20 Aralık 2019 Cuma

Yannis Ritsos - Seçme Şiirler, Çeviri: Cevat Çapan

#YannisRitsos #SeçmeŞiirler #ÇeviriCevatÇapan

Cevat Çapan:
Ay ışığında, açık bırakılmış bir pencereden de girebilirsiniz Ritsos'un şiirine, toplama kampı olarak kullanılan adalardaki telörgülerin boşluklarından da. İlk bakışta sessiz, ıssız bir boşlukta bulursunuz kendinizi. Çünkü şair ''yalın şeylerin arkasına'' gizliyordur kendisini, onu bulabilmemiz için:
.......
beni bulamazsan, eşyayı bulacaksın,
elinin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.
*
Ağustos mehtabı ışıyor mutfakta
kalaylanmış bir tencere gibi (sana bu söylediklerim
----------yüzünden öyle görünüyor),
boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini aydınlatıyor-
sessizlik hep öyle diz çökmüş gibi kalıyor.
*
Her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,
işte o zaman doğrudur o sözcük: buluşmakta direttiği
----------zaman. (Sayfa: 7)
*****
Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum,
işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum.
Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum; ben varım;
----------dünya var.
Bir ırmak akıyor serçe parmağımın ucundan
ilk gerçek oluyor bu arılık, bu benim son dileğim. (Sayfa: 8)
*****
Gece. Hiç ses yok. Yalnız kükremesi boşluğun.
ve saydam belirsiz ay ışığı.
hâlâ bir biçim almadan duran ve o kadını inciten. (Sayfa: 9)
*****
RİTSOS'UN OLGUNLUK DÖNEMİ (Chrysa Papandreou) (Çeviri: Cevat Çapan)
*
Şiirin bel kemiğinden sürekli olarak uzaklaşmaya ve okuyucunun dikkatini ikincil önemi olan ''anlamsız'' ögelere çekmeye dayanan bu yöntem, kamera tekniğini hatırlatır bize. Genel görüntüden, büyük planda titizlikle gösterilmiş bir ayrıntıya, bu ayrıntıdan da tekrar genel görüntüye geçen bir kameradır bu. İmgelerden, çağrışımlardan, anılardan, seraplardan oluşan bir labirentin içinde kaybolmak, sonra da yeni bir alana kaymak için bütün bunları bağlamak; nesnelerin sonradan yerlerine yerleşebilmeleri, ya da kendi başlarına gizli bir biçimde etki yaratabilmeleri için, ilk bakışta belirsizlik içinde bırakılmaları: İç dünyayı keşfetmeyi, analiz etmeyi, araştırmayı amaçlayan bu şiirin yöntemi budur işte. Bunların yanı sıra şairin titiz betimlemelere verdiği önemi de unutmamak gerek. Nesneyi doğrudan doğruya ele almaktansa, inatla onun etrafını kuşatmaya dayanan bir yöntemdir bu. Böylelikle, okuyucunun şiire kendine özgü bir yaklaşımla bakarak duyarlığını harekete geçirmesi ve şiiri kendi kişisel çabasıyla çözmesi sağlanır. Böylece de, bulduğu şey duyarlığını zedelememiş olur, zira bulunan şey okuyucuya kendi buluşuymuş izlenimini verir. (..)  Antik mitos, Ritsos'un trajediyi, ya da daha doğru söylemek gerekirse zamanımızın dramını işlediği bir kanaviçedir. Ritsos, olaylarla biz arasında yapay bir uzaklık yaratarak, dramatik ögeyi çıplak ve yalnız bırakır. Dramatik ögeyi geçici olanın dışında incelemeyi amaçlar. (..)
*
Gelgelelim, dramatik öge yeni bir biçimde yorumlanmış bile olsa, antik mitosun bir tekrarından ibaret kalmaz onun şiirinde. Çünkü burada üzerinde düşünülen konu, ''olayların yanı sıra bir de tarihin gördüğü'' işlevdir. Ritsos'un şiirinde, Antik Çağ'dan Hıristiyanlığa, Bizans'tan Batı'ya, yüceliğin kendi içinde taşıdığı yıkıcı güçler tarafından yok edildiği her dönemde, çözülen birliği yeniden kurma çabasına girerek tarihi gözden geçiririz.
Ritsos'un Antik Çağ'a bakışında bir değişme arzusu değil, bir kopma arzusu yatar. Kopma Ritsos düşüncesinin temel taşıdır. Bu kopma masal düzlemiyle sınırlı kalmaz. Bize geleneksel biçimleriyle aktarılmış kişiler, olaylar, olayların sebepleri, klasik dönem, fizik ötesi.. Bu bunları yadsır Ritsos. Böylelikle, doğaüstü yazgı; insani ya da toplumsal zorunluluğun bir sınırı, bir yakarıcı başkaldırı haline gelir. Onun şiirinde trajik olan tek şey, hem yaratıcı güç, hem de şiirle felsefe üzerine düşünme anlamına gelen ölümdür. (Sayfa: 15- 17)


RİTSOS'UN OLGUNLUK DÖNEMİ
(Chrysa Papandreou) (Çeviri: Cevat Çapan)
**************************************************
Mayakovski üzerine yazdığı denemeden bir bölüm:
*
1930'dan bugüne kadar birçok olay geçti: Demokrat İspanya'nın düşüşü, İkinci Dünya Savaşı, atom enerjisinin bulunması, Hiroşima, Nagazaki, Stalin'in düşüşü; bunlar sadece bazıları. Büyük ve korkunç deneyimler, kahramanlık eylemleri, cinayetler, kurban etmeler, kan, galibiyetler, küller, çamur. Bilimsel alanda mucizeler, teknik uygarlığın serpilmesi, sosyalist alanın genişlemesi; aynı zamanda da tepkiler, güçlüklerle tehlikeler. Başlangıcın coşku ve hayranlık çığlıkları yerlerini daha suskun bir içe dönüşe bırakıyorlar artık. ''Tümcelerimi çığlık kalıplarına göre kuruyorum,'' demişti Mayakovski. Bugünün şairleri söylediklerinin anlaşılmasından ya da anlaşılmamasından korktuklarından olacak, basit ya da gizli konuşma kalıplarına göre kuruyorlar tümcelerini: Edebi kaçmasını göze alarak şunu söylemek istiyorum: Tümcelerini suskunluk kalıplarına göre kuruyorlar. (..)
Bugün her başarıyı, ama aynı zamanda her güçlüğü daha açıkça görmek mümkün. Eski ya da çağdaş mitoslar ya yıkıldılar, ya da kapanması imkansız olan yaralar aldılar; bunun insan psikolojisiyle insan düşüncesi üzerinde ciddi sonuçları oldu. En yüce özgürlük ideali adına bize emanet edilmiş olan gücü kötüye kullanmamanın, bireyciliğe karşı savaşayım derken kendini beğenmişliğe düşmemenin, alçakgönüllü kitle adına kişisel üstünlük kavgasına girişmemenin, gerçekleştirilmesi ne denli güç şeyler olduğunu artık öğrendik.
İşte bu yüzden Mayakovski şiirinin bir zamanlar haklı olarak ''biz''i temsil eden ''birinci tekil şahıs''ı o şiirin dışında pek kibirli kaçıyor artık. Bu konuda gerçek bir alçakgönüllülükle davranılması da, en azından bu kibirli tavır da kulağa ters gelen, uyumsuz bir şeyler olduğunun bilincine varıldığından olacak, üçüncü tekil şahısı kullanmanın hiç olmazsa bir alçakgönüllülük maskesi olduğu anlaşılmış durumda. Bunun sonucunda, günümüz şiirinde, bu ''birinci tekil şahıs'', daha nesnel ve daha ılımlı olan ikinci ve üçüncü şahıslara bıraktı yerini. Şimdiki zaman, gelecek zaman ve emir fiilleri geçmiş zamanlara kayıyor; günümüzün bir özelliği de bu: Geçmiş zamanı kapsama arzusu. Dizenin ünlemsel yapısı (ki, bu, şiir yüksek sesle okunurken dinleyenlerle doğrudan doğruya iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur) bu tür meçhul üçüncü şahsın anlatısına dayanan öykülemeli yapıya bıraktı yerini. Günümüz şairi, şimdiki zamanla birinci şahsı kullanma gereğini duyunca başka bir şahıs arkasına gizlenmekte, özneyi nesnelleştirerek başka bir kişiliğe bürünmektedir. Çağımızın başlıca şiir yapıtları üzerine yapılacak bir inceleme, insanın hem mikrokozm, hem de evrensel boyutlardaki yeni kavrama gücünü, onun geçmiş, şimdi ve geleceği kapsayan görüş alanının kaydettiği gelişmeyi ve eskiden ''yazgı'' denilen -ve insanın özü ile evrendeki yerini, onun ölümünü kaçınılmaz kılan şeyi araştırma açısından bugün de geçerliğini koruyan- o kavramı açıklayabilir. (Sayfa: 19-20)
*****
*
''Hep çiğneyip durmuşlar bir lokma gökyüzünü
duydukları acıyı boğabilmek için. (Sayfa: 26)
*
''ve ufkun dört kapısına kanat çırparak
binlerce güvercin havalanıyor ellerinden her şafak. ''(Sayfa: 28)
*****
*
''Masada kabuk ekmek ve zeytin.
Tırmanan asmaya takılı duran akşam yıldızı.
Ve çok yükseklerde, bir şişe geçirilmiş gibi dönen,
sarmısak, biber ve yanık yağ kokan samanyolu.
Daha nice yıldız dokulu ibrişim gerek çam pürlerinin
''Bu da geçer, yahu.!'' sözlerini işleyebilmesi için
yazın kavrulmuş ağılına.
Daha nice germeli yüreğinin tellerini
yedi oğlu boğazlanmış bu ana mezarları başında,
daha kaç gün geçmeli ki, yeniden aydınlık ulaşsın
ruhunun sarp yamacına.?'' (Sayfa: 30)
*
''Ve lir gibi türkü çağırır kayıkların halatları.
Ve Odysseus'un şarap kupasından acı denizi yudumlar
----------denizci.'' (Sayfa: 30)
*
''Onlar alevlerin ve demirin içinden geçmişler.
Onlar oturup taşlarla söyleşmişler.
Onlar atalarının kafataslarıyla sunmuşlar
Ölüme ısmarladıkları rakıyı.
Digenis'le karşılaştıkları harman yerlerinde
yemeğe oturduklarında,
bir zamanlar dizlerinde kırarak nasıl
----------bölüşmüşlerse kara somunlarını
onunla öyle bölüşmüşler acılarını.'' (Sayfa: 31)
*
''Gel kadınım, tuza bulanmış kirpiklerin,
yılların çilesiyle tunçlaşmış elin
ve yoksulların yakasını bırakmayan kederinle.
Sevgi, yolunu bekliyor fundalıkta.
Martı, mağarasına asıyor senin kararmış, azizleşmiş
----------suretini
ve saygıyla ayaklarını öpüyor küskün deniz kirpisi.'' (Sayfa: 32)
*****
*
Burada gözümüzün yağını azaltmaz hiç gökyüzü.
Bu ülkede, sırtımızda taşıdığımız kayanın
yarı ağırlığını yüklenir güneş.
Damlar sessizce çatlar öğle sıcağının dizinde
ve gölgeleri önünde sıçrayıp gider insanlar
Skiaothos kayıklarıyla yarışan yunuslar gibi.
Sonra bir kartala dönüşür gölgeleri
kanatlarını batan güneşin rengine bulayan
ve onlar kızıl-kara salkımlar arasında uzanırlarken
----------güneşli yamaçta
yıldızları düşünmek için başlarına tüneyen. (Sayfa: 35)
*****
*
''Ağaçtan ağaca, taştan taşa dünyadan geçtiler.
Dikenden yastıklarda uykudan geçtiler.
Kavrulmuş elleriyle hayat ırmağını getirmekteydiler.'' (Sayfa: 38)
*
''Nasıl bir türküydü o dorukları titreten.!
Dizleri arasına alıp ayı bir tepsi gibi yemek yerlerdi.
Yüreklerinin kerpeteniyle bükerlerdi acının belini
Kalın tırnaklarıyla bit kırar gibi.'' (Sayfa: 39)
*****
*
''Ve çocukların ilk gülüşü gibi bir nar fışkıracak
----------gün ışığının göğsünden.
Ve sonunda yüreklerini okumak için o taşın üstüne
----------oturacağız
bütün insanlığın tarihini o yüreklerde okurcasına.'' (Sayfa: 45)
*****
*
''Siperlerde ölü komutanlar koruyor kaleleri.
Etleri kaputları içinde çürüyor.
Daha yorulmadın mı kardeş.?
Çiçek açtı yüreğine saplanan kurşun.
Beş sümbül filizlendi kayanın koltukaltından.
Her solukta bu masalı anlatıyor kokusu. Hatırlamıyor musun.?
Sana hayatı anlatıyor yaraya saplanan her bıçak.
Ve sana anlatmak için dünyanın güzelliğini
şifalı bir ot yeşeriyor tırnağının kirinden.
*
Tut elimden. Bu el senin. Deniz suyuyla beslenmiş.
Bu deniz senin. Acı özsuyu damlıyor incir dalından,
nerede olursan ol, gökyüzü seni görüyor, sen bir tel saç
----------koparırken sessizliğin başından.'' (Sayfa: 49)
*****
*
''Eğer şiir bağışlanma değilse,'' diyor kendi kendine
''o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.'' (Sayfa: 63)
*****
*
ÖRÜMCEK
*
Bazen bir raslantı ya da önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam kazandırır şiire,
nasıl ki, nicedir kimsenin uğramadığı
terkedilmiş bir bodrumda, büyük, boş bir küpün
karanlık kasnağında bir örümcek amaçsızca dolaşırsa-
(size göre amaçsızca, ama ona göre..) (Sayfa: 83)
*****
İŞİYLE BAŞ BAŞA
*
Bütün gece, çılgın gibi, acımadan mahmuzlayarak sağrısını
dörtnala sürdü atını. Bekliyorlar, diyordu; kuşkusuz
işi aceleydi. Gün doğarken vardığında,
kimseler beklemiyordu, bekleyen kimse yoktu. Dört bir
----------yanına baktı-
kapılar sürgülü, evler ıpıssız, herkes uykudaydı.
Yanıbaşında atının solumasını duydu-
ağzı köpük içinde, kaburgaları ezik, sağrısı soyulmuş.
Atının boynuna sarılıp ağlamaya başladı.
Hayvanın iri, karanlık, ölüme yakın gözleri
uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kuleydi. (Sayfa: 86)
*****
BENZERLİKLER
*
Su deposunda donuk yıldızlar,
mühürlü bir odadaki ayna gibi
eski avlunun ortasında duran depoda.
Güvercin konuyor çevresine.
Boş beyaz saksılar
sınırını çiziyor ayışığının.
Sessizce bir türkü söylüyoruz
içimizde bir yaraya bakarak. (Sayfa: 90)
*****
*
YALNIZLIĞIN ANLAMI
*
Yalın şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasın diye;
beni bulamazsan, eşyayı bulacaksın,
elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.
*
Ağustos mehtabı ışıyor mutfakta
kalaylanmış bir tencere gibi (sana bu söylediklerim
----------yüzünden öyle görünüyor),
boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini aydınlatıyor-
sessizlik hep öyle diz çökmüş gibi kalıyor.
*
her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,
işte o zaman doğrudur o sözcük; buluşmakta direttiği zaman. (Sayfa: 105)
*****
KENDİNE YETERLİK
*
''Ağaçların altında iki iskemle. Niçin iki.?
Haa evet, biri oturmak, biri de bacaklarını uzatmak için.'' 
(Sayfa: 106)
*****
GECE YARISI
*
''Ölüler ayakkabılarını eskitmez, diyor-yumuşak yerlerde
yumuşak adımlarla yürürler. Bizim içimizde yürür ölüler,
bazen de, tutumlu olmak için, bizim ayakkabılarımzı bile giyerler.''
(Sayfa: 114)

#YannisRitsos #SeçmeŞiirler #ÇeviriCevatÇapan

BİR AD MÜZİK VE EVRENE DÖNÜŞÜNCE
>>>>>>>>>>>>>>>>>Nâzım Hikmet'e
*
Nâzım kardeşim
mavi gözlü Nâzım
mavi yüreğin
ve daha da mavi düşlerinle
sen ki karanlığa derin derin
baktığın zaman
en ufak bir kin duymadan
karanlığı bile mavileştirirsin
*
Nâzım
sen ki bir kadeh şarap
ve güzel bir kadının diziyle
üzerinde sevdanın halk bayrağı
dalgalanan bir deniz köşesiyle
ufukları ağartır
bir pencere açarsın
her şeyin yok olduğu yerde
ve tepelerden taşlar yuvarlanır keyifle
kayıklara kadar
ve sokak fenerinin altında
bir köpek düşlere dalar
*
Nâzım
senin küçük sokak çalgıcılarını gördüm
Galata Köprüsü üstünde
senden birkaç dize saklıydı
keman kutularının içinde
söylemeye izinli olduklarından başka birkaç dize
bulutlara bakarak bekliyorlardı
onları söyleyebilecekleri günü
(bazan bir keman Nâzım
sıkılmış bir yumruk gibidir
ve sıkılmış yumruğun içinde
bir kanat gizlidir)
*
Nâzım
grevci dok işçilerini gördüm
vinçler direkler şiirler arasında
çuvallar sandıklar güller arasında
ve büyük geminin yanında
bekleyen iki mavi ışık
demir almak üzereydi gemi
(Kimbilir hangi yolculuğa.?)
kavgaydı bu
sevdaydı bu
ve sen Nâzım kaptanıydın
sınırlardan öteye yönelen bu yolculuğun
*
Nâzım
biri çıkıyordu geminin merdiveninden
kafeste kanaryalarıyla
papuçlarının bağları çözük
''günaydın'' demesi gerekirken
''kırmızı'' diyen biri
bir kadın ağlıyordu kapıda
balıkçı geçti kimsenin gözüne ilişmeden
saatinin içinde
tozlu camın altında
küçük bir balık bağırıyordu
sen duydun onu ben duydum
ve istedim ki
en karanlık sözcüğü vereyim de
apak olsun yeniden
direttim
bugünkü gibi
her zamanki gibi
hepimiz gibi
işte böyle, Nâzım
*
Ama sen Nâzım
hangi zindandan
gecenin hangi köşesinden
hangi ölümden olursa olsun
gülümsüyorsun
dünyanın gülümseyişini koruyan
o masmavi gülümseyişinle
Nâzım kardeşim
yoldaşımız bizim
Merhaba Nâzım
*
Nâzım
sen bizi öyle çok sevdin
biz seni öyle çok sevdik ki
küçük adınla çağırır herkes seni
herkes sen der sana
Fransa da Rusya da Yunanistan da
Aragon da Nâzım
Neruda da Nâzım
ben de Nâzım
özgürlük ki adlarından biridir senin
o senin en güzel adın
*
Merhaba Nâzım. (Sayfa: 134)

19 Aralık 2019 Perşembe

Enver Gökçe - Dost Dost İlle Kavga ve Rubailer

Enver Gökçe
Çit köyü halkından
Aşutka
Kemaliye
*
Enver Gökçe ''kardeşçe bir hayat'' için yola çıktı. Elli üç yıllık ömrü bu ''kardeşçe hayat'' uğruna verdiği mücadelenin izlerini taşır. Onu yakından tanıyanlar, mapuslarda onunla beraber yatanlar bilirler: Enver Gökçe, harabelerde açan çiçeklerden güller devşiren bir devrimcidir. ''Yılan çıyan içinde gürül gürül yatan'' bir şairdir. Ne çıkış noktasında, ne de sonraları popülist şiirin kıyısından bile geçmemiştir. Sanatını devrime adamış şairlerimiz içinde bir mihenk taşıdır Enver Gökçe. Kendi başından geçenleri, mızmız bir sesle, kendi kendine anlatan ''sigaralı, rakılı, bol sıkıntılı'' ya da popülizm batağına saplanmış sözde devrimci şiirler onun kitabında yer almaz. Bir evrenselliğin, yeryüzünün dört bir yanında hep beraber söylenecek büyük bir dünya senfonisinin bilinçli, yiğit ve usta işçisidir. ''BİZLER'' vardır onun şiirinde. ''BEN'' dediği bile ''BİZ''dir.
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım, İzmirlim
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan.!
*
derken bin yıllık hasretimizi dile getirir.
*
''Vakterişti ay karanlık gecede
Anamdır yatan Of'unan
Kıpır kıpır ağrısı şuracığında
Karnının en yumuşak yerindedir''
*
dizeleri ''YUSUF''un dünyaya gelişini müjdeler. Topraksız köylüler üzerindeki baskısına dayanamadığı için ağayı öldürüp mapusa düşen ''YUSUF''un gelişini haber verir. Yıl 1953'tür. Aslında ''YUSUF'', Enver Gökçe'nin devrimci niteliğinin ete kemiğe bürünmesidir.
1953'de Harbiye'deki Askeri Cezaevi'nin üç no'lu koğuşunda yatan, aynı zamanda hem ''YUSUF'' hem de Enver Göke'dir. Demokrat Parti'nin baskısı bir kâbu gibi çökmüştür ülkemizin üzerine. Marşal yardımı devrimcilerin sırtından tezgâhlanmaktadır. Sansaryan Hanı'nda iki yıl hücre hayatı yaşayan Gökçe, artık bir daha kurtulamayacağı akut romatizmaya yakalanır. Ona yapılanlar, ilerde ''BİZLER''e yapılacal-k olanların bir örneğidir. Ama o, ''Dost dost ille kavga'' der hiç yılmadan. ''Yusuf ile Balaban'' destanı kafasında şekillenir. Devrimci bilincinin yeşerişini belgeleyecektir artık. Ranzasına bağdaş kurup o incecik yazısıyla destanı kâğıda dökmeye başlar. En çok da geceleri, yılanların, çıyanların uykuya vardığı sırada yazar. Otuz beş gün sonra, ''Yusuf ile Balaban'' upuzun bir destan olup çıkar. Bugün bu destandan elimizde kalanlar bile Enver Gökçe Şiiri'nin evrenselliği hakında bize çok şey öğretmektedir.
Son elli yıllık şiirimizin bir dökümünü yaptığımızda Enver Gökçe'nin şiirleri apayrı bir özellik gösterir. İnsanlardır, insanların kardeşçe yaşamalarıdır onun ''berceste mısraı''. Şiirlerini onlar için yani şehir ve köy emekçileri için yazar. Şiir varılmak istenen devrimci öz'ü pırıl pırıl yansıtmaktadır. Bilinç-duyarlık ikilemi diye bir şey yoktur onun sanatında. Bilinç de, duyarlık da bir büyük sentez içinde kaynaşmıştır. Hep aynı sevdadır, yani ''kardeşçe hayat''tır özlemini çektiğimiz. Şiir, bu amaca ulaşmak isteyenleri coşturan, onları yücelten bir büyük şarkıdır. ''Bizim de caddelerimizde bayram olacaktır''. ''Yarin yanağından gayrı her yerde ve her şeyde beraber olabilmek'' içindir bütün çektiklerimiz.
Devrimci şiirimizin yaşayan en mütevazi işçisi Enver Gökçe bu kitabında bütün şiirlerini sunuyor sizlere. Hapisten çıktığında, köylüleri, ta Eğin'den kalkıp onu görmeye gelmişlerdi. Yün çorap, atkı, kazzak getirmişlerdi. Çok duygulanmıştı. Demek, şiirleri hedefini bulmuştu. YUSUFLAR çoğalıyordu artık.
*
Orhan SUDA (Sayfa: 7-9)
***
#EnverGökçe #DostDostİlleKavgaVeRubailer
Başlangıç
*
Zaman akar, zaman geçer,
Zaman zindan içinde;
Biz mapusta gürül gürül yatardık
Yılan çıyan içinde.
Getirdiler ite kaka bir yiğit,
Ayak çıplak
Ak bir mintan içinde.
Zaman zaman içinde
Işık duman içinde
Ve râviyan-ı ahbâr
Ve muhaddisân-ı rûzigâr
Şöyle rivayet
Ve hikâyet eder kim:
Beni âdem zor bezirgân içinde
Vardı bir Balaban
............................ (
Sayfa: 33-34)
***
(..)
Enver Gökçe, ''Ölüm, adın kalleş olsun'' demekle ölüme karşı duruyor. Ölümü hazmedemiyor. Öfkeleniyor ve söğer gibi haykırıyor: ''Ölüm, adın kalleş olsun.'' Burada göze ilişen en önemli yan, doğal bir şey olan ölüm olgusuna karşı koyuşunda, onun, küçük burjuva ozanları gibi bir yakınma içerisinde bulunmayışıdır. Salt bu da değil. Küçük burjuvazinin ekonomideki iğretiliğinden ileri gelen, Mart havası gibi bir ânı bir ânını tutmaz bir edada, ''Ölümse ölüm, n'olacak yani.?'' biçiminde bir böbürleniş de yok bu dizede. Birtakım şeyleri hesaplayan, neye ve ne için karşı durduğunu çok iyi bilen bir insan tavrı söz konusu. Gerçekten de mutluluğu bireysel olandan çok, toplumsal olanda arayan bir aydın edasıyla soruna yaklaşan Gökçe, böyle bir karşı koyuşa, ölümün özlediği birtakım şeyleri gerçekleştirme kavgasından kendini uzak tutacağı için girişmiştir.Yani işin içerisinde en ufak bir bireysel yan yok: Güzel günleri göremeden ölmenin hüznü değil de, güzel günlerin oluşturulma kavgası içerisinde eriyememenin hüznü dillendirilmiştir bu dizede. Buradan şu sonuca varmak mümkündür: Gökçe'nin dünya görüşü,insanın hayatını bir nesne olarak görmesini sağlayan, kendini etkinliğiyle özdeşleştirmesini önleyen bir dünya görüşüdür. Öyle bir dünya görüşü ki, ''dağlara taşlara kâr eden bir türkü''dür söylemesini bilenin dilinde. Kendini âşikâr ettiğinde ''Gül gülistan içinde'' görülecektir her şey. Dağlarda ''broy broy'' denecektir. ''Güneşte güneşlenilecektir.'' Bu dünya görüşünü adlandıramayacağım. Gökçe'nin şiirlerini okuyan okur, bu dünya görüşünü rahatlıkla adlandırabilir. (..)
*
(..) Enver Gökçe şiirinin ilk özelliği çıkar karşımıza: Yaratıcı yığınlara güven. Yani Enver Gökçe imgeleme, usdışına değil topluma seslenen bir ozan. Ama harekete geçirmeğe çalıştığı yığınlar toplumun tamamı değil, belli bir kesimi, en yaratıcı ve en devrimci gücü, yani işçi sınıfıdır.. Bu, Gökçe'yi döneminin küçük burjuva ozanlarından ayıran en önemli niteliğidir bence. (..)
***
Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, elâ göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova'nın tütünü, Kütahya'nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yâr dizi
Güzel değildir.
***
(..) Gökçe de bir devrimci ozan olarak bu öze seslenir hep.
''Dayan dizlerim dayan.!'' derken ondan güç alır.
Direncinin kırılmamasını sağlar. Ve sırasında, atacak taşı kalmayınca, çıkarıp kan içindeki yüreğini, çarpar kötünün kafasına.. (..)
***
(..) Öfkesi, ne istediğini bilen insanın öfkesidir. İnsanın insana kulluğuna, eşitsizliğe, puştluğa, kahpeliğe.. vs. duyulan bir öfkedir bu. Nihilistçe ya da anarşistçe bir tavır değil, yıkmak istediğinin yerine koyacağı şeyi bilen bir devrimci tavır sözkonusu. Çünkü Gökçe, ''Acılar görmüşüz, geceler görmüşüz, ölmeyi görmüşüz'' derken, neyin:
Uğruna çekilen
Derttir, mihnettir
Senden yana olduğumuz sebeptir
Kardeşçe hayat.!
*
ve kimin uğruna bunları ''gördüklerini'' belirlemiştir.
..bir yanda
Yüzyıllar boyunca saflarında
Yangınlar çıkardıklarımız.
***
(..) Onu, küçük burjuva kökenli ozanlardan ayıran diğer bir husus da burada uçverir: Diyalektiği bir eylem kılavuzu yaparak hayata bakamayıp, hayatı, diyalektiği doğrulamakta bir araç olarak kullananların aksine o, geleceğin, güzel günlerin yaratılması için yoluna başkoyduğu yığınlara sesleniyor. (..) İnancın belirlediği bir umutla, ''kalk düğüne gidelim'' der gibi, yoluna başkoyduğu yığınlara seslenir.
Topla Antep'i, Çukurova'yı
İzmir'i, Urla'yı, Konya'yı
Hadi ha
Ne durursun Munzur.!
***
Saçlarına 
Kızıl güller takayım, 
Salın da gel, 
Bir o yana, 
Bir bu yana.!
*
Mehmet ERGÜN (Sayfa: 11-22)
**************************
Sayfa: 23-30
Enver Gökçe ile Bir Konuşma
Suphi Kenan Demirci

***
Enver Gökçe: (..) Sadece namuslu olmak da yetmez. Hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçük hesapların insanı değildir. (Sayfa: 25)
***
Enver Gökçe: ''Aç zulanı, göster restini. Gökten zembille mi indin.? He canım, sen getir üstünü.'' (Sayfa: 26)
***
Enver Gökçe: Gelenekten her zaman için yararlanılabilir. Kimi ozanların bu deneylerde başarısızlığa uğramaları sanımca, onların halkla göbek bağı kuramamış olmalarından ileri gelmektedir. Türkünün ya da ağıtın halk yaşamı içerisindeki yerini ve işlevini bilmeyenler, bunlardan yararlanarak ortaya gerçek sentezler koyamazlar. Dünya görüşleri ne kadar olumlu olursa olsun, birer özentiden öteye gitmez çabaları. (Sayfa: 27)
***
Enver Gökçe: ''Yusuf ile Balaban'' adlı denemeyi 1953 yılında yazmıştım. Denememde, Balaban adlı bir ağanın topraksız köylüler üzerindeki baskısını ve bu baskıya tahammül edemeyerek ağayı öldürüp mahpusa düşen bir köylüyü (Yusuf'u) anlatmıştım. Ağayı öldüren köylü (Yusuf) mahpusa düştükten sonra, toplumsal gerçekleri öğrenir; bilinçli bir insan haline gelir. Destanın elde kalan bölümlerinden birinde (Kirtim Kirt'te) bu oluşum yansıtılmıştır. Destan, doğayı ve insanı diyalektik bir gelişim içerisinde anlatan parçalarla sona eriyordu.. (Sayfa: 30)
#Enver Gökçe #KirtimKirt #DostDostİlleKavgaVeRubailerKitabı Sayfa: 40-44
#Enver Gökçe #KirtimKirt
#DostDostİlleKavgaVeRubailerKitabı
Sayfa: 40-44
********************************************
Can yoktu ki sevdalara düşe,
Kurt yoktu ki kızıl kana üşe
Yoktum ki yol geçe
Yoktun ki haber ulaşa
Gül yoktu ki, dal yoktu ki..
Ve döne döne ateş
Döne döne madde
Gökler yarıla dürüle
Dağlar savrula devrile,
Kırıla döküle yıldız
Sular evrile çevrile
Döğüşe döğüşe madde
Değişe tokuşa madde
Öyle bir vakte erdi ki devran
Döne döne esir
Döne döne gaz
Döne döne atom
Döne döne madde
Döğüşe çekişe madde
Vuruşa vuruşa madde
Ve zaman değişe değişe
Yosun titreşe, yeşilleşe
Işık dura değişe
Öyle bir vakte erdi ki devran
Ha dedi kırdı zincirini
İçerdeki adam
Demir bağrışa bağrışa
Zindan çağrışa çağrışa
Şöyle buyurdu ki Yusuf
Dört kitaptan daha büyük:
''Demek bu hayat,
Önce sana bana, yük
Demek su kimin
Toprak kiminse
Motor, elektrik, ve ışık kiminse
Demek sultan odur.
Demek insan bölük bölük.
Yaşıyorsan ölüyorsun demek.
Nasıl yaşıyorsan
Öyle düşünüyorsun demek
Demek insan
En yüce mertebede hayvandır
Yeni anladım
Âlet kullanan ve yapan
Tilki tarlayı masallarda sürer
Manyetoyu çeviremez tavşan.
Devril başımdaki kader
Dökül dilimdeki yalan
Tutuş beynimdeki kibrit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt
Kirtim de kirt
Kirtim kirt''
Bir yandan demirciler
Demir döğer denge denk
Bir yandan boyacılar
Boya vurur renge renk
Bir yanda
Kurtuluş savaşları
Bir yanda esaret
Bir yanda termonükleer çağ
Bir yanda balistik şirret
Evvel madde
Ahir fikir
Dolan göğümdeki hava
Salın yanımdaki fakir
Salın proletarya
Geber başımdaki bit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt
Kirtim de kirtim
Kirtim kirt
*
(Kirtim kirt: Halı tezgâhlarının çalışırken çıkardığı ses)

18 Aralık 2019 Çarşamba

Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş, Çeviren: Zeynep Umuroğlu Çetinol

İlk olarak 1965'te yayımlan Boyalı Kuş, Jerzy Kosinski'yi edebiyat dünyasının aranan simalarından biri yaptı. O dönemde Los Angeles Times'ın ''son on yılın en etkileyici romanlarından biri'' saydığı eser otuzdan fazla dile çevrildi.
II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan hikayesi olan Boyalı Kuş, dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin yakınlığını irdeleyen bir şaheserdir.
Edebiyat tarihinin en önemli ve özgün yazarlarından Kosinski'nin ilk ve en ünlü eseridir.
*
''II. Dünya Savaşı'nı konu edinen kayda değer kurgulardan hiçbiri Jerzy Kosinski'nin Boyalı Kuş'unun seviyesini yakalayamaz. Görkemli bir sanat eseri ve insan iradesi üzerine yazılmış en iyi methiye. Bunu okuyan asla unutmayacak ve mutlaka sarsılacak. Boyalı Kuş edebiyatımızı zenginleştiriyor.''
*
Jonathan Yardley, The Miami Herald

Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş
Ve Tanrı, ulu Tanrı bilirdi yalnız
Ayrı ırktan geldiklerini, memeliler olduklarını.
*
Mayakovski (Sayfa: 9)

***
Zamanla o hayvanların göründüklerinden daha tehlikesiz olduğunu anlamıştım. (..) Bu hayvanların da kendi yaşantıları, sevdaları, kendi dillerinde kavgaları vardı. (Sayfa: 16)
***
(..) Bir kafes içinde sonsuza dek kapatılmış yüreğinin çırpınıp durduğu yerdeydi ağrısı. (..) Bense Marta'nın da, yılanı gibi, deri değiştirip hayata sil baştan neden başlayamadığını anlayamıyordum bir türlü. (Sayfa: 19)
***
(..)Tehlikeli zamanlarda çocuklarının yanında olmayacaklarsa anne baba olmanın ne anlamı vardı ki.?(..) (Sayfa: 24)
***
Benim gibiler, yani ecinniler, açık renk gözlü insanların bakışları karşısında efsunlu kara gözlerini hiç kırpmadan durmasıyla belli edermiş kendini. İşte bu yüzden demişti Olga, diğer insanların gözlerine baktığımda onların başına bilmeden kötü ruhları musallat ediyormuşum.
(Sayfa: 30)
***
Ne zaman kendi başıma köyde yürümeye kalksam, başlarını hızla başka yöne çevirip ıstavroz çıkarmaya başlıyorlardı. Daha da kötüsü hamile kadınlar beni görür görmez panik içinde kaçmaya başlıyorlardı. Biraz daha yürekli olanlarsa köpeklerini üstüme salıyordu. (Sayfa: 31)
***
Ateş, derlerdi, doğası gereği insanın dostu değildir, bu yüzden onun huyuna gitmek gerekir.
(..) Parlaklık ve ısı nasıl ateşin olmazsa olmazıysa, hayatın olmazsa olması da ateşti.
(Sayfa: 40)
***
(..) Bir insanın kör olması daha önce görmüş olduğu her şeyi unutmasına da sebep olur mu diye merak ediyordum. Eğer öyleyse o zaman rüya bile göremezdi ki.! Ama öyle değilse, gözleri olmayanlar anılarını görmeye devam edebiliyorlarsa o zaman durum çok kötü sayılmazdı. Dünya her şekilde aynıydı ve tıpkı hayvanlar ve bitkiler gibi insanlar da birbirlerinden farklı olsalar da insan onları yıllar yılı görünce neye benzediklerini bilir anlardı. Ben bu dünyada yalnızca yedi yıl yaşamıştım ama bir sürü şey hatırlıyordum. (..) (Sayfa: 51)
***
Kendime gördüğüm her şeyi hatırlayacağıma dair yemin ettim. Bir gün birisi çıkıp benim gözlerimi de oyarsa yaşadığım sürece gördüğüm her şeyi belleğime kazımış olacaktım
(Sayfa: 52)
Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş, Çeviren: Zeynep Umuroğlu Çetinol
Köyde pek çok söylenti dolaşıyordu. ''Beyazlar'', kişisel mülkiyet haklarını koruyup, toprak ağalarının imtiyazlarının olduğu gibi kalmasından yanaydı. Sovyetlerin desteklediği ''Kızıllar'' ise toprak reformunun gerçekleşmesi için mücadele ediyorlardı. Her iki taraf da giderek artan biçimde köylünün desteğini talep etmekteydi.
Toprak ağalarıyla işbirliği içindeki ''Beyaz'' Partizanlar, ''Kızıl'' Partizanlara yardım ettiğinden şüphelendikleri köylüden bunun acısını çıkarırken, yoksulların yanında yer alan ''Kızıl''lar da ''Beyaz''lara yardım edenleri cezalandırıp, zengin köylülerin ailelerine zulmediyorlardı.

Alman birlikleri de boş durmuyor, köye yaptıkları baskınlarda köylüleri sorgulayarak Partizanların geliş gidişleri hakkında bilgi almaya çalışıyor, göz dağı vermek için de bir iki köylüyü kurşuna diziyorlardı. (Sayfa: 78)
***
(..) Askerin beni vurduktan sonra üstüme benzini döküp beni yakmak için emir aldığından adım gibi emindim. Böyle olaylara çok tanık olmuşluğum vardı. Partizanların muhbirlikle suçlanan bir köylüyü nasıl kurşuna dizdiğini gözlerimle görmüştüm. Hatta öldürdükten sonra gömmek için adama kendi mezarını bile kazdırmışlardı. Almanların ormana doğru kaçan yaralı bir Partizanı nasıl vurduğunu ve sonra adamın cesedinden yükselen alevleri hatırladım.

Acı çekmekten çok korkuyordum. Kurşunla vurulmak mutlaka çok acı verici olmalıydı ama yanarak ölmek çok daha korkunçtu. Ancak yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Askerin elinde bir tüfek vardı ve benim ayağıma geçirilen ipin bir ucu onun bileğine bağlıydı. (..) (Sayfa: 82)
***
(..) Şimdi ben de kendimi Partizanların öldürdüğü uyuz köpek gibi hissediyordum. Adamlar önce köpeğin kafasını okşamışlar, sonra kulaklarının arkasını kaşıyarak hayvanı rahatlatmışlardı. O da mutlu mesut kesik kesik havlayarak sevilmenin keyfini çıkarıyordu. Sonra yakalaması için bir kemik attılar. Köpek kısa pis kuyruğunu sallayarak kelebekleri ürkütüp çiçekleri ezerek kemiğin peşinden fırladı. Kemiği yakaladığını sevinçle zıplayarak gösterdiği anda tak diye vurdular hayvanı. (..) Tabii ki beni sırtımdan da vurabilir, diye düşündüm. İnsanlar birini gözlerinin içine bakmadan öldürmeyi tercih ederlerdi. (..)
(Sayfa: 85)
***
(..) Bu fitilleri ve dinamitleri icat eden insanların kimler olabileceğini düşündüm. (..) Köylülerin sabanları, orakları, tırmıkları, çıkrıkları, kuyuları, miskin ve dermansız atların ya da hastalıklı öküzlerin döndürdüğü değirmen taşları öyle basit şeylerdi ki en kalın kafalı adamın bile bunları icat edip nasıl kullanılabileceğini anlayabilmesi mümkündü. Oysa bir mayına böylesi yıkıcı güç katan fitili icat etmek kesinlikle en kafası çalışan çiftçinin kapasitesini bile fazlasıyla aşan bir şeydi.
Almanların bu tip şeyleri icat etme konusunda pek yetenekli oldukları bir gerçekti, tıpkı dünyayı esmer tenli, kara kaşlı kara gözlü, iri burunlu ve koyu renk saçlı olanlardan tamamen temizlemeye kararlı olduklarının bir gerçek olduğu gibi. Yani bu durumda benim yaşam şansımın pek kuvvetli olmadığı gayet açıktı. (Sayfa: 100)
***
(..) Böylesine sefil ve zalim bir dünya, onun hakimi olmak için gösterilen bunca çabaya değer miydi.? (..) (Sayfa: 101)
***
(..) Oğlunun öldürülmesinin bedeli olarak bu kadar çok Yahudi'nin kurban edilmesi gerekir miydi acaba, diye merak ediyordum. Belki de yakında bunca insanın yakılabilmesi için dünyanın kendisi dev bir fırın haline gelecekti. Zaten bütün insanların bir gün yok olup gideceği söylenmiyor muydu, küller küllere, toprak toprağa denilerek. (..) (Sayfa: 110)
***
Tanrı'nın beni böylesine korkunç bir şekilde cezalandırması için bir sebep yoktu. Başka bazı güçlerin gazabını üzerime çekmiş olmalıydım. (Sayfa: 149)
***
(..)Tıpkı sürülmüş tarlalar gibiydi insan aklı ve ruhu, iblisler kötülük tohumlarını dur durak bilmeden işte bu hazır bekleyen tarlalara ekiyorlardı. Şayet bu tohumlar filizlenirse, onlar da gerekli bütün yardımı sunuyordu o insana, tabii ki bu yardımın bencilce amaçlarla kullanılarak diğerlerine zarar vermesi şartıyla. (..) (Sayfa: 160)
***
(..) masum ve günahsız birine eziyet çektirmek yerine, onun içine nefret tohumları ekmek çok daha önemliydi. Hele koca bir toplumun içini kin ve nefretle doldurmaktan daha büyük başarı yoktu. Bundan yola çıkarak dünyadaki bütün sarışın ve mavi gözlü insanlara esmerlerden ilelebet nefret etmesini aşılamanın sağlayacaklarını hayal bile etmekte zorlanıyordum. (..) (Sayfa: 161)
***
(..)Tanrı yukarılarda bir yerden her şeyi idare ediyordu. Benim gibi bir karasinekle ilgilenmeye neden vakit bulamadığını artık daha iyi anlıyordum. Onun idare etmesi gereken savaş halinde koca koca ordular, insanlar, silahlar vardı. Kimin kazanıp kimin kaybedeceğine, kimin ölüp kimin kalacağına o karar vermek zorundaydı. (..) İyi de neler olacağına madem Tanrı kendisi karar veriyordu, o zaman neden bu köylüler kaderleri konusunda bu kadar endişeliydiler, kiliselere din adamlarına bu kadar bel bağlıyorlardı.? (..) Sovyet komiserleri söylendiği gibi kiliseleri yerle bir edip din adamlarını öldürüp inananları ipe göndereceklerse zaten Kızıl Ordu'nun bu savaşı kazanmak konusunda küçücük bir şansı bile yok demekti. Fazla mesai yapmaktan ne kadar yorgun olursa olsun Tanrı kullarını böyle bir tehlikeye maruz bırakacak bir gaflete düşemezdi. Yine kiliseleri yakıp yıkan, insanları katleden Almanların bu savaşı kazanmasının anlamı neydi o zaman.? Tanrı'nın gözünden bakıldığında madem iki tarafta cinayet işliyordu, o zaman ikisinin de savaşı kaybetmesi daha anlamlıydı.
(Sayfa: 183)
***
(..) Köylüler gelenlerin kim olduğunu hemen anlamışlardı. Korku içindeydiler, telaşla birbirlerine Kalmuk'ların geldiğini, adamlar ellerine geçirmeden karılarını ve çocuklarını saklamaları gerektiğini haber verdiler. Aylardan beri bu atlılar hakkında korkunç hihayeler anlatılıyordu. Bir zamanlar yenilgi nedir bilmeyen Alman ordusu Sovyet topraklarının bir bölümünü istila edince, Sovyetlerden ayrılan ve Kalmuk'lar olarak tanınan bir grup, kendi isteğiyle Almanlara katılmıştı. Kızıllara duydukları nefretle yanlarında yer aldıkları Almanlar da onlara, savaş geleneklerine uygun olarak köyleri yağmalama ve kadınlara tecavüz etme iznini vermişlerdi. Kalmuklar özellikle Kızıl Ordu'nun ilerlediği yollar üstündeki kasaba ve köylerle Almanlara gereğince itaat etmediği belirlenen bölgelere gönderilirdi. (..) (Sayfa: 184)
***
(..) zirve bir adım ötede olduğu kadar iki adım geride de olabilir. Hatta tam zirveye ulaştım, dediği anda insan aniden tökezleyip düşebilir ve başladığı noktadan yeniden tırmanmaya koyulabilirdi. (..) (Sayfa: 203)
***
(..) Sıranın en önündekine yetişmek için çaba göstermek de, en arkada kalmak da kötüydü. Çünkü o zaman kitlelerle iletişimi kaybederdin ki, bu da çürüme ve yozlaşmaya yol açan bir durumdu. Birinin tökezlemesi bütün sıranın yavaşlamasına neden olurken, düşmesi ise, diğerlerinin ayakları altında kalıp ezilmesi anlamına gelirdi. (Sayfa: 205)
***
(..) İnsan, kendi savaşını taşır hep içinde. Kendi adaletini kendisi yerine getirirken de, kazanan ya da kaybeden, yine kendisidir. (..) Bir erkek ne kadar sevilip sayılan ve hayranlık duyulan biri olursa olsun neticede kendiyle yaşardı. Ve eğer kendisiyle barışık değilse, yapması gerekip de yapmadığı bir şeyin pişmanlığıyla kendini yiyip bitiriyorsa, o zaman ister istemez ''bu günahkar dünyanın tepesinde dolaşıp duran sürgün bir ruh, mutsuz bir şeytan''a dönüşürdü işte. (..) Bir şeyi daha çok iyi anlamıştım. Zirveye çıkan pek çok yol, o yollara da çıkan patikalar vardı. Ve bir insanın tıpkı Mitka ile benim ağaca tırmanırken yaptığımız gibi, tek bir dostun el vermesiyle, emekçi halkın toplu yürüyüşüyle varmaya çalıştığından farklı bir zirveye tek başına erişebilmesi mümkündü.
(Sayfa: 216)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...