)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Euryalos, yüzüne karşı yerdi onu, dedi ki:
''Oyunlara yatkın değil senin elin besbelli,
bunca oyunun hiçbirinden haberin yok,
erkek adamların oynadığı bunca oyunun hiçbirinden.
Çok kürekli bir gemiyle sık sık gitmiş gelmişsen,
alışveriş peşindeki gemicilerin başındaydın demek,
aklın fikrin yüklediğin mallardaydı herhal,
yolcuların vereceği paradaydı ve bol kazançta.
Yoksa senin güreşçiye benzer neren var ki.?''
*
Çok akıllı Odysseus tepeden tırnağa süzdü onu, dedi ki:
''Duymuyorsun ağzından çıkanı delikanlı,
senin aklın bir karış havada.
Tanrılar vermez insana bütün güzel, iyi şeyleri,
boy bos ve akıl ve söz ustalığı toplanmaz bir adamda.
Tanrı kimine güzellik vermemiştir ama
bakarsın bir konuşur, bütün gözler ona döner,
ölçülü sözleriyle sevdirir kendini halka,
bakarlar ona her geçtiği yerde tanrı gibi.
Kimi de güzellikten yana tanrılara benzer ama,
bir konuşması vardır, berbat mı berbat.
Sen de öylesin işte, bir tanrı gibi güzel,
akıldan yanaysa, fukara mı fukara.
Bu hiç yakışık almaz sözlerinle sen
allak bullak ettin göğsümde yüreğimi,
oysa hiç de acemisi değilim oyunların,
en başında gelirdim oyuncuların ben eskiden,
gençliğime ve ellerime güvenirdim o günler,
şimdiyse mutsuzluğa, acılara gömülmüşüm,
neler çekmişim neler, savaşırken yiğitlerle,
zorlu dalgalarla boğuşurken neler çekmişim neler.
Ama yine, bütün çilelerim bir yana,
deneyeceğim oyunlarınızı, çünkü bana meydan okudun,
çünkü ısırdın sözlerinle benim yüreğimi.'' (Sayfa: 130-131)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir
''Haberci, al götür, Demodokos'a ver şu eti,
bu dertli yürekten ona merhaba, yesin afiyetle,
ozanlar saygı görürler ve değerli bilinirler
bu yeryüzünde yaşayan tekmil insanlar arasında,
çünkü Musa öğretmiştir onlara ezgi söylemeyi,
Musa çok sever ozanlar soyunu.''
*
Odysseus böyle dedi, haberci aldı eti,
götürdü verdi yaman yiğit Demodokos'un eline,
o da aldı ve yürekten sevindi.
Herkes önündeki yiyeceklere uzattı ellerini.
Yiyip içildikten sonra doyasıya,
çok akıllı Odysseus, Demodokos'a şöyle dedi:
''Daha çok sayarım, Demodokos, seni tekmil ölümlülerden,
sanatını ya Musa öğretti sana ya da Apollon.
Ne güzel söyledin Akhaların destanını, olduğu gibi,
neler yaptıklarını ne güzel söyledin,
nelere katlandıklarını, neler çektiklerini.
Orda mıydın sen, başka birinden mi duydun yoksa.?
Haydi şimdi geç başka bir konuya,
şu tahta at olayını anlat şimdi bize,
Athene'nin yardımıyla Epeios yapmıştı onu hani,
getirmişti Akropolis'e dayamıştı tanrısal Odysseus da kurnazca.
İlyon'u yıkacak adamlarla doluydu içi.
Anlatabilirsen bunları getirip bir biçimine,
bundan böyle tekmil insanlara ben de diyeceğim ki:
Tanrı sevdi onu, tanrısal bir şiir bağışladı ona.''
*
Odysseus böyle dedi, ozan da tanrıdan hız aldı
ve kalkıp başladı şiirini okumaya.
İlkin sağlam bordalı gemilerden açtı.
Argoslular nasıl ateşe vermişlerdi barakalarını,
gemilere nasıl binmiş, açılmışlardı denize,
ama önderler çok ünlü Odysseus'un çevresindeydiler
atın karnında saklı getirilmişlerdi pazar meydanına,
Troyalılarsa çevresine dizilmişlerdi atın,
konuşup tartışıyorlardı soluk almadan,
üç yol vardı bir türlü karar veremedikleri:
Ya insafsız tunçla bu oyuk karnı deşeceklerdi,
ya kayaların ucuna dek çekip boşluğa atacaklardı,
ya da saklayacaklardı tanrılar için bir adak gibi.
Sonunda bu üçüncü yol uygun göründü onlara,
çünkü kaderlerinde yok olmak vardı,
kocaman tahta atı o gün kente almışlardı,
Argosluların önderleri saklanmıştı içine
yıkım ve ölüm getirmek için Troyalılara.
Akhaların kenti nasıl yıktıklarını söylüyordu ozan,
atın oyuk karnından çıkıp yere indikten sonra nasıl
her biri saldırıyordu kentin bir başka yerine,
Odysseus nasıl, tıpkı Ares gibi, Menelaos'la birlikte,
evine karşı yürüyordu Deiphobos'un,
nasıl atılmıştı orda en korkunç bir savaşa,
sonunda ulu canlı Athene'nin yardımıyla nasıl yenmişti.
*
Çok ünlü ozan bunları söylüyordu işte,
Odysseus'un da yiyordu içi içini,
yanaklarını ıslatıyordu kirpiklerinden sızan yaşlar. (Sayfa: 141-142)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

'Ne oldu sana böyle Polyphemos, ne bağırırsın acı acı,
tanrısal gecenin ortasında böyle uykusuz korsun bizi.?
Ölümsüzlerden biri sürülerini mi kaçırdı ne.?
Yoksa seni biri mi tepeliyor düzenle ya da zorla.?'
*
Güçlü Polyphemos karşılık verdi mağaranın içinden:
'Beni Kimse tepeliyor, dostlar, zorla değil düzenle.'
*
Onlar da kanatlı sözlerle karşılık verdiler ona:
'Sana karşı Kimse zor kullanmazsa ve yalnızsan,
Büyük Zeus'tan çaresiz bir dert gelmiş olacak başına.
Ama baban Poseidon'a yalvar yakar sen yine.'
*
Böyle dediler ve gittiler, ben de yürekten güldüm,
adımla aldatmıştım onu, parlak bir düzen kurmuştum. (Sayfa: 158)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Uzaklaşmıştık henüz sesimin duyulacağı kadar,
seslendim Tepegöz'e, çıkıştım şu sözlerle, dedim ki:
*
Gördün mü, hey Tepegöz, kısmet değilmiş bak sana
güçsüz bir adamın dostlarını yemek zorla, kıtır kıtır.
Bize ettiklerinin karşılığını bol bol al işte,
çekinmedin kendi evinde konuklarını yemekten, alçak seni,
sana Zeus'un ve öbür tanrıların verdiği bir ceza bu.!'
*
Ben böyle konuştum, o daha çok kudurdu yüreğinde,
kopardı kocaman bir kayanın tepesini,
lacivert pruvalı gemimizin önüne fırlattı attı,
baş bodoslamasını tuzla buz edecekti az daha,
düşen kaya parçası denizi etmişti allak bullak,
bir dalga gerisingeri karaya attı bizi,
baktım gemi koca akıntıyla nerdeyse kıyıya çarpacak,
bereket aldım elime en uzun saplı kancayı,
ittim gemimizi geriye ve yüreklendirdim arkadaşları,
sarılın dedim küreklere, kurtulalım yıkımdan,
başımla buyruklar veriyordum onlara boyuna,
onlar da habire kürek çekiyorlardı yatarak öne doğru. (Sayfa: 160)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir
Sonra dedim, bırak beni artık, gideyim yoluma,
olmaz, demedi, hazırladı dönüşümü kendisi:
Yüzdü dokuz yaşında bir sığırın derisini, bir tulum yaptı,
bağladı tulumun içine azgın yellerin yollarını,
çünkü Kronosoğlu yellerin yöneticisi yapmıştı onu,
dilediği yeli durdurur, dilediği yeli salardı.
Parlayan gümüş bir sicimle bağladı bu tulumu,
koca karınlı teknenin dibine sımsıkı,
en ufak bir yel bile artık dışarı sızamazdı.
Sonra saldı ardımızdan bir Zephyros yeli,
bu yel götürecekti gemileri ve bizi varacağımız yere,
ama varamadık oraya çılgınlığı yüzünden adamlarımın
ve perişan olduk, ölecektik nerdeyse. (Sayfa: 165-166)
#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

'Arkadaşlar, büyük bir tezgâhta mekik dokur içerde biri,
bir güzel türkü de söyler, her yer çın çın öter,
yaklaşıp ses edelim, bir tanrıça mı o yoksa kadın mı.?'
O böyle dedi, ötekiler de seslenip çağırdılar.
Kirke de çıktı dışarı ve parlak kapıları açtı,
çağırdı hepsini içeri, onlar da boş bulunup girdiler,
bir Eurylokhos kalmıştı dışarda, sezmişti tuzak kokusu.
Tanrıça onları içerde iskemlelere, tahtlara oturttu,
peynir, sarı bal ve arpa unu ezdi Pramnos şarabında,
sağrağa korkunç ilaçlar karıştırdı
büsbütün unutsunlar diye baba toprağını.
Verdi onlara bu içkiyi, onlar da hemen diktiler,
onlar diker dikmez içkiyi, Kirke hepsine değneğiyle vurdu
ve kapattı yoldaşlarımı domuz ağılına.
Şimdi onlar tıpkı domuza benzemişlerdi
başları ve sesleri, kılları ve gövdeleriyle,
ama akıl vardı yine içlerinde eskisi gibi.
Ağlar sızlar halde onları kapadı oraya,
attı önlerine kayın kozalağı, palamut, kızılcık yemişi,
hep yediği şeylerdi bunlar yerde sürünen domuzların. (Sayfa: 172-173)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

'Getir yerine artık ey Kirke, bana verdiğin sözü,
beni evime göndereceğini söylemiştin hani,
ben de can atarım gitmek için, arkadaşlar da,
sen biraz uzaklaştın mı buradan, sararlar çevremi,
ağlar sızlarlar durmadan, yüreğim parçalanır.'
*
Böyle dedim, yüce tanrıça hemen karşılık verdi, dedi ki:
'Çok kurnaz Odysseus, Laertesoğlu, tanrıların beslediği,
kalmayın benim evimde istemeye istemeye,
ama bir başka yolculuk yapmanız gerek daha önce:
Gidilecek Hades'in ve korkunç Persephone'nin ülkesine,
danışmak için Thebailı Teiresias'ın ruhuna,
henüz yitirmemiş aklını bu kör bilici,
Persephone bir ona bilinç bağışlamıştır ölülerden,
bir odur düşünen, ötekiler uçuşurlar gölgeler gibi.' (Sayfa: 180)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Tantalos'u da gördüm, korkunç işkenceler çekerken:
Duruyordu bir gölün içinde ayakta,
yüksele yüksele çıkıyordu su çenesine kadar,
ama içmek için davrandı mıydı, damlasını alamıyordu suyun,
ihtiyar adam eğiliyor eğiliyor eğiliyordu,
su da çekiliyor, çekiliyor, yok oluyordu emen toprakta
ve bir çamur peyda oluyordu ayaklarının dibinde kapkara,
ossaat bir tanrı kurutuveriyordu gölü.
Yemişler sarkıyordu başının üstünde dallı budaklı ağaçlardan
armutlar, narlar, pırıl pırıl elmalar,
ballı incirler, tombul zeytinler sarkıyordu,
ama ihtiyar adam koparayım diye ellerini uzattı mıydı,
bir yel geliyor, savuruyordu onları kara bulutlara. (Sayfa: 203-204)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Sisyphos'u gördüm korkunç işkenceler çekerken:
Yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı
ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya,
ha bire itiyordu onu bir tepeye doğru,
işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam,
ama tepeye varmasına tam bir parmak kala,
bir güç itiyordu onu tepeden gerisingeri,
aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya,
o da yeniden itiyordu kayayı tekmil kaslarını gere gere,
kopan toz toprak habire aşarken başının üstünden,
o da habire itiyordu kayayı, kan ter içinde. (Sayfa: 204)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

O sıra seslendim arkadaşlara, yüreğim acı içinde:
'Yalnız biriniz ya da ikiniz bilmiş ne çıkar,
ulu tanrıça Kirke'nin bana dediklerini dostlar,
bir bir anlatayım size, bilesiniz siz de her şeyi,
bakalım ölecek miyiz, yoksa kurtulacak mıyız kara kaderden.?
Ne yapın yapın, tanrısal Sirenlerden sakının, dedi bana o,
büyüleyen seslerinden sakının, dedi ve çiçekli çayırlarından,
sen dinle dedi istersen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar
kollarından bacaklarından, dedi, orta direğe,
size yalvarır da, çözün iplerimi ne olur, dersem,
bağlayacaksınız beni o zaman bir kat daha sıkı.' (Sayfa: 212)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Böylece geldik dar boğaza içimizi çeke çeke,
Skylla bir yanımızda, tanrısal Kharybdis bir yanımızda,
Ne korkunçtur bu canavar yutarken denizin acı sularını,
kustuğu zamanda kaynayıp gümbürder koca engin
ateşin üstünde dopdolu bir kazan gibi,
köpükler yükselir iki kayanın doruklarına kadar,
sonra doruklardan aşağı yuvarlanır bu köpükler.
Bir daha yutunca acı sularını denizin,
dibi görünür anaforların içinde,
sarsılır gümbürtüyle çevresinde kayalar,
dipteki masmavi kumlar fırlar dışarı.
Sapsarı bir korku kapladı o zaman bütün arkadaşları.
Ölüm ondan gelecek diye biz tam bakarken,
Skylla daldı geminin içine ve kaptı kopardı
en güçlü kürekçilerimi, en iyi altı yoldaşımı (Sayfa: 214)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Tanrıça böyle diye diye dağıttı sisi, göründü yeryüzü,
çok çekmiş tanrısal Odysseus'un yüreği doldu sevinçle,
başladı öpmeye yurdunun bereketli toprağını.
Ve hemen kaldırdı ellerini, yakardı Nymphelere:
*
''Ey Nympheler Naiadlar, Zeus'un kızları,
hiç ummazdım sizi bir daha göreceğimi,
şimdi içten yakarırım size, hepinize merhaba,
size çok armağanlar sunacağım eskisi gibi,
Zeus'un kızı bana iyilik ve sağlık dilesin yeter ki,
talan tanrıçası bıraksın yeter ki sevgili oğlum büyüsün.'' (Sayfa: 232)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

''konuğunu ağırlarken kim düşse aşırılığa, onu kınarım asıl ben,
en iyi töresince davranmaktır her işte;
gitmek istemeyen bir konuğa soğuk davranmak da bir,
gitmeye can atanı zorla alıkoymak da.
*
Menelaos (Sayfa: 255)
#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir
Böyle konuşurlarken onlar birbirleriyle,
yerde yatan bir köpek başını kaldırdı, kulaklarını dikti,
Argos'tu bu, sabırlı Odysseus büyütmüştü onu,
ama hayrını görmeden gitmişti kutsal İlyon'a,
genç adamlar ava götürürlerdi onu eskiden,
takarlardı yabaneçilerinin, geyiklerin, tavşanların peşine,
oysa şimdi bakımsız ve sahipsizdi,
dış kapının önünde yatıyordu, gübrenin içinde,
katırların ve öküzlerin gübresi yığılmıştı oraya,
uşaklar ordan alırlardı gübreyi,
götürür dikerlerdi Odysseus'un engin topraklarına.
İşte orda yatıyordu Argos, her yanı bit dolu.
Yaklaşan Odysseus'u hemen o anda tanıdı,
kuyruk salladı ve indirdi iki kulağını,
ama çok bitkindi, kalkıp gelemedi efendisinin yanına.
(..)
Ama kara ölümün kaderi yakalamıştı Argos'u,
görür görmez Odysseus'u yirmi yıl sonra. 
(Sayfa: 296-297)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

''Tamam, bitti İros, aradığı belayı buldu şimdi,
çaputların altından ne bacaklar çıkardı, ihtiyara bak.''
Böyle dediler birbirlerine, İros'un ağzına geldi yüreği,
uşaklar soydular onu, getirdiler zorla
korkudan kol ve bacaklarındaki etler titriyordu. (Sayfa: 309)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

'Delikanlılar, madem tanrısal Odysseus öldü,
çaresiz varacağım içinizden birine,
ama ne olur bekleyin bir parça daha,
bitsin şu dokuma, boşa gitmesin bunca iplik,
bir kefen dokuyorum yiğit Laertes'e,
gün gelir de, ölüm onu yere sererse upuzun,
mezara kefensiz yatarsa o varlıklı adam,
Akhalı kadınlar ne der sonra bana.'
Böyle dedim, kanardı bu sözlere taşkın yürekleri.
Oysa ben, gündüzleri dokuduğum koca bezi
bir çırağı önünde sökerdim geceleri. (Sayfa: 325)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Böyle dedi, kocakarı Eurykleia da gitti çabucak
içinde ayak yıkanan pırıl pırıl bir leğen getirdi,
leğene bolca soğuk su döktü, sonra kattı sıcak su
Odysseus o ara gitmiş ocaktan uzak bir yere oturmuştu
ve birden çevirmişti sırtını ışığa,
çünkü bir korku düşmüştü yüreğine apansız,
ya ayağını ellerken, yarasını görüp anlarsa her şeyi. (Sayfa: 332)

#Homeros #Odysseia #ÇeviriAzraErhatAKadir

Onlar böyle dediler, çok akıllı Odysseus da bu ara
koca yayı yoklamış ve her yanını gözden geçirmişti.
Sazı iyi kullanmasını bilen bir ozan nasıl
koyun bağırsağından bükülmüş yepyeni bir teli
kolaycacık gerer de tutturursa sazın iki yanına,
Odysseus da öyle gerdi koca yayı, hiç zorluk çekmeden,
sonra sağ eliyle kirişi tutup çekti,
kiriş de öttü güzel güzel, tıpkı kırlangıç gbi.
Büyük bir korku aldı tekmil talipleri,
suratlarında renk menk kalmadı hiçbirinin,
o sıra Zeus da büyük bir işmar verip gürledi,
çok çekmiş tanrısal Odysseus çok sevindi buna,
bir işmardı bu kendisine sivri akıllı Kronos'un oğlundan.
Masanın üstüne koyduğu çıplak sivri oku aldı eline,
öbür oklar duruyordu okluğun içinde sessiz sedasız,
az sonra onları birer birer Akhalar deneyecekti.
Oku koluna aldı taktı yaya, kirişle yeleği çekti,
nişan aldı oturduğu yerden ve attı oku.
Ağır tunç hiç şaşmadı, geçti delikten deliğe,
tekmil baltaların halkaları arasından dümdüz (Sayfa: 367)


28 Şubat 2020 Cuma

Yıldırım Türker - Gözaltında Kayıp Onu Unutma

Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak
Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi
*
Melih Cevdet Anday*
*
İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya göz dağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı ''Gece ve Sis''ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik. 
İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor.
*
Yıldırım Türker

#YıldırımTürker #GözaltındaKayıpOnuUnutma

BARIŞIN BEYAZ KUŞU
*****
Kırılma bana beyaz kuş.!
ben yolmadım tüylerini.
sana taş atan da ben değilim.
İnan..
..Seni yok etmelerine engel olmak istedim.
çabaladım..
ama güçlüler onlar beyaz kuş
vurdular iri kayaları belime
sonra sana fırlattılar o koca kayaları
Ağzındaki zeytin dalını ben koparmadım
Onlar kanattılar, aldılar senden
yakalamak istedim onları..
kaçıverdiler..
demir bir kafese koydular seni
Kafesi kırmak istedim beyaz kuş,
kelepçelediler o an ellerimi.
Zincirlerimi kırmak istedim beyaz kuş,
Çektiler altımdaki tabureyi
susturdular..
Susturdular beni o an
Ölü gözlerimle seni görmek istedim,
bırakmadılar.
Kalın, kara bir bantla örttüler
koyuluğa düştü gözlerim,
kara bir koyuluğa
sonsuza dek..
*
İsmail Bahçeci

ÖLÜRSEK EĞER * aşkı, kardeşliği, doğruluğu ararken ölürsek eğer.. sanmayın gerçekten öldüğümüzü
aslında..
..ölümün sonsuzluğunu yok eder
yaşamın sürekliliğini kazanırız.
Ve ölürken..
..mutlu ve gururlu ölürüz
bir tanrı gibi;
ölümü yok etmenin
sevinciyle ölürüz.
*
İsmail Bahçeci
#YıldırımTürker #GözaltındaKayıpOnuUnutma

#HasanOcak #HüseyinToraman #HayrettinEren #İsmailBahçeci #KenanBilgin #HasanGülünay

23 Şubat 2020 Pazar

Nâzım Hikmet Ran - Yazılar 4

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

GÜZEL SÖZ
*
Güzel, parlak söz söylüyor diye ün salan insanlardan kuşkulanırım. Hele ''hoşsohbetlilik''le nam alanlara karşı içimde acayip bir çekingenlik vardır.
Bana kalırsa, düşüncelerinin dibi hemen görülüvererek, duygularının ışıltısı en güçsüz bir rüzgârla sönüverecek olanlardır ki güzel ve parlak konuşmak, ''musahabatı tatlı'' (sohbeti) olmak hilesine başvururlar. Böylelikle düşüncelerinin dipsizliğini boyalı cümlelerin alacalığı ile örtmek ve duygularının ışıltısını, ilk işitildiğinde insana aşılmaz gibi görünen söz duvarlarıyla korumak isterler.
Bu, sözün büyük bir rol oynadığı inkılap sıralarında bile böyledir. İnkılapların ''büyük'' hatipleri hiçbir vakit inkılapların sonuna kadar dayanan, onları bütün genişlikleriyle ifade eden liderleri olmamışlardır.
Fransız İnkılabı'nda Mirabeau ve Danton bu söylediklerimin göze batar örnekleridir.
Mirabeau ile Danton inkılap orkestrasında maestroluk etmemişler, sadece ilk kıyametli uvertürde davul çalmışlardır. Belki o şahlanan sesler içinde davulların gürültüsü, bir an için, bütün notaların üstüne çıkmıştır. Fakat çok geçmeden, gürültücü aletlerini sırtlayıp sahneden, bir daha geri dönmemek üzere, çekilip gitmişlerdir.
Söz kuvvetli şeydir. Öyle.! Ancak, , içi olmayan güzel söz, bir havai fişeğe benzer ki renkler, ışıklar içinde göklere yükselip bizi bir an hayran bıraktıktan sonra sönüverir ve burnumuzda yalnız kötü bir barut kokusu kalır..
*
[Orhan Selim / Akşam, 18.1.1936] (Sayfa: 23)

***
(..) ''Karikatürüm yapıldı'' diye kızan adam, içinden, gizliden gizliye kendini yapılan karikatürü gibi görendir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.2.1936] (Sayfa: 33)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Ne insan düşüncesi dünyasında, ne de beşeri pratikte, değişmeyen, her devre uygun gelen, bir kere keşfedildikten sonra karşısına oturulup hayran hayran seyretmekten başka yapılacak bir iş bırakmayan, mutlak ve ebedi bir hakikat yoktur.
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.3.1936] (Sayfa: 52)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

''Birdenbire'', ''apansız'' ''ani'' hiçbir şey yoktur.
Suyu ateşin üstüne koymuşlar, su ısınmış, suyun içi, sıcaklığı değişmiş. Eğer sen suyun altındaki ateşi görmüyorsan, suyun ısındığını bilmiyorsan, onun buhar oluşunu ''birdenbire'', ''apansız'', ''ani'' sanırsın.! Suyun altındaki ateşi bilen için onun birdenbire buhar oluşunda apansızlık yoktur.
Su uzun bir evrim yolundan geçti, bu yolun sonunda bir sıçramayla, bir devrimle, birdenbire buhar oldu.
Ne evrimsiz devrim vardır, ne devrimsiz evrim.
*
[Orhan Selim, Akşam, 10.3.1936] (Sayfa: 56)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

- Saksıya ne dikiyorsun.? dedim.
- Karanfil, dedi.
Baktım, saksıya diktiği karanfil değil, baldıran otuydu.
Beni aldatmak istediyse aldanmadım. Bilerek, kendi kendini aldatıyorsa, acımaya bile değmez. Bilmeyerek aldanıyorsa, bilmediği işe girişmesin.
*
[Orhan Selim, Akşam, 10.3.1936] (Sayfa: 56)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4
BELALARDAN BİRİ

Radyolu bir dostum var. Ara sıra geceleri giderim ona. Radyo dinlerim. Fakat radyolu dosttan her dönüşümde bir kızgınlık, kine yakın, nefretle karışık bir duygu kabarır içimde.
Radyo kadar yalancı bir ağız, radyo gibi kulaklarını kâinata tıkamış keyfine düşkün bir varlık tanımıyorum. O, bu yalancılığı, bu keyfine düşkün hodbinliğiyle kalsa yine aldırmaz geçersin. Fakat ağrılarla kıvranan, etekleri kanlı toprağın havalarını şarkılar, türküler, keman sesleriyle doldurarak bir düğün evi uğultusuyla avaz avaz bağıran bu mürai (ikiyüzlü), tıpkı bir afyon satıcısı gibi bizi sersemletmek vazifesini de üstüne almıştır.
Avutmak ve uyutmak işini omuzuna alan hiçbir müessese, ne Amerikalı Hearst’ün ‘’büyük dünya matbuatı’’na önderlik eden tröstü, ne mükeyyifat (keyif araçları) sanayisi, ne bilmem ne, büyük Avrupa ve Amerika radyo merkezleri kadar, menfur işlerinde, muvaffak olamamışlardır.
Çünkü radyo, kendine yardımcı diye, musikiyi yaka paça ederek eli altına almış.
Radyonun emrinde, musiki, bir sarhoş türküsü, bir uyku ve ölüm marşı halinde. Musikinin konuştuğu dili çok geniş insan yığınları anlar. Musikinin tirajı bütün ‘’büyük dünya matbuatının’’ tirajından çok fazladır. Ve radyo işte bu hudutları aşan dille yalan söylediği için insanların başındaki en büyük belalardan biridir.
*
[Orhan Selim, Akşam, 19.3.1936] (Sayfa: 65)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Dünkü Akşam gazetesinde bir resim vardı. Hem de benim fıkramın sayfasında.
Bir kadın. Ayak ayak üstüne atıp bir lokanta mı desem, bar mı desem, herhalde böyle yerlerde kullanıldığını sandığım yuvarlak bir masanın üstüne oturmuş. Bir elinde kadeh, öbür eli kalçasında.
Bu resim üstünde şöyle bir serlevha (başlık) vardı: KIYMETLİ BACAKLAR. Resmin altında ise şu izahat veriliyor:
Amerikalı aktris Mis Fay Marbe bacaklarını bir milyon 250 bin Türk lirasına sigorta ettirmiştir. Yukarıda aktrist ve kıymetli bacakları görünüyor.
Yukardaki kıymetli bacaklara baktım. Basbayağı kadın bacakları. Bu basbayağı kadın bacaklarının bir milyon 250 bin Türk lirasına sigorta edilmiş olmasına göre dehşetli bir manevi değerleri olması gerek. Hoş, biçimleri harikulade olsa da bir çift bacağa bu kadar yüksek ‘’değer.?!’’ Biçilmesi için onların biçimlerinden gayrı bir işe yaramaları lazım gelir. Acaba bu bacaklar ‘’medeniyet.?!’’ Ve ‘’insaniyet.?!’’ İçin hangi büyük hizmeti yapmışlar, yahut yapacakları ihtimali düşünülmüş.?
İşin bu soğuk kaçan şakasını bir tarafa bırakın. Fakat telgraf havadislerinin yakın bir harbi, yani milyonlarca insanın tekrar ölmesi ihtimali olduğunu haber verdikleri bir ‘’medeni.!?’’ Dünyada bir çift kadın bacağının herhangi bir tehlikeye karşı bir milyon bu kadar liraya sigorta edilmesi o ‘’medeniyet.?!’’ Dünyasının maskesini bir ucundan şöylece tutup kaldıran bir vakıadır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 22.3.1936] (Sayfa: 66)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4
NAPOLEONA DAİR BİR FIKRA

Dün gazeteleri okuyunca Napoleon’a dair bir fıkra geldi hatırıma. Zaten Napoleon yalnız fıkralarda ve Madam San Jen filan gibi gülünçlü tiyatro oyunlarında dikkate değer bir şahsiyettir. Yoksa bu sergüzeştçi mürtecinin biricik becerikliliği –kumandanlığı bile su götürür- sözde hakikatlerdendir.
Her neyse, burada Napoleon’un şahsiyetini, tarihteki rolünü filan tetkik edecek değiliz, ben sadece size bu sabah gazeteleri okuyunca aklıma gelen bir Napoleon fıkrasını anlatacağım:
Napoleon imparator olmaya karar vermiş. Eh, mademki karar vermiş, olsun, kim ne diyebilir, değil mi.?
Hayır Napoleon hem imparator olmaya karar vermiş, hem de bu işi yaparken halkın fikrini almak istemiş. Merak bu, ne denir.? Lafı uzatmayalım, halkın tasvibiyle imparator olmak merakına düşen Napoleon, çağırmış generallerinden birisini, rey toplaması için lazım gelen talimatı vermiş.
Talimatı alan general, talimat mucibince rey sorma işine ordudan başlamış. Toplamış bir iki tabur askeri bir araya, ‘’Dinleyin çocuklar,’’ demiş, ‘’Napoleon imparator olmak istiyor. Fakat malum ya yapmış olduğumuz İnkılab-ı Kebir icabatı bu hususta halkın reyini almak lazım. Şimdi size soruyorum: İçinizde Napoleon’un imparator olmasını istemeyen var mı.? Eğer varsa hiç çekinmeden söylesin. Her vatandaş reyini serbestçe kullanmalıdır. Haydi.’’
Askerlere bu nutku veren general birdenbire yanındaki kâtiplerden birine dönmüş ve herkesin işiteceği gibi yüksek bir sesle ona da şu emri vermiş:
‘’Siz Napoleon’un imparator olmamasını isteyenlerin adlarını yazarsınız. Nasıl reylerini serbestçe kullanmak onların hakkıysa, onları kurşuna dizdirmek de Napoleon’un hakkıdır..’’
Fıkra burada bitti. Sonra ne olmuş diye mi merak ediyorsunuz.? Tarih, Napoleon halkın iradesiyle imparator oldu diyor.
*
[Orhan Selim / Akşam, 31.3.1936] (Sayfa: 72-73)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Söz gümüşse sükût altındır, derler. Bu lakırdının tarihini araştırın. Söz söyletilmeyen bir devirde ortaya çıktığını anlayacaksınız.
*
[Orhan Selim /Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Hüriiyet, zaruretlerin idrakidir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Mücerret (soyut) ve mutlak hakikatler arama.! Durmaksızın değişen bir âlem içinde gülünç ve zavallı olursun.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Küçücük bahçeli kiralık bir evde oturur.
Bahar başlangıcında, bir pazar günü onu görmeye gittim.
Elyazma kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardır ki içindeki her kitabın tezhibine, her kitabın yaprakları arasından gizli gizli yükselen sarımtırak kâğıt kokusuna doyum olmaz.
Bahçenin yeşil boyalı tahta kapısından içeri girince onu orta yerde toprağı kazar buldum.
- Merhaba kolay gelsin, dedim.
- Eyvallah, buyur, dedi.
- Ne yapıyorsun.? dedim.
- Ağaç dikeceğim, dedi.
Yanı başında durdum. Toprağı kazmak işini bitirince biraz ötede yerde yeni doğmuş bir çocuk gibi yatan fidanı aldı. Dikti. Sonra toprakla besledi fidanın köklerini. Çukuru örttü.
- Bu iş de oldu, dedi.
- Ne ağacı dikiyorsun, dedim.
- Çam, dedi.
- Bu, kaç yıl sonra bir delikanlı boyunda olacak, dedim.
- Eh, dedi, bir on beş yıl sonra. Ama, sen bunu gel de elli sene sonra gör asıl.
Hiç cevap vermedim. Kirayla oturduğu ve belki yakında çıkacağı evin bahçesine elli yıl sonra tam ağaç biçimine girecek olan çam fidanını diken adama saygıyla baktım. Ve birdenbire gözümün önünde büyük idealistleri harekete getiren, şairane tabiriyle, ''sırrın'' bir kapısı açıldı.
*
[Orhan Selim / Akşam, 8.5.1936] (Sayfa: 107)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

DİLLENMEK
*
İzmir'de bir dilsiz, kırda, bir ağaç altında birdenbire dillenmiş. Şimdi herkes bu birdenbire dile gelen dilsizle alakadarmış.
Bu havadisi bir arkadaşla beraber okuduk. Arkadaş dedi ki:
- Vah, vah, acıdım delikanlıya. Şimdi dili açıldıktan sonra kim bilir bu açılan dili yüzünden ne belalara girecek. O zaman dilsizliğin kadrini anlayacak ama, iş işten geçmiş olacak.
Güldüm.
- Haksızsın, dedim. Dil bela değildir. Dilsizlik beladır. ''Bülbülün çektiği dili belasıdır'' derler. Ne boş söz. Bülbül, dili olduğu için bülbüldür. Pençe yerine kaz ayağı taşıyan bir aslan nasıl aslan değilse, dili olmayan bülbül de bülbüllükten çıkar, bir balık olur.
Hem sen ne sanıyorsun, bütün bülbüller içinde:
- Aman başımıza bela geliyor, şu dilimizden bizi kurtarın.! diyecek bir tek bülbül çıkar mı.?
Dahası var, bülbülün dili yüzünden başına gelen bela nedir.? Tutup kafese koymaya çalışırlar, değil mi.? İyi ama bülbül ne yapar.? Kafese girince ötmez. Yani asıl en güzel şarkısını o zaman söyler..
Bu sefer, benim bu sözlerime arkadaşım güldü.
*
[Orhan Selim / Akşam, 12.5.1936] (Sayfa: 108)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

BU KEPAZELİK TEKRAR ETMEMELİ.!
*
Dün gece bir sinemaya gittim. Bir film oynuyor. Alakadarlar ismini merak ederlerse söyleyebilirim.
Bu film nasıl oluyor da Türkiye'de gösterilebiliyor.?
İstilacı bir emperyalizme karşı memleketini müdafaa eden bir millet adi eşkiyalar, çapulcular haline sokulmuş. Emperyalizmin uşakları kahraman olmuşlar.
Film öyle tertip edilmiş ki seyirci zorla istilacılarla beraber oluyor ve onların zaferini alkışlamaya mecbur ediliyor.
Türkiye'nin en büyük hususiyetlerinden birisi de vaktiyle bir antiemperyalist kavgaya girişmiş olmasıdır. Milli Kurtuluş Hareketi bir bakımdan antiemperyalist bir kavgadır.
Böyle bir kavganın hatıraları hâlâ taptazeyken, emperyalist istilanın bütün acılarını çekmiş bir şehirde nasıl olur da emperyalizmin methiyesini yapan böyle bir kepazelik gösterilir.?
Bu filme, ki bunun gibileri çoktur, kim müsaade etmiş.? Memleketlerini kurtarmak için ölenlerin üstünde yükselen emperyalist bandırasını alkışlamaya biz nasıl zorlanabiliriz.?
Bu kepazelik bir daha tekrar etmemeli. Türkiye seyircileri aşk, kıskançlık dalaveresiyle, sinema yıldızlarının baldır ve bacaklarıyla emperyalizmi alkışlamaya teşvik edilmemelidir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.7.1936] (Sayfa: 167)

***
HARPÇİ VE SULHÇU MİLLET
*
İstanbul gazetelerinde okudum. Bir İngiliz yazıcısı: ''Milletleri harpçi ve barışçı diye ikiye ayırmak yanlıştır. Çünkü milletleri harpçi ve sulhçu yapan onların başında bulunan idarecilerdir,'' demiş.
İngiliz yazıcısının bu fikrinde hakikatin büyük bir payı var. Elbette ki milletler harbetmek istemezler. Falih Rıfkı'nın bir yazısında dediği gibi, her milletin ekseriyetini teşkil eden köylü, işçi, çalışan namuslu münevver bir harbin ateşi içinde ölmek ve öldürmek istemez.
Fakat, yukarda da söyledim ya, İngiliz yazıcısının fikrinde hakikatin payı var. O kadar. Bunun tam hakikat olabilmesi için fikri daha derinleştirmek, kaynaklara gitmek lazım.
Bir milleti harpçi veya sulhcu gösteren, onu harbe sürüklemek, yahut sulh içinde yaşatmak isteyen idarecilerdir. Fakat bu idareciler nerden, nasıl ortaya çıkarlar.? Neden ve ne suretle harp etmek istemeyen bir milletin ekseriyetini ölmeye ve öldürmeye göndertebilirler.? İşte asıl sorulması lazım gelen sual, derinleştirilmesi icap eden fikir budur.
''Harp insanların yaratılışında vardır'' gibi mülahazalar ilimden uzak, bizzat milletleri harbe sürüklemek isteyenlerin ilim kisvesi altında etrafa yaydıkları propagandadır.
Bütün beşeri tarihte, bugüne kadar muharebelerin yapılmış olması da harbin ''tıynet-i beşerde meknuz'' (İnsanın mayasında saklı) olduğunu ispat etmez. ''Tıynet-i beşerde meknuz'', ebedi gibi görünen nice şeyleri onları doğuran sebepler ortadan kalktıktan sonra yok olmuşlardır. ''Tıynet-i beşer'' kadar değişen, kendi kendini red ve inkâr eden az nesne vardır.
Bundan dolayı harp havasının estiği bugünlerde bir taraftan ''milletleri'' harpçi yahut sulhcu yapan sosyal, tarihi sebepleri araştırmak, bir taraftan da bizzat harbi bir zaruret kılan illiyeti kavramak gerekir. Ve anlamak lazımdır ki bu sebep ve illiyet ortadan kalmadıkça ''harpçi idareciler'' daima var olacaktır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.9.1936] (Sayfa: 217)

***
HER ÖLÜ ''RAHMETLE'' ANILMAZ.!
*
(..) ''Ölüye kin tutulmaz'' derler. Ölüm, bir adamın bütün ''günahları''na, dünyadayken işlediği aleni, vicdani bütün suçlarına bir sünger çeker. Sözün kısası, ölene karşı saygı gösterilir, ölüsü yıkanır, paklanır ve gömülür.
Fakat öyle insanlar vardır ki onların ölümleri bile ''günahlar''ını affettirmez. Onların dirileri kadar ölüleri de bizde uyandırdıkları nefret, kin gibi duyguları silemez. (..) 

*
[Orhan Selim / Akşam, 1.12.1936] (Sayfa: 249)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

ALMAN FAŞİZMİ VE IRKÇILIĞI 1
*
Bu kitap Thedor Balk'ın Races Mythe e Verite, Ernst Henry'nin Hitler Over Europe, B. M. Bernadiner'in Filosofia Nietzsche i Fascism isimli eserlerinden iktibas edilip, Nâzım Hikmet tarafından toplanmıştır.
*
TARİHİN AKIŞINDA IRK NAZARİYELERİ
*
''Ari'', ''Ari ırk'', ''Ari fikir'' bütün bunlar yeni mefhumlardır. Aşağı yukarı yüz yaşındadırlar. Biz ona, Avrupa'da, XVI. asırdan itibaren rastlıyoruz. Fakat daha ortada ne umumiyetle ''ırk'', ne de bilhassa ''Ari ırk'' yokken insanlar kendi gruplarıyla başka gruplar, kendi kabileleriyle başka kabileler, kendi kavimleriyle başka kavimler, kendi şehirleriyle başka şehirler ve kendi sınıflarıyla başka sınıflar arasında farklar olduğunu düşünmüşlerdir.
O zamanlardan bugüne kadar yalnız metodlar değişmiş, fakat vardıkları netice bugünkü ''modern'' alimlerinkinin daima tıpkısı olmuştur: Mensup oldukları grubu beşeri meziyetlerin rekorcusu telakki etmek.! Böylelikle bugün ''Arilik'' biçiminde ortaya çıkan nesne kavimlere, sınıflara ve asırlara göre maskesini değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır.
*
İptidai Kavimlerde
*
İptidai kavimler kendi yüksekliklerinin, diğerlerine göre tefevvuklarının esbabı mucibesini fevkalarz kuvvetlerin, allahların iradesinde bulurlardı.
Sürülerinin peşinde yeni ortaklar bulmak için durup dinlenmeden dolaşan göçebeler yollarının üstünde başka kabilelere, komşulara, aynı ortaklardan istifade etmek isteyenlere rastladıkça çarpışırlardı. Bu çarpışmaların kanlı muharebeler biçimini aldığı da olurdu. Ve allahlarının yeryüzündeki vekillerinin buyruğuyla, mağlup kabilelerin esirleri katliam edilirdi.
Fakat göçebe kavimler, yavaş yavaş toprağa yerleştikçe, ziraatla uğraşır oldukça esirlere karşı tuttukları yol da değişmeye başladı. Esirleri kesmekten vazgeçtiler. Onları tarlalarda ve ev işlerinde kullanmayı daha muvafık buldular.
Artık toprağa yerleşen eski göçebelerin tanrıları, kendilerine tapmayan öteki kabilelerden alınan esirlerin esaretini tayin kıldı. Esirlerin esir düştükleri kavimlerin çocuklarıyla evlenmelerini yasak etti.
*
Atina ve Roma'da
*
Atina ve Roma oldukça yüksek bir inkişaf basamağına ulaşabilmişlerdi. Atina ve Roma'nın çiçeklenme devrinde İlyada ile Odysseia yazılmış, Aristo ve Demokrit'in sistemleri icatedilmişti. Akropol ve Romen Forumu, oyma mermer saraylar, birbirinden gözalıcı şehirler kurulmuştu. Bütün bunları kuranlar yüzlerce isimsiz kollardı. Yüzlerce, binlerce isimsiz kol taşları yontmuş, kadırgaları yürütmüş, tek kelimeyle, en ağır en pis işleri görmüştü. Bu yüzlerce, binlerce isimsiz kol muharebelerin verimiydi.
Atina ve Roma'dan daha aşağı bir inkişaf merhalesindeki kavimlerde esareti tayin eden, kutlulayan Allahtı. Ekonomi ve ilimde daha bilgili olan Romalılarla Yunanlılar, bu hususta, Allaha yeni bir yardımcı buldular: Esareti ''mazur göstermek'', ''tebriye etmek'', ''haklı çıkarmak'' için ''TABİAT''a başvurdular.
Aristo diyordu ki:
''Tabiat, barbar kavimleri daha aşağı yaratarak onları Yunanlılara esir olarak verdi''.
Tabiat Yunanlılara barbar kavimler arasında,
''Canla gövde, insanla hayvan arasındaki ayrılıklar kadar farklar yarattı''.
Romalılar esirlerinin sarı yahut siyah saçlı olmalarına, kafataslarının yuvarlaklığına yahut uzunluğuna, Cermanya'dan yahut Habeşistan'dan gelmiş bulunmalarına aldırış etmezdi. Irkçılığın bu çeşit ''yüksek ilmi'' tetkikleri ancak yirminci asrın mahsulüdür.
Yukarda da söylediğimiz gibi Atina ve Roma'nın kendilerine uygun bir ''ırklar nazariyesi'' vardı. Harp meydanlarında yakaladıkları bütün barbarlar TABİAT tarafından onlara esirlik etmek için yaratılmışlardı.
Fakat, ne şayanı dikkattir ki, Aristo'nun kavmi olan Yunanlılar da ''tabiat tarafından'' başkalarını esir etmek hakkına sahip oldukları halde ''günün birinde'' Roma'nın esiri oluverdiler. (Sayfa: 261-262)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

TARİHİN AKIŞINDA IRK NAZARİYELERİ
*
Yeni Dünya Keşfedilince
*
Kristof Kolomb'un Hindistan'a en kısa yolu bulmak için İspanya kıyılarından yelken açışı 400 yıl öncedir. Ve 400 yıl önce Kristof Kolomb Hindistan'a en kısa yolu bulayım derken Amerika'yı keşfedip geri döndüğü vakit Haşmetlu Kralın Maliye Nazırı Gabriel Sanchez'e verdiği muhtırada şu satırları da yazmıştı:
''Juana adalarında külliyetli baharat ve büyük altın madenleri bulunmaktadır. Bir küçük iğne mukabilinde, gemicilerimiz yerlilerden 2 buçuk Castillans ağırlığında altın parçaları alıyorlardı.''
Gemilerin seyir defterinden topladıkları vesikalara dayanarak, devrin ulemasından Herrara ve Oviedo cenapları, bu altın kıymeti bilmez yerliler hakkında bir rapor yazmışlardı. Bu rapora göre bu yerliler hayvanları andırmaktaydılar. Derileri esmerdi, Avrupa dillerini anlamıyorlar, hatta Mesih'in adını bile duymamış bulunuyorlardı. Herhalde bunlar âdemoğlu değillerdi. Ve âdemoğlu olsalar bile herhalde başka bir ırka mensuptular.
Herrara ve Oviedo cenapları raporlarında her ne kadar ''Irk'' kelimesini kullanmıyorlarsa da bunu onların bu husustaki ıstılah keşfetmek beceriksizliklerine vermemiz lazım gelir. Fakat ne olursa olsun, biz bu iki İspanyolu modern ırklar nazariyesinin bayraktarları gibi, yani HOMO SAPIENS nevinin birinden ötekine geçilmez uçurumlarla ırklara bölündüğü prensibini güden nazariyenin, mübeşşirleri olarak selamlayabiliriz.
Kristof Kolomb'un peşinden Amerikaya müthiş kârlı ve kanlı bir akın başladı. Ve altın kıymeyi bilmez yerliler İspanyolların istediklerini güzelce vermedikçe onlara barut ve kurşun meram anlattı.
Fakat İsa'nın akidesine göre insanların hepsi birbirlerinin kardeşi değiller miydi.? Böylelikle Hıristiyanlık ''nazariye''leriyle Amerika'daki pratik arasında bir tezat başgöstermiş oluyordu. İlahiyatçılar bu zıddiyeti halletmek çaresini bulmakta gecikmediler.
1517 yılının temmuzunda İspanya Kralı İkinci Charles büyük bir meclisi meşveret topladı. Ruznamenin birinci maddesi ''Hindistan Meselesi'' idi. Daire despotu Quevdo bu mesele hakkında bir rapor tanzim etmek vazifesiyle tavzif kılınmıştı. Ve vazifesini bihakkın herkesi memnun ederek yerine getirdi. Mesih'in hakkını Mesih'e, kralın hakkını İkinci Charles'a ve tüccarların hakkını tüccarlara verdi: İndiolar, ''TABİAT''ça mütefessihtiler. Onları bir başlarına bırakmak günah-ı kebairden birini işlemek demekti. Bunları Allahın en iyi hadimlerinin ihtimamına bırakmak gerkti. Allahın en iyi hadimleri de İspanyollar olduğu için bu Allahsız vahşilerin ruhlarını ancak onlar temizleyebilirlerdi.
Aynı asırda yine ırk nazariyecilerinden Sepulveda, bu putperest İndiolar'ı yarattığından dolayı Halik-i Âzâm'a karşı büyük bir minnettarlık duyduğunu yazıyordu. Çünkü bu putperestleri putlarından vazgeçirmek en yüksek amellerden biri olacaktı. Ve eğer bu ''insan-aşağıları'' insan olmamakta ısrar ederlerse onları ''haklarından, topraklarından'' ve elbette altınlarından mahrum etmek kadar doğru hareket olabilir miydi.?
Böylelikle renkli ırkların aşağılığı nazariyesi doğmuş oluyordu artık.
Bu, genç ticaret sermayesinin nazariyesiydi. Bu nazariyenin metodu henüz ilahiyata dayanmaktadır. Burda aşağı ırk İNDİOLAR'dır. Yüksek, aksoylu ırk ise İSPANYOLLAR. (Sayfa: 263-264)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Donkişotlar Devrinde
*
Sıra donkişotlar devrine geldi.
Yelkenliler Amerika'dan, o zamanki adıyla ''Garbi Hindistan''dan ve adalarından inanılmayacak kadar çok altın yığınları, değerli taşlar, baharat, ipek ve kadife taşımaktaydılar. Fakat servet asilzade şövalyelerin şatolarında değil, zengin tüccarların depolarında birikmetedir.
Şövalyeler şatolarının oymalı ve armalı ocaklarının başlarında oturmuşlar, külleşen ateşe bakarak büyük eski günlerin zafer rüyalarını görüyorlar. Ah.! ne eski günlerdi onlar.! Her irili ufaklı derebey malikânesi bir devletti. Ne güzel günlerdi ki o günler, tüccar alışveriş etmek, burjuvalar kundura yapmak ve mum eritmek iznini almak için baç verirlerdi. Fakat heyhat.! fakat efsus.! fakat bir kelimeyle bunlar hep mazi olmuştu.
Şehirler kuvvetlenmiş, burjuvalar zenginleşmiş ve eskiden şövalyelerin senli benli konuştukları, yardım edip etmemekte hür oldukları krallarla prensler hâkimi mutlak kesilmişlerdi.
Memleketlerin birçoğunda hükümet-i mutlakalar kurulmuş, böylelikle, kelimenin modern manasıyla ''devlet'' doğmuştu.
Artık saray güneştir. Asalet ve ruhban bu güneşin etrafında tavaf etmekte ve ışınlarını ondan almakta. Bankerlerle tüccarların ışıkları daha sönükçedir. Bunların kilometreler uzunluğunda soyadları ve ünvanları yok. Birinci ve ikinci tabakalar gibi vergiden muaf değillerdir. Fakat kasalarının karnı ve faaliyetlerinin sahası her gün biraz daha büyümekte ve genişlemektedir.
Oysaki, öte yanda, küçük şövalyeler kümeslerinde yumurtalarını saymak, ocaklarının başlarında hülyaya dalmak ve serflerini kırbaçlamaktadırlar. Bu çeşit verimli işler (?!) arasında bazıları kitap da yazıyor. ''Cesaret'', ''safiyet'', ''hürriyyet'' havasının estiği gibi eski günleri anan acı kitaplar.
François Hatman bu çeşit kitap yazıcılardan biridir. Bir kitabında diyor ki: ''Franklar eskiden hür bir kavimdiler. Krallarını kendileri seçerlerdi. Frankların devleti hürriyetin devletiydi.''
François Hatman'ın buradaki isyanı ne köylüler, ne sanatkârlar, ne de fakirler içindir. Onun mutlakiyet idaresinde hürriyetlerini kaybettiklerinden bahsettiği insanlar küçük asilzadeler, aksoylu ailelerdir. Ve o, bunların namına Frank kabilelerinin büyük kurultayını toplamak istiyor.
Christophe Sheurl, Libellüs de laudibus germanie adındaki eserinde Cermanya'yı terennüm etmektedir. Ona göre, Cermanya asaletin kaynağıdır.
Sheurl'den bir asır sonra ise Kont de Baulainvilliers dekadan şövalyeliğin gözüyle dünyayı şöyle görüyordu:
''Gaule (Gol) ülkesinin fatihleri Cermen Franklardır. Gauloilar (Golvalar) ise Gol ülkesinin yerlileri. Asalet, Frankların soyundan gelmedir. Köylülerin, serflerin, şehir fıkarasının ecdadı ise Golvalardır. Krallara gelince onlar bulaşık bir ırkın piçleridirler. Merkeziyetçi, monarşik hükümetlerin başlarında bulunan krallar Frank ırkını, yani asilzadeleri yok etmeye karar vermişlerdir. Ve bu maksatla serfleri yani Golvalar'ı azat etmişlerdir. Bu vaziyet karşısında Cermen ırkı ne topraklarından, ne de haklarından bir karışını bile feda etmemeli, imtiyazlarını sonuna kadar korumaya çalışmalıdır.''
Böylelikle, Baulainvilliers ''tesviyeci'' krallığa karşı kavgaya girişmiş bulunuyordu ve o da bir kurultayın toplanmasını istiyordu. Yani, bir satırla ifade edersek, onun istediği şey: Yukarıya karşı ''demokrasi'', aşağıya karşı ''aristokrasi''..
Asil Cermen ırkı nazariyesi doğmuştur. Onunla beraber ''nivellement'' tehlikesi palavrası da gün görmüş olmaktadır.
Dekadan Şövalyeliğin ırklar nazariyesi budur işte.
Bu nazariyede kullanılan metot ''tarihe'' dayanmaktadır.
Nazariyeciler ise ''tarihşinaslar''. Aşağı ırk mı kimler.? Golva köylüleri. Yüksek ırk.? Cerman soyundan gelen asilzadeler. (Sayfa: 264-266)

***
Giyotin Devrinde
*
Giyotin ve makine devrine girildi.
Makine, birinci ve ikinci tabakaların oturdukları dalları kesen bir giyotin rolünü oynadı. Giyotin, birinci ve ikinci tabaka mümessillerinin kafasını uçuran bir makine oldu.
''Golva ırkı'', üçüncü tabaka, son yıllar içinde, bankaların, manifaktürün ve ticaretin efendisi olacak kadar inkişaf etmişti. Ekonominin dev gibi dümeni onun elindeydi. Fakat siyasi iktidarda birinci ve ikinci tabakalar kurulup oturuyorlardı.
1789 yılı bu zıddiyete nihayet verdi. Fransa İnkılabı burjuvazinin kurtuluş seyrini, bir sıçramayla, tamamladı.
Bu yıllarda derebeyliğin ırklar nazariyesi bazı yeni renklerle boyanıyor. Artık tehlike, ''tesviye taraftarı olan'' kralların bulaşık ırkından değil, burjuvaziden gelmektedir.
Bastil'in zaptından bir yıl önce papaz Brezazard'ın Observations sur l'histoire de Franca adlı kitabı çıkıyor. Bu kitaba göre ''hürriyet''in kaynağı Cermanya ormanlarıdır. Üçüncü tabaka aşağı bir ırktandır. Ve Cermen fatihlerin bunları hürriyetlerinden mahrum etmiş olmaları gayet doğrudur.
Dahası var. Bu gibi işlere dair kitap yazan bir başka ''üstad''a, Montolsiere'e göre üçüncü tabakanın ırkında bir hususiyet bile yoktur. Bu tabaka esir ırkların bir halitasıdır. XII. asıra kadar iktidar ''hür halk''ın elindeydi. XII. asırdan başlayarak ırkları karışık bir güruh gitgide kendini göstermeye başladı. Böylelikle sayı, sürü, değere galebe çalar oldu. 1789 yılında bu galebenin son sözü söylenmişti.
Bu suretle görülüyor ki bir vakitler aşağı, hatta karışık, melez ırk telakki edilen burjuvaziydi. Bugün ise bu ırk nazariyesini işçilere tatbik etmek sırası burjuvaziye gelmiştir. Yalnız unutmayalım ki Fransa İnkılabı yıllarının ırk nazariyesi yenilmiş derebeyliğin elinde sallanan son yırtık bayraktı. (Sayfa: 266-267)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...