28 Şubat 2020 Cuma

Yıldırım Türker - Gözaltında Kayıp Onu Unutma

Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak
Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi
*
Melih Cevdet Anday*
*
İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya göz dağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı ''Gece ve Sis''ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik. 
İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor.
*
Yıldırım Türker

#YıldırımTürker #GözaltındaKayıpOnuUnutma

BARIŞIN BEYAZ KUŞU
*****
Kırılma bana beyaz kuş.!
ben yolmadım tüylerini.
sana taş atan da ben değilim.
İnan..
..Seni yok etmelerine engel olmak istedim.
çabaladım..
ama güçlüler onlar beyaz kuş
vurdular iri kayaları belime
sonra sana fırlattılar o koca kayaları
Ağzındaki zeytin dalını ben koparmadım
Onlar kanattılar, aldılar senden
yakalamak istedim onları..
kaçıverdiler..
demir bir kafese koydular seni
Kafesi kırmak istedim beyaz kuş,
kelepçelediler o an ellerimi.
Zincirlerimi kırmak istedim beyaz kuş,
Çektiler altımdaki tabureyi
susturdular..
Susturdular beni o an
Ölü gözlerimle seni görmek istedim,
bırakmadılar.
Kalın, kara bir bantla örttüler
koyuluğa düştü gözlerim,
kara bir koyuluğa
sonsuza dek..
*
İsmail Bahçeci

ÖLÜRSEK EĞER * aşkı, kardeşliği, doğruluğu ararken ölürsek eğer.. sanmayın gerçekten öldüğümüzü
aslında..
..ölümün sonsuzluğunu yok eder
yaşamın sürekliliğini kazanırız.
Ve ölürken..
..mutlu ve gururlu ölürüz
bir tanrı gibi;
ölümü yok etmenin
sevinciyle ölürüz.
*
İsmail Bahçeci
#YıldırımTürker #GözaltındaKayıpOnuUnutma

#HasanOcak #HüseyinToraman #HayrettinEren #İsmailBahçeci #KenanBilgin #HasanGülünay

23 Şubat 2020 Pazar

Nâzım Hikmet Ran - Yazılar 4

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

GÜZEL SÖZ
*
Güzel, parlak söz söylüyor diye ün salan insanlardan kuşkulanırım. Hele ''hoşsohbetlilik''le nam alanlara karşı içimde acayip bir çekingenlik vardır.
Bana kalırsa, düşüncelerinin dibi hemen görülüvererek, duygularının ışıltısı en güçsüz bir rüzgârla sönüverecek olanlardır ki güzel ve parlak konuşmak, ''musahabatı tatlı'' (sohbeti) olmak hilesine başvururlar. Böylelikle düşüncelerinin dipsizliğini boyalı cümlelerin alacalığı ile örtmek ve duygularının ışıltısını, ilk işitildiğinde insana aşılmaz gibi görünen söz duvarlarıyla korumak isterler.
Bu, sözün büyük bir rol oynadığı inkılap sıralarında bile böyledir. İnkılapların ''büyük'' hatipleri hiçbir vakit inkılapların sonuna kadar dayanan, onları bütün genişlikleriyle ifade eden liderleri olmamışlardır.
Fransız İnkılabı'nda Mirabeau ve Danton bu söylediklerimin göze batar örnekleridir.
Mirabeau ile Danton inkılap orkestrasında maestroluk etmemişler, sadece ilk kıyametli uvertürde davul çalmışlardır. Belki o şahlanan sesler içinde davulların gürültüsü, bir an için, bütün notaların üstüne çıkmıştır. Fakat çok geçmeden, gürültücü aletlerini sırtlayıp sahneden, bir daha geri dönmemek üzere, çekilip gitmişlerdir.
Söz kuvvetli şeydir. Öyle.! Ancak, , içi olmayan güzel söz, bir havai fişeğe benzer ki renkler, ışıklar içinde göklere yükselip bizi bir an hayran bıraktıktan sonra sönüverir ve burnumuzda yalnız kötü bir barut kokusu kalır..
*
[Orhan Selim / Akşam, 18.1.1936] (Sayfa: 23)

***
(..) ''Karikatürüm yapıldı'' diye kızan adam, içinden, gizliden gizliye kendini yapılan karikatürü gibi görendir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.2.1936] (Sayfa: 33)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Ne insan düşüncesi dünyasında, ne de beşeri pratikte, değişmeyen, her devre uygun gelen, bir kere keşfedildikten sonra karşısına oturulup hayran hayran seyretmekten başka yapılacak bir iş bırakmayan, mutlak ve ebedi bir hakikat yoktur.
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.3.1936] (Sayfa: 52)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

''Birdenbire'', ''apansız'' ''ani'' hiçbir şey yoktur.
Suyu ateşin üstüne koymuşlar, su ısınmış, suyun içi, sıcaklığı değişmiş. Eğer sen suyun altındaki ateşi görmüyorsan, suyun ısındığını bilmiyorsan, onun buhar oluşunu ''birdenbire'', ''apansız'', ''ani'' sanırsın.! Suyun altındaki ateşi bilen için onun birdenbire buhar oluşunda apansızlık yoktur.
Su uzun bir evrim yolundan geçti, bu yolun sonunda bir sıçramayla, bir devrimle, birdenbire buhar oldu.
Ne evrimsiz devrim vardır, ne devrimsiz evrim.
*
[Orhan Selim, Akşam, 10.3.1936] (Sayfa: 56)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

- Saksıya ne dikiyorsun.? dedim.
- Karanfil, dedi.
Baktım, saksıya diktiği karanfil değil, baldıran otuydu.
Beni aldatmak istediyse aldanmadım. Bilerek, kendi kendini aldatıyorsa, acımaya bile değmez. Bilmeyerek aldanıyorsa, bilmediği işe girişmesin.
*
[Orhan Selim, Akşam, 10.3.1936] (Sayfa: 56)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4
BELALARDAN BİRİ

Radyolu bir dostum var. Ara sıra geceleri giderim ona. Radyo dinlerim. Fakat radyolu dosttan her dönüşümde bir kızgınlık, kine yakın, nefretle karışık bir duygu kabarır içimde.
Radyo kadar yalancı bir ağız, radyo gibi kulaklarını kâinata tıkamış keyfine düşkün bir varlık tanımıyorum. O, bu yalancılığı, bu keyfine düşkün hodbinliğiyle kalsa yine aldırmaz geçersin. Fakat ağrılarla kıvranan, etekleri kanlı toprağın havalarını şarkılar, türküler, keman sesleriyle doldurarak bir düğün evi uğultusuyla avaz avaz bağıran bu mürai (ikiyüzlü), tıpkı bir afyon satıcısı gibi bizi sersemletmek vazifesini de üstüne almıştır.
Avutmak ve uyutmak işini omuzuna alan hiçbir müessese, ne Amerikalı Hearst’ün ‘’büyük dünya matbuatı’’na önderlik eden tröstü, ne mükeyyifat (keyif araçları) sanayisi, ne bilmem ne, büyük Avrupa ve Amerika radyo merkezleri kadar, menfur işlerinde, muvaffak olamamışlardır.
Çünkü radyo, kendine yardımcı diye, musikiyi yaka paça ederek eli altına almış.
Radyonun emrinde, musiki, bir sarhoş türküsü, bir uyku ve ölüm marşı halinde. Musikinin konuştuğu dili çok geniş insan yığınları anlar. Musikinin tirajı bütün ‘’büyük dünya matbuatının’’ tirajından çok fazladır. Ve radyo işte bu hudutları aşan dille yalan söylediği için insanların başındaki en büyük belalardan biridir.
*
[Orhan Selim, Akşam, 19.3.1936] (Sayfa: 65)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Dünkü Akşam gazetesinde bir resim vardı. Hem de benim fıkramın sayfasında.
Bir kadın. Ayak ayak üstüne atıp bir lokanta mı desem, bar mı desem, herhalde böyle yerlerde kullanıldığını sandığım yuvarlak bir masanın üstüne oturmuş. Bir elinde kadeh, öbür eli kalçasında.
Bu resim üstünde şöyle bir serlevha (başlık) vardı: KIYMETLİ BACAKLAR. Resmin altında ise şu izahat veriliyor:
Amerikalı aktris Mis Fay Marbe bacaklarını bir milyon 250 bin Türk lirasına sigorta ettirmiştir. Yukarıda aktrist ve kıymetli bacakları görünüyor.
Yukardaki kıymetli bacaklara baktım. Basbayağı kadın bacakları. Bu basbayağı kadın bacaklarının bir milyon 250 bin Türk lirasına sigorta edilmiş olmasına göre dehşetli bir manevi değerleri olması gerek. Hoş, biçimleri harikulade olsa da bir çift bacağa bu kadar yüksek ‘’değer.?!’’ Biçilmesi için onların biçimlerinden gayrı bir işe yaramaları lazım gelir. Acaba bu bacaklar ‘’medeniyet.?!’’ Ve ‘’insaniyet.?!’’ İçin hangi büyük hizmeti yapmışlar, yahut yapacakları ihtimali düşünülmüş.?
İşin bu soğuk kaçan şakasını bir tarafa bırakın. Fakat telgraf havadislerinin yakın bir harbi, yani milyonlarca insanın tekrar ölmesi ihtimali olduğunu haber verdikleri bir ‘’medeni.!?’’ Dünyada bir çift kadın bacağının herhangi bir tehlikeye karşı bir milyon bu kadar liraya sigorta edilmesi o ‘’medeniyet.?!’’ Dünyasının maskesini bir ucundan şöylece tutup kaldıran bir vakıadır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 22.3.1936] (Sayfa: 66)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4
NAPOLEONA DAİR BİR FIKRA

Dün gazeteleri okuyunca Napoleon’a dair bir fıkra geldi hatırıma. Zaten Napoleon yalnız fıkralarda ve Madam San Jen filan gibi gülünçlü tiyatro oyunlarında dikkate değer bir şahsiyettir. Yoksa bu sergüzeştçi mürtecinin biricik becerikliliği –kumandanlığı bile su götürür- sözde hakikatlerdendir.
Her neyse, burada Napoleon’un şahsiyetini, tarihteki rolünü filan tetkik edecek değiliz, ben sadece size bu sabah gazeteleri okuyunca aklıma gelen bir Napoleon fıkrasını anlatacağım:
Napoleon imparator olmaya karar vermiş. Eh, mademki karar vermiş, olsun, kim ne diyebilir, değil mi.?
Hayır Napoleon hem imparator olmaya karar vermiş, hem de bu işi yaparken halkın fikrini almak istemiş. Merak bu, ne denir.? Lafı uzatmayalım, halkın tasvibiyle imparator olmak merakına düşen Napoleon, çağırmış generallerinden birisini, rey toplaması için lazım gelen talimatı vermiş.
Talimatı alan general, talimat mucibince rey sorma işine ordudan başlamış. Toplamış bir iki tabur askeri bir araya, ‘’Dinleyin çocuklar,’’ demiş, ‘’Napoleon imparator olmak istiyor. Fakat malum ya yapmış olduğumuz İnkılab-ı Kebir icabatı bu hususta halkın reyini almak lazım. Şimdi size soruyorum: İçinizde Napoleon’un imparator olmasını istemeyen var mı.? Eğer varsa hiç çekinmeden söylesin. Her vatandaş reyini serbestçe kullanmalıdır. Haydi.’’
Askerlere bu nutku veren general birdenbire yanındaki kâtiplerden birine dönmüş ve herkesin işiteceği gibi yüksek bir sesle ona da şu emri vermiş:
‘’Siz Napoleon’un imparator olmamasını isteyenlerin adlarını yazarsınız. Nasıl reylerini serbestçe kullanmak onların hakkıysa, onları kurşuna dizdirmek de Napoleon’un hakkıdır..’’
Fıkra burada bitti. Sonra ne olmuş diye mi merak ediyorsunuz.? Tarih, Napoleon halkın iradesiyle imparator oldu diyor.
*
[Orhan Selim / Akşam, 31.3.1936] (Sayfa: 72-73)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Söz gümüşse sükût altındır, derler. Bu lakırdının tarihini araştırın. Söz söyletilmeyen bir devirde ortaya çıktığını anlayacaksınız.
*
[Orhan Selim /Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Hüriiyet, zaruretlerin idrakidir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Mücerret (soyut) ve mutlak hakikatler arama.! Durmaksızın değişen bir âlem içinde gülünç ve zavallı olursun.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Küçücük bahçeli kiralık bir evde oturur.
Bahar başlangıcında, bir pazar günü onu görmeye gittim.
Elyazma kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardır ki içindeki her kitabın tezhibine, her kitabın yaprakları arasından gizli gizli yükselen sarımtırak kâğıt kokusuna doyum olmaz.
Bahçenin yeşil boyalı tahta kapısından içeri girince onu orta yerde toprağı kazar buldum.
- Merhaba kolay gelsin, dedim.
- Eyvallah, buyur, dedi.
- Ne yapıyorsun.? dedim.
- Ağaç dikeceğim, dedi.
Yanı başında durdum. Toprağı kazmak işini bitirince biraz ötede yerde yeni doğmuş bir çocuk gibi yatan fidanı aldı. Dikti. Sonra toprakla besledi fidanın köklerini. Çukuru örttü.
- Bu iş de oldu, dedi.
- Ne ağacı dikiyorsun, dedim.
- Çam, dedi.
- Bu, kaç yıl sonra bir delikanlı boyunda olacak, dedim.
- Eh, dedi, bir on beş yıl sonra. Ama, sen bunu gel de elli sene sonra gör asıl.
Hiç cevap vermedim. Kirayla oturduğu ve belki yakında çıkacağı evin bahçesine elli yıl sonra tam ağaç biçimine girecek olan çam fidanını diken adama saygıyla baktım. Ve birdenbire gözümün önünde büyük idealistleri harekete getiren, şairane tabiriyle, ''sırrın'' bir kapısı açıldı.
*
[Orhan Selim / Akşam, 8.5.1936] (Sayfa: 107)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

DİLLENMEK
*
İzmir'de bir dilsiz, kırda, bir ağaç altında birdenbire dillenmiş. Şimdi herkes bu birdenbire dile gelen dilsizle alakadarmış.
Bu havadisi bir arkadaşla beraber okuduk. Arkadaş dedi ki:
- Vah, vah, acıdım delikanlıya. Şimdi dili açıldıktan sonra kim bilir bu açılan dili yüzünden ne belalara girecek. O zaman dilsizliğin kadrini anlayacak ama, iş işten geçmiş olacak.
Güldüm.
- Haksızsın, dedim. Dil bela değildir. Dilsizlik beladır. ''Bülbülün çektiği dili belasıdır'' derler. Ne boş söz. Bülbül, dili olduğu için bülbüldür. Pençe yerine kaz ayağı taşıyan bir aslan nasıl aslan değilse, dili olmayan bülbül de bülbüllükten çıkar, bir balık olur.
Hem sen ne sanıyorsun, bütün bülbüller içinde:
- Aman başımıza bela geliyor, şu dilimizden bizi kurtarın.! diyecek bir tek bülbül çıkar mı.?
Dahası var, bülbülün dili yüzünden başına gelen bela nedir.? Tutup kafese koymaya çalışırlar, değil mi.? İyi ama bülbül ne yapar.? Kafese girince ötmez. Yani asıl en güzel şarkısını o zaman söyler..
Bu sefer, benim bu sözlerime arkadaşım güldü.
*
[Orhan Selim / Akşam, 12.5.1936] (Sayfa: 108)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

BU KEPAZELİK TEKRAR ETMEMELİ.!
*
Dün gece bir sinemaya gittim. Bir film oynuyor. Alakadarlar ismini merak ederlerse söyleyebilirim.
Bu film nasıl oluyor da Türkiye'de gösterilebiliyor.?
İstilacı bir emperyalizme karşı memleketini müdafaa eden bir millet adi eşkiyalar, çapulcular haline sokulmuş. Emperyalizmin uşakları kahraman olmuşlar.
Film öyle tertip edilmiş ki seyirci zorla istilacılarla beraber oluyor ve onların zaferini alkışlamaya mecbur ediliyor.
Türkiye'nin en büyük hususiyetlerinden birisi de vaktiyle bir antiemperyalist kavgaya girişmiş olmasıdır. Milli Kurtuluş Hareketi bir bakımdan antiemperyalist bir kavgadır.
Böyle bir kavganın hatıraları hâlâ taptazeyken, emperyalist istilanın bütün acılarını çekmiş bir şehirde nasıl olur da emperyalizmin methiyesini yapan böyle bir kepazelik gösterilir.?
Bu filme, ki bunun gibileri çoktur, kim müsaade etmiş.? Memleketlerini kurtarmak için ölenlerin üstünde yükselen emperyalist bandırasını alkışlamaya biz nasıl zorlanabiliriz.?
Bu kepazelik bir daha tekrar etmemeli. Türkiye seyircileri aşk, kıskançlık dalaveresiyle, sinema yıldızlarının baldır ve bacaklarıyla emperyalizmi alkışlamaya teşvik edilmemelidir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.7.1936] (Sayfa: 167)

***
HARPÇİ VE SULHÇU MİLLET
*
İstanbul gazetelerinde okudum. Bir İngiliz yazıcısı: ''Milletleri harpçi ve barışçı diye ikiye ayırmak yanlıştır. Çünkü milletleri harpçi ve sulhçu yapan onların başında bulunan idarecilerdir,'' demiş.
İngiliz yazıcısının bu fikrinde hakikatin büyük bir payı var. Elbette ki milletler harbetmek istemezler. Falih Rıfkı'nın bir yazısında dediği gibi, her milletin ekseriyetini teşkil eden köylü, işçi, çalışan namuslu münevver bir harbin ateşi içinde ölmek ve öldürmek istemez.
Fakat, yukarda da söyledim ya, İngiliz yazıcısının fikrinde hakikatin payı var. O kadar. Bunun tam hakikat olabilmesi için fikri daha derinleştirmek, kaynaklara gitmek lazım.
Bir milleti harpçi veya sulhcu gösteren, onu harbe sürüklemek, yahut sulh içinde yaşatmak isteyen idarecilerdir. Fakat bu idareciler nerden, nasıl ortaya çıkarlar.? Neden ve ne suretle harp etmek istemeyen bir milletin ekseriyetini ölmeye ve öldürmeye göndertebilirler.? İşte asıl sorulması lazım gelen sual, derinleştirilmesi icap eden fikir budur.
''Harp insanların yaratılışında vardır'' gibi mülahazalar ilimden uzak, bizzat milletleri harbe sürüklemek isteyenlerin ilim kisvesi altında etrafa yaydıkları propagandadır.
Bütün beşeri tarihte, bugüne kadar muharebelerin yapılmış olması da harbin ''tıynet-i beşerde meknuz'' (İnsanın mayasında saklı) olduğunu ispat etmez. ''Tıynet-i beşerde meknuz'', ebedi gibi görünen nice şeyleri onları doğuran sebepler ortadan kalktıktan sonra yok olmuşlardır. ''Tıynet-i beşer'' kadar değişen, kendi kendini red ve inkâr eden az nesne vardır.
Bundan dolayı harp havasının estiği bugünlerde bir taraftan ''milletleri'' harpçi yahut sulhcu yapan sosyal, tarihi sebepleri araştırmak, bir taraftan da bizzat harbi bir zaruret kılan illiyeti kavramak gerekir. Ve anlamak lazımdır ki bu sebep ve illiyet ortadan kalmadıkça ''harpçi idareciler'' daima var olacaktır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.9.1936] (Sayfa: 217)

***
HER ÖLÜ ''RAHMETLE'' ANILMAZ.!
*
(..) ''Ölüye kin tutulmaz'' derler. Ölüm, bir adamın bütün ''günahları''na, dünyadayken işlediği aleni, vicdani bütün suçlarına bir sünger çeker. Sözün kısası, ölene karşı saygı gösterilir, ölüsü yıkanır, paklanır ve gömülür.
Fakat öyle insanlar vardır ki onların ölümleri bile ''günahlar''ını affettirmez. Onların dirileri kadar ölüleri de bizde uyandırdıkları nefret, kin gibi duyguları silemez. (..) 

*
[Orhan Selim / Akşam, 1.12.1936] (Sayfa: 249)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

ALMAN FAŞİZMİ VE IRKÇILIĞI 1
*
Bu kitap Thedor Balk'ın Races Mythe e Verite, Ernst Henry'nin Hitler Over Europe, B. M. Bernadiner'in Filosofia Nietzsche i Fascism isimli eserlerinden iktibas edilip, Nâzım Hikmet tarafından toplanmıştır.
*
TARİHİN AKIŞINDA IRK NAZARİYELERİ
*
''Ari'', ''Ari ırk'', ''Ari fikir'' bütün bunlar yeni mefhumlardır. Aşağı yukarı yüz yaşındadırlar. Biz ona, Avrupa'da, XVI. asırdan itibaren rastlıyoruz. Fakat daha ortada ne umumiyetle ''ırk'', ne de bilhassa ''Ari ırk'' yokken insanlar kendi gruplarıyla başka gruplar, kendi kabileleriyle başka kabileler, kendi kavimleriyle başka kavimler, kendi şehirleriyle başka şehirler ve kendi sınıflarıyla başka sınıflar arasında farklar olduğunu düşünmüşlerdir.
O zamanlardan bugüne kadar yalnız metodlar değişmiş, fakat vardıkları netice bugünkü ''modern'' alimlerinkinin daima tıpkısı olmuştur: Mensup oldukları grubu beşeri meziyetlerin rekorcusu telakki etmek.! Böylelikle bugün ''Arilik'' biçiminde ortaya çıkan nesne kavimlere, sınıflara ve asırlara göre maskesini değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır.
*
İptidai Kavimlerde
*
İptidai kavimler kendi yüksekliklerinin, diğerlerine göre tefevvuklarının esbabı mucibesini fevkalarz kuvvetlerin, allahların iradesinde bulurlardı.
Sürülerinin peşinde yeni ortaklar bulmak için durup dinlenmeden dolaşan göçebeler yollarının üstünde başka kabilelere, komşulara, aynı ortaklardan istifade etmek isteyenlere rastladıkça çarpışırlardı. Bu çarpışmaların kanlı muharebeler biçimini aldığı da olurdu. Ve allahlarının yeryüzündeki vekillerinin buyruğuyla, mağlup kabilelerin esirleri katliam edilirdi.
Fakat göçebe kavimler, yavaş yavaş toprağa yerleştikçe, ziraatla uğraşır oldukça esirlere karşı tuttukları yol da değişmeye başladı. Esirleri kesmekten vazgeçtiler. Onları tarlalarda ve ev işlerinde kullanmayı daha muvafık buldular.
Artık toprağa yerleşen eski göçebelerin tanrıları, kendilerine tapmayan öteki kabilelerden alınan esirlerin esaretini tayin kıldı. Esirlerin esir düştükleri kavimlerin çocuklarıyla evlenmelerini yasak etti.
*
Atina ve Roma'da
*
Atina ve Roma oldukça yüksek bir inkişaf basamağına ulaşabilmişlerdi. Atina ve Roma'nın çiçeklenme devrinde İlyada ile Odysseia yazılmış, Aristo ve Demokrit'in sistemleri icatedilmişti. Akropol ve Romen Forumu, oyma mermer saraylar, birbirinden gözalıcı şehirler kurulmuştu. Bütün bunları kuranlar yüzlerce isimsiz kollardı. Yüzlerce, binlerce isimsiz kol taşları yontmuş, kadırgaları yürütmüş, tek kelimeyle, en ağır en pis işleri görmüştü. Bu yüzlerce, binlerce isimsiz kol muharebelerin verimiydi.
Atina ve Roma'dan daha aşağı bir inkişaf merhalesindeki kavimlerde esareti tayin eden, kutlulayan Allahtı. Ekonomi ve ilimde daha bilgili olan Romalılarla Yunanlılar, bu hususta, Allaha yeni bir yardımcı buldular: Esareti ''mazur göstermek'', ''tebriye etmek'', ''haklı çıkarmak'' için ''TABİAT''a başvurdular.
Aristo diyordu ki:
''Tabiat, barbar kavimleri daha aşağı yaratarak onları Yunanlılara esir olarak verdi''.
Tabiat Yunanlılara barbar kavimler arasında,
''Canla gövde, insanla hayvan arasındaki ayrılıklar kadar farklar yarattı''.
Romalılar esirlerinin sarı yahut siyah saçlı olmalarına, kafataslarının yuvarlaklığına yahut uzunluğuna, Cermanya'dan yahut Habeşistan'dan gelmiş bulunmalarına aldırış etmezdi. Irkçılığın bu çeşit ''yüksek ilmi'' tetkikleri ancak yirminci asrın mahsulüdür.
Yukarda da söylediğimiz gibi Atina ve Roma'nın kendilerine uygun bir ''ırklar nazariyesi'' vardı. Harp meydanlarında yakaladıkları bütün barbarlar TABİAT tarafından onlara esirlik etmek için yaratılmışlardı.
Fakat, ne şayanı dikkattir ki, Aristo'nun kavmi olan Yunanlılar da ''tabiat tarafından'' başkalarını esir etmek hakkına sahip oldukları halde ''günün birinde'' Roma'nın esiri oluverdiler. (Sayfa: 261-262)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

TARİHİN AKIŞINDA IRK NAZARİYELERİ
*
Yeni Dünya Keşfedilince
*
Kristof Kolomb'un Hindistan'a en kısa yolu bulmak için İspanya kıyılarından yelken açışı 400 yıl öncedir. Ve 400 yıl önce Kristof Kolomb Hindistan'a en kısa yolu bulayım derken Amerika'yı keşfedip geri döndüğü vakit Haşmetlu Kralın Maliye Nazırı Gabriel Sanchez'e verdiği muhtırada şu satırları da yazmıştı:
''Juana adalarında külliyetli baharat ve büyük altın madenleri bulunmaktadır. Bir küçük iğne mukabilinde, gemicilerimiz yerlilerden 2 buçuk Castillans ağırlığında altın parçaları alıyorlardı.''
Gemilerin seyir defterinden topladıkları vesikalara dayanarak, devrin ulemasından Herrara ve Oviedo cenapları, bu altın kıymeti bilmez yerliler hakkında bir rapor yazmışlardı. Bu rapora göre bu yerliler hayvanları andırmaktaydılar. Derileri esmerdi, Avrupa dillerini anlamıyorlar, hatta Mesih'in adını bile duymamış bulunuyorlardı. Herhalde bunlar âdemoğlu değillerdi. Ve âdemoğlu olsalar bile herhalde başka bir ırka mensuptular.
Herrara ve Oviedo cenapları raporlarında her ne kadar ''Irk'' kelimesini kullanmıyorlarsa da bunu onların bu husustaki ıstılah keşfetmek beceriksizliklerine vermemiz lazım gelir. Fakat ne olursa olsun, biz bu iki İspanyolu modern ırklar nazariyesinin bayraktarları gibi, yani HOMO SAPIENS nevinin birinden ötekine geçilmez uçurumlarla ırklara bölündüğü prensibini güden nazariyenin, mübeşşirleri olarak selamlayabiliriz.
Kristof Kolomb'un peşinden Amerikaya müthiş kârlı ve kanlı bir akın başladı. Ve altın kıymeyi bilmez yerliler İspanyolların istediklerini güzelce vermedikçe onlara barut ve kurşun meram anlattı.
Fakat İsa'nın akidesine göre insanların hepsi birbirlerinin kardeşi değiller miydi.? Böylelikle Hıristiyanlık ''nazariye''leriyle Amerika'daki pratik arasında bir tezat başgöstermiş oluyordu. İlahiyatçılar bu zıddiyeti halletmek çaresini bulmakta gecikmediler.
1517 yılının temmuzunda İspanya Kralı İkinci Charles büyük bir meclisi meşveret topladı. Ruznamenin birinci maddesi ''Hindistan Meselesi'' idi. Daire despotu Quevdo bu mesele hakkında bir rapor tanzim etmek vazifesiyle tavzif kılınmıştı. Ve vazifesini bihakkın herkesi memnun ederek yerine getirdi. Mesih'in hakkını Mesih'e, kralın hakkını İkinci Charles'a ve tüccarların hakkını tüccarlara verdi: İndiolar, ''TABİAT''ça mütefessihtiler. Onları bir başlarına bırakmak günah-ı kebairden birini işlemek demekti. Bunları Allahın en iyi hadimlerinin ihtimamına bırakmak gerkti. Allahın en iyi hadimleri de İspanyollar olduğu için bu Allahsız vahşilerin ruhlarını ancak onlar temizleyebilirlerdi.
Aynı asırda yine ırk nazariyecilerinden Sepulveda, bu putperest İndiolar'ı yarattığından dolayı Halik-i Âzâm'a karşı büyük bir minnettarlık duyduğunu yazıyordu. Çünkü bu putperestleri putlarından vazgeçirmek en yüksek amellerden biri olacaktı. Ve eğer bu ''insan-aşağıları'' insan olmamakta ısrar ederlerse onları ''haklarından, topraklarından'' ve elbette altınlarından mahrum etmek kadar doğru hareket olabilir miydi.?
Böylelikle renkli ırkların aşağılığı nazariyesi doğmuş oluyordu artık.
Bu, genç ticaret sermayesinin nazariyesiydi. Bu nazariyenin metodu henüz ilahiyata dayanmaktadır. Burda aşağı ırk İNDİOLAR'dır. Yüksek, aksoylu ırk ise İSPANYOLLAR. (Sayfa: 263-264)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Donkişotlar Devrinde
*
Sıra donkişotlar devrine geldi.
Yelkenliler Amerika'dan, o zamanki adıyla ''Garbi Hindistan''dan ve adalarından inanılmayacak kadar çok altın yığınları, değerli taşlar, baharat, ipek ve kadife taşımaktaydılar. Fakat servet asilzade şövalyelerin şatolarında değil, zengin tüccarların depolarında birikmetedir.
Şövalyeler şatolarının oymalı ve armalı ocaklarının başlarında oturmuşlar, külleşen ateşe bakarak büyük eski günlerin zafer rüyalarını görüyorlar. Ah.! ne eski günlerdi onlar.! Her irili ufaklı derebey malikânesi bir devletti. Ne güzel günlerdi ki o günler, tüccar alışveriş etmek, burjuvalar kundura yapmak ve mum eritmek iznini almak için baç verirlerdi. Fakat heyhat.! fakat efsus.! fakat bir kelimeyle bunlar hep mazi olmuştu.
Şehirler kuvvetlenmiş, burjuvalar zenginleşmiş ve eskiden şövalyelerin senli benli konuştukları, yardım edip etmemekte hür oldukları krallarla prensler hâkimi mutlak kesilmişlerdi.
Memleketlerin birçoğunda hükümet-i mutlakalar kurulmuş, böylelikle, kelimenin modern manasıyla ''devlet'' doğmuştu.
Artık saray güneştir. Asalet ve ruhban bu güneşin etrafında tavaf etmekte ve ışınlarını ondan almakta. Bankerlerle tüccarların ışıkları daha sönükçedir. Bunların kilometreler uzunluğunda soyadları ve ünvanları yok. Birinci ve ikinci tabakalar gibi vergiden muaf değillerdir. Fakat kasalarının karnı ve faaliyetlerinin sahası her gün biraz daha büyümekte ve genişlemektedir.
Oysaki, öte yanda, küçük şövalyeler kümeslerinde yumurtalarını saymak, ocaklarının başlarında hülyaya dalmak ve serflerini kırbaçlamaktadırlar. Bu çeşit verimli işler (?!) arasında bazıları kitap da yazıyor. ''Cesaret'', ''safiyet'', ''hürriyyet'' havasının estiği gibi eski günleri anan acı kitaplar.
François Hatman bu çeşit kitap yazıcılardan biridir. Bir kitabında diyor ki: ''Franklar eskiden hür bir kavimdiler. Krallarını kendileri seçerlerdi. Frankların devleti hürriyetin devletiydi.''
François Hatman'ın buradaki isyanı ne köylüler, ne sanatkârlar, ne de fakirler içindir. Onun mutlakiyet idaresinde hürriyetlerini kaybettiklerinden bahsettiği insanlar küçük asilzadeler, aksoylu ailelerdir. Ve o, bunların namına Frank kabilelerinin büyük kurultayını toplamak istiyor.
Christophe Sheurl, Libellüs de laudibus germanie adındaki eserinde Cermanya'yı terennüm etmektedir. Ona göre, Cermanya asaletin kaynağıdır.
Sheurl'den bir asır sonra ise Kont de Baulainvilliers dekadan şövalyeliğin gözüyle dünyayı şöyle görüyordu:
''Gaule (Gol) ülkesinin fatihleri Cermen Franklardır. Gauloilar (Golvalar) ise Gol ülkesinin yerlileri. Asalet, Frankların soyundan gelmedir. Köylülerin, serflerin, şehir fıkarasının ecdadı ise Golvalardır. Krallara gelince onlar bulaşık bir ırkın piçleridirler. Merkeziyetçi, monarşik hükümetlerin başlarında bulunan krallar Frank ırkını, yani asilzadeleri yok etmeye karar vermişlerdir. Ve bu maksatla serfleri yani Golvalar'ı azat etmişlerdir. Bu vaziyet karşısında Cermen ırkı ne topraklarından, ne de haklarından bir karışını bile feda etmemeli, imtiyazlarını sonuna kadar korumaya çalışmalıdır.''
Böylelikle, Baulainvilliers ''tesviyeci'' krallığa karşı kavgaya girişmiş bulunuyordu ve o da bir kurultayın toplanmasını istiyordu. Yani, bir satırla ifade edersek, onun istediği şey: Yukarıya karşı ''demokrasi'', aşağıya karşı ''aristokrasi''..
Asil Cermen ırkı nazariyesi doğmuştur. Onunla beraber ''nivellement'' tehlikesi palavrası da gün görmüş olmaktadır.
Dekadan Şövalyeliğin ırklar nazariyesi budur işte.
Bu nazariyede kullanılan metot ''tarihe'' dayanmaktadır.
Nazariyeciler ise ''tarihşinaslar''. Aşağı ırk mı kimler.? Golva köylüleri. Yüksek ırk.? Cerman soyundan gelen asilzadeler. (Sayfa: 264-266)

***
Giyotin Devrinde
*
Giyotin ve makine devrine girildi.
Makine, birinci ve ikinci tabakaların oturdukları dalları kesen bir giyotin rolünü oynadı. Giyotin, birinci ve ikinci tabaka mümessillerinin kafasını uçuran bir makine oldu.
''Golva ırkı'', üçüncü tabaka, son yıllar içinde, bankaların, manifaktürün ve ticaretin efendisi olacak kadar inkişaf etmişti. Ekonominin dev gibi dümeni onun elindeydi. Fakat siyasi iktidarda birinci ve ikinci tabakalar kurulup oturuyorlardı.
1789 yılı bu zıddiyete nihayet verdi. Fransa İnkılabı burjuvazinin kurtuluş seyrini, bir sıçramayla, tamamladı.
Bu yıllarda derebeyliğin ırklar nazariyesi bazı yeni renklerle boyanıyor. Artık tehlike, ''tesviye taraftarı olan'' kralların bulaşık ırkından değil, burjuvaziden gelmektedir.
Bastil'in zaptından bir yıl önce papaz Brezazard'ın Observations sur l'histoire de Franca adlı kitabı çıkıyor. Bu kitaba göre ''hürriyet''in kaynağı Cermanya ormanlarıdır. Üçüncü tabaka aşağı bir ırktandır. Ve Cermen fatihlerin bunları hürriyetlerinden mahrum etmiş olmaları gayet doğrudur.
Dahası var. Bu gibi işlere dair kitap yazan bir başka ''üstad''a, Montolsiere'e göre üçüncü tabakanın ırkında bir hususiyet bile yoktur. Bu tabaka esir ırkların bir halitasıdır. XII. asıra kadar iktidar ''hür halk''ın elindeydi. XII. asırdan başlayarak ırkları karışık bir güruh gitgide kendini göstermeye başladı. Böylelikle sayı, sürü, değere galebe çalar oldu. 1789 yılında bu galebenin son sözü söylenmişti.
Bu suretle görülüyor ki bir vakitler aşağı, hatta karışık, melez ırk telakki edilen burjuvaziydi. Bugün ise bu ırk nazariyesini işçilere tatbik etmek sırası burjuvaziye gelmiştir. Yalnız unutmayalım ki Fransa İnkılabı yıllarının ırk nazariyesi yenilmiş derebeyliğin elinde sallanan son yırtık bayraktı. (Sayfa: 266-267)

22 Şubat 2020 Cumartesi

Can Yücel - Güle Güle Seslerin Sessizliği

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği
BİR FELSEFECİNİN NOTLARI
CAN YÜCEL ÜZERİNE*
* ''Behey adam, yazını okumak için yüz elli yaşına kadar mı yaşayacağız.?'' diyen kadim ve sevgili dostuma..
---------------------Selâhattin Hilâv
-------------------------------------------
Şiirin konuk olduğu, ''konuşlandığı'' şairlerden biridir Can Yücel. Konuk olduğu diyorum, çünkü şiir, insanoğlu denen türün insan olmasının, oluşmasının, adım adım gerçekleşmesinin tarihinde; bir edilgen nesne, bir yaratılan estetik/dilsel varlık olduğu kadar, bir etkin özne olarak de gösteriyor kendini. Bu tarihin bir ürünü olduğu kadar, bir kurucu öğesi olarak da ortaya çıkıyor. Hegel'e göre şiir, evrenin temelinde bulunan ve onunla özdeş olan Akıl'ın, İde'nin ya da Tin'in (Geist'in), kendini en somut ve en yetkin biçimde dile getirdiği bir alan; insanoğlunda bilincine ulaşan Mutlak'ın önemli bir konaklama yeri ya da uğrağı. Bu açıdan şiirin, insanoğlunu İnsan olmaya çağrı, insanoğlunun İnsan'a kavuşma, kendini daha iyi tanıyıp bilme ve kendini yaratma çabalarından biri olduğu söylenebilir. Bu ileri sürüş, insanolum'la şiir arasındaki derin ilişkiyi irdelemeye çalışan felsefi bakışın sonucudur. Octavio Paz, şairler, aslında bir tek şiiri yazarlar diyor. Buna dayanarak, aslında bir tek şiir kendini bütün şairlere yazdırır diyebilir ve böylece düşüncemizi daha somutlaştırabiliriz. Nitekim Can da şöyle diyor: ''Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın.! Davetsiz misafirdir.. pat diye gelir o, ya bir Afrika menekşesini ya da ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık.'' Yalnızca edebiyat çerçevesi içinde kalan ve beylik kavramlarla iş gören bir şiir irdelemesinin, soyut ve teknik düzeyi aşamaması ve yararlı olmasına rağmen yetersiz kalması, belki de, yukarda sözü geçen felsefi boyuttan yoksun olmasının sonucudur. Öte yandan, estetik algının, hem biçimden, hem de içerikten kaynaklanan bütünselliğini göz önüne alan felsefi bakış, bir şairin veriminde, yalnızca biçimsel ve yapısal bağıntıları incelemekle yetinmeyip, şiirsel dünyaya dönüşmüş ruhsal ve tinsel öğeleri; yani dili, sözcüğü, imgeyi, duyguyu, heyecanı, duyumu, düşünceyi, kavramı, mizahı, alayı, öfkeyi, başkaldırıyı, eleştiriyi ve özlemi de ele almak zorunda. Ayrıca, tarih içinde özne olarak kendine yol açan şiir, çeşitli engellemelerle karşılaştığı ve düz bir çizgi boyunca değil de zikzaklar çizerek gerçekleştirdiği için, felsefi bakışın, şiire elverişli ya da şiiri köstekleyen kültürel/ideolojik ve öznel/bireysel ortamı da irdelemesi gerekli.
Kendisinden başkasına göndermeyen imgenin ya da nesne/sözcük'ün kullanılması, ''dil simyası'', töresel/resmi dil anlayışının çarpıttığı sözsel dünyaya karşı çıkış ve şiirsel sözcük dağarcığının pervasızca genişletilmesi; mizah, alay, yergi, öfke, sevecenlik, lirizm ve bunlara altyapılık eden kapsayıcı bir kültür ve bilgi, her an işleyen bir eleştirel dünya görüşü, siyasal bilinç ve kendini durmadan sorgulayıp deşen bir öznellik, Can'ın şiirinin temel öğeleri. (..)

İnsanlığın üstüne bebek çiş etmişçesine
Bizim sosyalizm
Bokunu çıkarıyor işin arasıra
Yaprakları bırakıp kirazları sayacağım derken
Köklere kibrit suyu ekiyor
Belki de sanayiye fazla merakımızdan bu
Çok hızla makinalaşmak istiyoruz
Yeşille doğayla evrenle dengeyi unutup
Diyalek-dil'e boşveriyoruz
Bir balta girmemiş ormanda dönüyor sınıf mücadelesi
Özgürlük kadar hapis ağaçlar arasında
Kardeşçesine düşmancasına ve yoldaşçasına
*
(..) Bilinçdışının, karanlık, karmakarışık ve başıboş dünyasının nesnemsi imgelerinin, dille ve dilde aydınlığa kavuşup açık seçik ve belirgin bir biçimde insansal dünya içine sokulması ve bilinç içinin genişletilmesi de, aynı şiir işleminin (praksisinin) sonucudur. Çağdaş şiirin temeli olan gerçeküstücülerin üzerinde önemle durdukları bilinçdışını özgürleştirme ve imgeyi dönüştürme işlemi, Can'ın şiirinde, Türk edebiyatında az gördüğümüz bir ataklık ve isabetle uygulanır:
*
Su kadar çıplaktı Kadın
Ve akar gibiydi ak yatağında;
Karnının düşlerinde yüzen
O eflatun nilüferi saymazsan
*
Elinde bir yoyo gibi benliğin
*
Martı ayaklı tayfalar koşuşuyor limanda
*
İki at gemi azıya almış
İyi bir haber gibi koşuyordu
*
Bir gün şâyet boynumda yem torbası
------hayallerim asılı
*
Kelebek gözlüklü bir tanrı
*
Eski terlikler gibi bakıyor insanın yüzüne
*
Cıvıl cıvıldı gözleri
Yeni dağılmış bir ilkokul gibi
*
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Ama bu kadarı bile, bilgikuramı ve ruhbilim inceleme konusu olan tasarım ve imgenin, kendi doğal ortamından çekip çıkarılarak şiir dünyasına ve yeni bir yapılanma içine nasıl yerleştirildiğini göstermeye yeter sanırız. (Sayfa: XII-XIII)
***
Can, Breton'un dediği gibi ''sözcüğü köpürtmekle'', şiiri sözcükten fışkırtmak, en uzak ve karşıt imgeleri çarpıştırmakla ya da yan yana getirmekle kalmıyor. Çağrışımsal olanaklarını sonuna kadar kullandığı ve kimi zaman ''kelime oyunları''yla, cinaslarla bir başka yaşama kavuşturduğu sözcüğü, fiziksel olarak değişime de uğratıyor; hece ve harf düzenini altüst ediyor; bildiklerimize benzeyen ama bir bakıma yepyeni ve etkileyici sözcükler yaratıyor. Dilin ve sözcüğün bu biçimde kullanılması, kurulu düzenin taşıyıcısı ve koruyucusu olan belli bir söylemin yıkıma uğratılmasıdır ve şairin devrimci olabilmesi için, dilde ve deyişte kendi şiir devrimini gerçekleştirme zorunluğunu hem ortaya koyar, hem de bu zorunluğun nasıl aşıldığını gösterir. Öte yandan, erkeksiz kadın ve kadınsız erkek dünyalarında, futbol maçlarında, hatta birini övmek için ters bir biçimde kullanılan, ama töresel/resmi dilde es geçilen küfürler ve kaba sözler, Can'ın sözcük dağarcığını sevecenlikle ve ataklıkla genişletmesiyle, şiirde de var olma hakkına kavuşurlar ve şiir de temel boyutlarından birini böylece edinmiş olur. Tabii ''komünistlik'' ya da ''müstehcenlik'' suçlamalarıyla, resmi makamların gazabına uğramak ve sulu gözlü ''nezih'' şiire alışmış okurların şaşırmasına ve burun kıvırmasına yol açmak, bunun ceremesi.. (Sayfa: XIII)
***
..gerçek şairler, dili azat edenlerdir, diyebiliriz. Nitekim Can'da, tutsaklıktan kurtularak yaşamın iç yüzünü ortaya döken ve özündeki gizli hakikatleri de gösteren bir dille karşı karşıyayız. Bu dil akıl öğretmez, efsaneleri pekiştirmez, kişilere tapınmanın, soyut hümanizma hayallerinin hizmetkârlığını yapmaz, besinsel ve cinsel açlığı idealler ve ilkeler ileri sürerek gözden kaybettirmez, yaşamamışlığı ve hödüklüğü örten sulu gözlülük ve yapmacık hassasiyet üretmez, bunları başkalarına bulaştırmaz; kısacası, yalana hayat hakkı tanımaz. (Sayfa: XIV)
***
Can gibi bir şairin elinde mizah ve yergi, yalanla yoğrulmuş, düzmece, anlamsız ve gülünç bir dünyayı şiirde berhava etma ya da temizleyip ayıklama işlevini yerine getirir. Çünkü onun şiirnde mizah, bizde genellikle edebiyat ve tiyatroda görüldüğü gibi başkasını küçük düşürüp gülünçleştiren ve kendine dönmeyen bir mizah değil. Yalanı, aldatmacayı, çelişkiyi, kafasızlığı, toplumsal düzenin ürünü olması açısından ele alan, bunların farkına varmamış gibi kimi zaman kendini de konu edinen, ama aldatanın ve aldananın gülünçlüğünü şiirin berraklığında yansıtan bir mizah. 

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

Öfke ve sevgi, nefret ve lirizm de Can'ın şiirinin temel öğeleri. Bunlar, birbirini doğuran karşıt terimler. Çünkü hem kölece davranışın, aldanışın, kurallara körü körüne boyun eğmenin, bilinçsizliğin dünyasında yaşadığını, hem de sevilecek varlıklar arasında bulunduğunu duyan bir şair Can. Öfkeyle olumsuzlama ve sevgiyle olumlama gibi iki tutumun arasındaki gerilim konuşturuyor onu:
Öyle parçalandım ki ömrümde
Sevgiyle öfke arasında,
Sevgimi öfke vurdu
Öfkemi sevgi kaçırdı
İçim parçalandı arada
Bi de bigün baktım gökyüzüne bi bayram gecesi
Bi kestane fişeği açmış yedi rengimden

Yağıyorum çocukların üstüne (Sayfa: XV)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

YOLDA
*
Yoldayım aşkım yoldayız
Yola vurduk
Kanatlar açıyor ayaklarım
Yeni bitkiler ki görülmemiş
Kardelenler
Yeşillenerek herşeye
Yeşilleniyor dünya
Yoldayım aşkım yoldayız
Ne köyden kente
Ne de kentten köye
Artık anladım yolda olur Devrim
Yolda başladı Devrim
Mesafeler ki doğacak çocuklarımız
Ne varsa sakat devirin (Sayfa: 25)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği
TUHAFLIK

Ne tuhaf şey yaşamak
Ne tuhaf her tarafım
Titreye titreye titreye
Ne tuhaf ölüyorum
Tuhafiye dükkânıyım sanki
Tuhaf bir aşk kalmış içimde
Gözüm arkama tuhaf bakacak (Sayfa: 28)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

KONTIRA REKLÂM
*
Yıkadı beni anam
İyi sularınla
Biraz haşlarcasına
Manavgat’ta da yıkandım
Okyanus’ta da Hint
Goethe’nin Marienbad’ında da yundum
Vezüv’ün lâvlarında da
Kelimelerle şiirlerle de yıkandım
Temizim
Ama siz, Brecht’in dediğince
Sermayeler değil, bre sermayedarlar
O öve öve bitiremediğiniz detercanlarınızla
Bi yıkana görün
Kaybolup gidersiniz ortadan
O kadar pis o kadar mundarsınız ki (Sayfa: 32)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

EMİL GALİP SANDALCI'YA SAYGI
*
Seni, Emil,
Boğaziçi Lisesi'nin buz tutmuş havuzuna
Kaydırak oynarken düşüp
Kafamla buzları kırıp zorbelâ
Kenara çıkmaya çalışırken
Elimden tuttuğunda tanıdım
Ne severdik o zamanlar Mehlika Sultânı
Sen, Jean Jacques Rousseau'nun Emile'ini
Kaptığın gibi Cumhuriyet Türkiyesi'ne getirdin
İktisatçı oldun, gazeteci, radyocu
İşkence gördün, insan hakları savunucusu oldun
Son marifetini de gösterdin
Uçak öyle kaçırılmaz böyle kaçırılır diye
Son nefesini kaçırdın
Havadar bir maviye (Sayfa: 54)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

GUSMAN'IN KABAHATİ NEFES ALMASIDIR
*
Kesin nefesini kesin
Teröre karşı kontra terör
Bir sincabı ceviz yiyor diye öldüremezsiniz.
Ne de Lipsos balığını yosun sindirdi diye.
Hiçbir yunus taklak attı diye suçlanamaz.
Ne de balinalar bir acaib fıskıyedir
------------------------------ummanlarda
Hiç kimseyi öldüremezsiniz siz,
O Holding kıçınıza kalmamış.
Bir insanı öldürmek kendisi kendisi
-------------------------------olduğu için
Kimse bir Devrimciyi öldürememiştir
Mahkemeler, avukatlar, kafesler, nefesler
Kimse bir Devrimciyi öldüremez
Öldüremezler
Semender..
Şimdi zorla nefes aldığım bu noktada
Nefes darlığından gelen ölüm
Gusman'ın idamına itiraz
Onun kesilen nefesi benim nefesimdir
Nefesi sade Latin Amerika değil, bütün
-----dünyada yürekler attıkça, kandamarları
-----işledikçe, beyinler çalıştıkça..
-----kesilmeyecektir.
Gusman yeni doğmuş bir çocuktur
Biraz ağlıyor elleri yumuşacık
Benim yeni doğmuş çocuğum
Bağırıyor artık bütün öfkesiyle yeni doğan
Değiştireceğim diye bu Dünyayı
Gusman'lar ölmezler
Yeniden idam edilirler (Sayfa: 62-63)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

MUSA BEĞ İÇİN
*
Musa Anter çağımızda
Yeni bir Selâhattin Eyûbiydi
Onun ipek kesen kılıcı varsa
Musa Beğin Türkçesi
Ve de o güzelim Kırmancası vardı
Herkesin yaya gittiği yerde
---O filinta bacaklarıyla
---------------koşardı.
Musa Peygamber Kızıldeniz'in
-----dalgaları arasından
----------nasıl ulaştıysa
O da kardaşlıkla
----------dünya kardaşlığıyla
----------ulaştı karşı kıyıya
Musa Beğ için akan göz yaşları
----------yediveren mermilerdir
--------------------birer birer (Sayfa: 70)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

SOSYALİST UÇURTMA
*
Tut ki koyverdin kendini rüzgâra
Allı dallı bir uçurtmasın sen
İpin ucu bir çocuğun elinde
Artık havalardasın
Öbür uçurtmalarla bulutlar içinde
Takla-takla, cilet-cilet..
Derken çocuk koyveriyor ipi elinden
Serbestsin göklerde
Takılmak üzre bir telgraf teline
Bir mevsim orda kışlayacaksın..
Kuyruğu gitmiş, kâğıtlar parçalanmış
Çıtalar kalmış tek senden geride
Gelen geçen bakıp yine bir çocuk
-------------------------düşüyle sana
İç çekseler de çekmeseler de
Morgda morlaşmaktan daha iyidir
Bunun ayrı bir aydınlığı
Rüzgârı var
Titreşimi, muştusu, ümidi.. (Sayfa: 72)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

ORMANCASINA
*
İnsanlığın üstüne bebek çiş etmişçesine
Bizim sosyalizm
Bokunu çıkarıyor işin arasıra
Yaprakları bırakıp kirazları sayacağım derken
Köklere kibrit suyu ekiyor
Belki de sanayiye fazla merakımızdan bu
Çok hızla makinalaşmak istiyoruz
Yeşille doğayla evrenle dengeyi unutup
Diyalek-dil'e boşveriyoruz
Bir balta girmemiş ormanda dönüyor sınıf mücadelesi
Özgürlük kadar hapis ağaçlar arasında
Kardeşçesine düşmancasına ve yoldaşçasına (Sayfa: 74)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

İTİRAF
*
Nahit Hanım söyledi yine
Neden babama yazmışım da
-----anama şiir döktürmemişim
Kaç kere yazdım
-----cebimden uçup gittiler
Ben onyedi yaşında beni yıkayan
Anneme şiir yazacak kadar şair değilim (Sayfa: 76)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

ŞARKI
*
Gece güneş gündüz karanlık
Nerde kaldı o eski yârenlik
İçerim ki kör lâmbadır içerim
Yolun gözler ışıl ışıl gözlerim (Sayfa: 77)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

SIR
*
Aynanın sırrı nedir ki
Kırıldığında
Beni bile göstermediği zaman (Sayfa: 78)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

FOLKLOR ŞİİRE YARARDIR
*
Ben Cilo'nun doruğ'na durmuşam
Şiirlerle vuruşmuşam
Kem sözüyle dostun vurulmuşam
Şairim ben bir keçiyem
İnatçı leş kokulu ayağına tez
Sarpı serap bellemişem
Gözüm yukardan bakıyı
Dalgın dalgın aşağı
Düşünmüyom bile
Düze nassı ineceğem
Kayya gibiyem
Ya da bir çığ diyem
Ya da bir çağ
Lorka gibi (Sayfa: 80)


I
*
Başımın üstünde şemsiye
Yerde yapraklar
Fısıltılar akıyordu ayaklarımın arasından
Kapattım şemsiyeyi bir yıldız düştü (Sayfa: 82)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

II
*
Yeşilin içindeki yeşilleri göreceksin
Mavinin içindeki mavileri
Seslerin içindeki sessizliği
Artık beyninin gerisinden konuşacaksın
Soğancığından o sağır ama konuşkan
Beethoven'in kulaklarından
O sadelikte bir kallâvi kahve
Her yerin ağrıyacak sen ağaracaksın
Denizin ortasından yükselen bulutlarla
Bir dolunayleyin
Bir ayağın gökte
Bir ayağın dal uçlarında
Yeni bir meyva olgunlaşıyor olgunlaşmış
Düşecek dalından ölümsüz ölüm
III
Sessizlikten yaratmışsa evreni yaradan
Seslerden sessizlikler yaratmaktır yaratıcılık (Sayfa: 84)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

IV
*
Devrimin kığıştısı hâyi-huyu içinde
En sâkin atom çekirdeğidir parti
Susarak konuşur konuşarak susar
Moleküllerin en gıcırtılı halkasını yoklaya kollaya (Sayfa: 86)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

V
*
Suyun gözü yeşil başlı ördeklerde
Fal bakıyor tenine çizdikleri hârelerle (Sayfa: 87)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

VIII
*
Uyandırıldı mı ihtiyarlar
Uyuyamazlarmış gayrı
Uyuduk mu
Bir daha uyanamayız diye (Sayfa: 90)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

IX
*
Aşkın iki sükûtu olacak
Biri bakışıp bakışıp konuşup
Elele tutuştuktan sonra
*
İkincisi, sevişip, sevişip, sevişip
Oraları suya erdiği yerde
*
Bir üçüncüsü neden olmasın
Ayrıldıklarında
Oysa sükûttan ziyade sükut
Uçurumda yeni bir mevsim
Keçi boynuzlarıyla (Sayfa: 91)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

X
*
Başında Birinci Dünya Harbi'nin
Rusya'dan Almanya'ya geçerken
Sınırda piyastos ederler Nicinski'yi
Şifre bulunmuşmuş da üstünde
Koreografi notaları aslında onlar
Uçan Adam'ın kendi icat ettiği..
İki ay çileden sonra damda
Paris'e varır
Bir bale resitaline çıkar
Önceden ayarlanmış..
O bir sıçrayışta beş metre atlayan balet
Sahneye çıkar çıkar ama
Hiç kımıldamaz bir yirmi dakka
Kılı kıpırdamaz
Harbi Protesto için
Bir alkış bir alkış..
Tımarhâneye götürürler ordan
Otuz yıl daha yaşar dört duvar arasında
Kımıldamadan konuşmadan (Sayfa: 92)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

XI
*
Ölüm nedir diye sorsalar
Toprakla abdest almaktır derim
Sular kesildiği zaman
Kâfirler tarafından (Sayfa: 94)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

XIII
*
En deli renkler çizgilerle
Gören gözlere tünekler kurar
''Konsun üstüne, dinlensin diye kuşlar'' (Sayfa: 96)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

XIV
*
Siz hiç bir damla yağmurla bir tuttunuz mu dünyayı
Birden çıplak başınıza damlayan
Sonra bir sağnak
Ayaklarınızı ıslatan
Üstlüğünüzü geçip teninize işleyen
Bir medar yağmuru
Sonra bir ebemkuşağı
Geçin o kemerin altından öbür dünyaya

Sessizce (Sayfa: 97)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

XX
*
Çok tatlı bir düş görürken birden
-Öyle de mutlusundur ki-
Düş düşüverir onuncu kattan
Böyle düşlerdir hep ömrümüzce süren
Onuncu kattan düşmüşçesine
Konuşur konuşur konuşurken
Sebepsiz dan diye susuvermemiz
Sanki bir daha konuşmamacasına..
Kimbilir belki de ölüm
Hatırlamaktır önce öldüğümüz bir ölümü
Eflâtun'un dediğince insanlar dünyaya gelirken
Bütün dilleri bilirlermiş de unuturlarmış sonradan
Ölüm de bu emsal bilip de unuttuğumuz bir dil olmasın
Hatırlanmaya muhtaç.. (Sayfa: 103)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

XXI
*
Ölürsem neye gam yerim ki en çok.?
Bidaha küfredemeyeceğime (Sayfa: 104)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

XXIV
*
Satranç oyunu çapadır bir atılmış derine
Sesi sedâsı çıkmayan Haçlı Seferi
Kalelerden saldırılsalar da ses çıkmaz
Ne mancınık ne balyemez
Atlar kişnemez filler böğürmez
Vezir hutbe okumaz
Piyadeler geberseler de birer birer
Ses verir sır vermezler
Yine de hepsi Şah der sırasında
Şaha
Tek şahlar birbirine Şah demeyen
Ne barışsever kullar
Ne hırsız-gürsüz sultanlar (Sayfa: 107)

#CanYücel #GüleGüleSeslerinSessizliği

Kaybederken kazanmayı şiirden gördüm
Öyle bir harp meydanına döndü ki ömrüm
Mağlup bir şah iken gâlip bir nefer-i merkum
Yürüyorum sılaya, uyağımda ölüm.

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...