19 Aralık 2019 Perşembe

Enver Gökçe - Dost Dost İlle Kavga ve Rubailer

Enver Gökçe
Çit köyü halkından
Aşutka
Kemaliye
*
Enver Gökçe ''kardeşçe bir hayat'' için yola çıktı. Elli üç yıllık ömrü bu ''kardeşçe hayat'' uğruna verdiği mücadelenin izlerini taşır. Onu yakından tanıyanlar, mapuslarda onunla beraber yatanlar bilirler: Enver Gökçe, harabelerde açan çiçeklerden güller devşiren bir devrimcidir. ''Yılan çıyan içinde gürül gürül yatan'' bir şairdir. Ne çıkış noktasında, ne de sonraları popülist şiirin kıyısından bile geçmemiştir. Sanatını devrime adamış şairlerimiz içinde bir mihenk taşıdır Enver Gökçe. Kendi başından geçenleri, mızmız bir sesle, kendi kendine anlatan ''sigaralı, rakılı, bol sıkıntılı'' ya da popülizm batağına saplanmış sözde devrimci şiirler onun kitabında yer almaz. Bir evrenselliğin, yeryüzünün dört bir yanında hep beraber söylenecek büyük bir dünya senfonisinin bilinçli, yiğit ve usta işçisidir. ''BİZLER'' vardır onun şiirinde. ''BEN'' dediği bile ''BİZ''dir.
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım, İzmirlim
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan.!
*
derken bin yıllık hasretimizi dile getirir.
*
''Vakterişti ay karanlık gecede
Anamdır yatan Of'unan
Kıpır kıpır ağrısı şuracığında
Karnının en yumuşak yerindedir''
*
dizeleri ''YUSUF''un dünyaya gelişini müjdeler. Topraksız köylüler üzerindeki baskısına dayanamadığı için ağayı öldürüp mapusa düşen ''YUSUF''un gelişini haber verir. Yıl 1953'tür. Aslında ''YUSUF'', Enver Gökçe'nin devrimci niteliğinin ete kemiğe bürünmesidir.
1953'de Harbiye'deki Askeri Cezaevi'nin üç no'lu koğuşunda yatan, aynı zamanda hem ''YUSUF'' hem de Enver Göke'dir. Demokrat Parti'nin baskısı bir kâbu gibi çökmüştür ülkemizin üzerine. Marşal yardımı devrimcilerin sırtından tezgâhlanmaktadır. Sansaryan Hanı'nda iki yıl hücre hayatı yaşayan Gökçe, artık bir daha kurtulamayacağı akut romatizmaya yakalanır. Ona yapılanlar, ilerde ''BİZLER''e yapılacal-k olanların bir örneğidir. Ama o, ''Dost dost ille kavga'' der hiç yılmadan. ''Yusuf ile Balaban'' destanı kafasında şekillenir. Devrimci bilincinin yeşerişini belgeleyecektir artık. Ranzasına bağdaş kurup o incecik yazısıyla destanı kâğıda dökmeye başlar. En çok da geceleri, yılanların, çıyanların uykuya vardığı sırada yazar. Otuz beş gün sonra, ''Yusuf ile Balaban'' upuzun bir destan olup çıkar. Bugün bu destandan elimizde kalanlar bile Enver Gökçe Şiiri'nin evrenselliği hakında bize çok şey öğretmektedir.
Son elli yıllık şiirimizin bir dökümünü yaptığımızda Enver Gökçe'nin şiirleri apayrı bir özellik gösterir. İnsanlardır, insanların kardeşçe yaşamalarıdır onun ''berceste mısraı''. Şiirlerini onlar için yani şehir ve köy emekçileri için yazar. Şiir varılmak istenen devrimci öz'ü pırıl pırıl yansıtmaktadır. Bilinç-duyarlık ikilemi diye bir şey yoktur onun sanatında. Bilinç de, duyarlık da bir büyük sentez içinde kaynaşmıştır. Hep aynı sevdadır, yani ''kardeşçe hayat''tır özlemini çektiğimiz. Şiir, bu amaca ulaşmak isteyenleri coşturan, onları yücelten bir büyük şarkıdır. ''Bizim de caddelerimizde bayram olacaktır''. ''Yarin yanağından gayrı her yerde ve her şeyde beraber olabilmek'' içindir bütün çektiklerimiz.
Devrimci şiirimizin yaşayan en mütevazi işçisi Enver Gökçe bu kitabında bütün şiirlerini sunuyor sizlere. Hapisten çıktığında, köylüleri, ta Eğin'den kalkıp onu görmeye gelmişlerdi. Yün çorap, atkı, kazzak getirmişlerdi. Çok duygulanmıştı. Demek, şiirleri hedefini bulmuştu. YUSUFLAR çoğalıyordu artık.
*
Orhan SUDA (Sayfa: 7-9)
***
#EnverGökçe #DostDostİlleKavgaVeRubailer
Başlangıç
*
Zaman akar, zaman geçer,
Zaman zindan içinde;
Biz mapusta gürül gürül yatardık
Yılan çıyan içinde.
Getirdiler ite kaka bir yiğit,
Ayak çıplak
Ak bir mintan içinde.
Zaman zaman içinde
Işık duman içinde
Ve râviyan-ı ahbâr
Ve muhaddisân-ı rûzigâr
Şöyle rivayet
Ve hikâyet eder kim:
Beni âdem zor bezirgân içinde
Vardı bir Balaban
............................ (
Sayfa: 33-34)
***
(..)
Enver Gökçe, ''Ölüm, adın kalleş olsun'' demekle ölüme karşı duruyor. Ölümü hazmedemiyor. Öfkeleniyor ve söğer gibi haykırıyor: ''Ölüm, adın kalleş olsun.'' Burada göze ilişen en önemli yan, doğal bir şey olan ölüm olgusuna karşı koyuşunda, onun, küçük burjuva ozanları gibi bir yakınma içerisinde bulunmayışıdır. Salt bu da değil. Küçük burjuvazinin ekonomideki iğretiliğinden ileri gelen, Mart havası gibi bir ânı bir ânını tutmaz bir edada, ''Ölümse ölüm, n'olacak yani.?'' biçiminde bir böbürleniş de yok bu dizede. Birtakım şeyleri hesaplayan, neye ve ne için karşı durduğunu çok iyi bilen bir insan tavrı söz konusu. Gerçekten de mutluluğu bireysel olandan çok, toplumsal olanda arayan bir aydın edasıyla soruna yaklaşan Gökçe, böyle bir karşı koyuşa, ölümün özlediği birtakım şeyleri gerçekleştirme kavgasından kendini uzak tutacağı için girişmiştir.Yani işin içerisinde en ufak bir bireysel yan yok: Güzel günleri göremeden ölmenin hüznü değil de, güzel günlerin oluşturulma kavgası içerisinde eriyememenin hüznü dillendirilmiştir bu dizede. Buradan şu sonuca varmak mümkündür: Gökçe'nin dünya görüşü,insanın hayatını bir nesne olarak görmesini sağlayan, kendini etkinliğiyle özdeşleştirmesini önleyen bir dünya görüşüdür. Öyle bir dünya görüşü ki, ''dağlara taşlara kâr eden bir türkü''dür söylemesini bilenin dilinde. Kendini âşikâr ettiğinde ''Gül gülistan içinde'' görülecektir her şey. Dağlarda ''broy broy'' denecektir. ''Güneşte güneşlenilecektir.'' Bu dünya görüşünü adlandıramayacağım. Gökçe'nin şiirlerini okuyan okur, bu dünya görüşünü rahatlıkla adlandırabilir. (..)
*
(..) Enver Gökçe şiirinin ilk özelliği çıkar karşımıza: Yaratıcı yığınlara güven. Yani Enver Gökçe imgeleme, usdışına değil topluma seslenen bir ozan. Ama harekete geçirmeğe çalıştığı yığınlar toplumun tamamı değil, belli bir kesimi, en yaratıcı ve en devrimci gücü, yani işçi sınıfıdır.. Bu, Gökçe'yi döneminin küçük burjuva ozanlarından ayıran en önemli niteliğidir bence. (..)
***
Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, elâ göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova'nın tütünü, Kütahya'nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yâr dizi
Güzel değildir.
***
(..) Gökçe de bir devrimci ozan olarak bu öze seslenir hep.
''Dayan dizlerim dayan.!'' derken ondan güç alır.
Direncinin kırılmamasını sağlar. Ve sırasında, atacak taşı kalmayınca, çıkarıp kan içindeki yüreğini, çarpar kötünün kafasına.. (..)
***
(..) Öfkesi, ne istediğini bilen insanın öfkesidir. İnsanın insana kulluğuna, eşitsizliğe, puştluğa, kahpeliğe.. vs. duyulan bir öfkedir bu. Nihilistçe ya da anarşistçe bir tavır değil, yıkmak istediğinin yerine koyacağı şeyi bilen bir devrimci tavır sözkonusu. Çünkü Gökçe, ''Acılar görmüşüz, geceler görmüşüz, ölmeyi görmüşüz'' derken, neyin:
Uğruna çekilen
Derttir, mihnettir
Senden yana olduğumuz sebeptir
Kardeşçe hayat.!
*
ve kimin uğruna bunları ''gördüklerini'' belirlemiştir.
..bir yanda
Yüzyıllar boyunca saflarında
Yangınlar çıkardıklarımız.
***
(..) Onu, küçük burjuva kökenli ozanlardan ayıran diğer bir husus da burada uçverir: Diyalektiği bir eylem kılavuzu yaparak hayata bakamayıp, hayatı, diyalektiği doğrulamakta bir araç olarak kullananların aksine o, geleceğin, güzel günlerin yaratılması için yoluna başkoyduğu yığınlara sesleniyor. (..) İnancın belirlediği bir umutla, ''kalk düğüne gidelim'' der gibi, yoluna başkoyduğu yığınlara seslenir.
Topla Antep'i, Çukurova'yı
İzmir'i, Urla'yı, Konya'yı
Hadi ha
Ne durursun Munzur.!
***
Saçlarına 
Kızıl güller takayım, 
Salın da gel, 
Bir o yana, 
Bir bu yana.!
*
Mehmet ERGÜN (Sayfa: 11-22)
**************************
Sayfa: 23-30
Enver Gökçe ile Bir Konuşma
Suphi Kenan Demirci

***
Enver Gökçe: (..) Sadece namuslu olmak da yetmez. Hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçük hesapların insanı değildir. (Sayfa: 25)
***
Enver Gökçe: ''Aç zulanı, göster restini. Gökten zembille mi indin.? He canım, sen getir üstünü.'' (Sayfa: 26)
***
Enver Gökçe: Gelenekten her zaman için yararlanılabilir. Kimi ozanların bu deneylerde başarısızlığa uğramaları sanımca, onların halkla göbek bağı kuramamış olmalarından ileri gelmektedir. Türkünün ya da ağıtın halk yaşamı içerisindeki yerini ve işlevini bilmeyenler, bunlardan yararlanarak ortaya gerçek sentezler koyamazlar. Dünya görüşleri ne kadar olumlu olursa olsun, birer özentiden öteye gitmez çabaları. (Sayfa: 27)
***
Enver Gökçe: ''Yusuf ile Balaban'' adlı denemeyi 1953 yılında yazmıştım. Denememde, Balaban adlı bir ağanın topraksız köylüler üzerindeki baskısını ve bu baskıya tahammül edemeyerek ağayı öldürüp mahpusa düşen bir köylüyü (Yusuf'u) anlatmıştım. Ağayı öldüren köylü (Yusuf) mahpusa düştükten sonra, toplumsal gerçekleri öğrenir; bilinçli bir insan haline gelir. Destanın elde kalan bölümlerinden birinde (Kirtim Kirt'te) bu oluşum yansıtılmıştır. Destan, doğayı ve insanı diyalektik bir gelişim içerisinde anlatan parçalarla sona eriyordu.. (Sayfa: 30)
#Enver Gökçe #KirtimKirt #DostDostİlleKavgaVeRubailerKitabı Sayfa: 40-44
#Enver Gökçe #KirtimKirt
#DostDostİlleKavgaVeRubailerKitabı
Sayfa: 40-44
********************************************
Can yoktu ki sevdalara düşe,
Kurt yoktu ki kızıl kana üşe
Yoktum ki yol geçe
Yoktun ki haber ulaşa
Gül yoktu ki, dal yoktu ki..
Ve döne döne ateş
Döne döne madde
Gökler yarıla dürüle
Dağlar savrula devrile,
Kırıla döküle yıldız
Sular evrile çevrile
Döğüşe döğüşe madde
Değişe tokuşa madde
Öyle bir vakte erdi ki devran
Döne döne esir
Döne döne gaz
Döne döne atom
Döne döne madde
Döğüşe çekişe madde
Vuruşa vuruşa madde
Ve zaman değişe değişe
Yosun titreşe, yeşilleşe
Işık dura değişe
Öyle bir vakte erdi ki devran
Ha dedi kırdı zincirini
İçerdeki adam
Demir bağrışa bağrışa
Zindan çağrışa çağrışa
Şöyle buyurdu ki Yusuf
Dört kitaptan daha büyük:
''Demek bu hayat,
Önce sana bana, yük
Demek su kimin
Toprak kiminse
Motor, elektrik, ve ışık kiminse
Demek sultan odur.
Demek insan bölük bölük.
Yaşıyorsan ölüyorsun demek.
Nasıl yaşıyorsan
Öyle düşünüyorsun demek
Demek insan
En yüce mertebede hayvandır
Yeni anladım
Âlet kullanan ve yapan
Tilki tarlayı masallarda sürer
Manyetoyu çeviremez tavşan.
Devril başımdaki kader
Dökül dilimdeki yalan
Tutuş beynimdeki kibrit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt
Kirtim de kirt
Kirtim kirt''
Bir yandan demirciler
Demir döğer denge denk
Bir yandan boyacılar
Boya vurur renge renk
Bir yanda
Kurtuluş savaşları
Bir yanda esaret
Bir yanda termonükleer çağ
Bir yanda balistik şirret
Evvel madde
Ahir fikir
Dolan göğümdeki hava
Salın yanımdaki fakir
Salın proletarya
Geber başımdaki bit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt
Kirtim de kirtim
Kirtim kirt
*
(Kirtim kirt: Halı tezgâhlarının çalışırken çıkardığı ses)

18 Aralık 2019 Çarşamba

Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş, Çeviren: Zeynep Umuroğlu Çetinol

İlk olarak 1965'te yayımlan Boyalı Kuş, Jerzy Kosinski'yi edebiyat dünyasının aranan simalarından biri yaptı. O dönemde Los Angeles Times'ın ''son on yılın en etkileyici romanlarından biri'' saydığı eser otuzdan fazla dile çevrildi.
II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan hikayesi olan Boyalı Kuş, dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin yakınlığını irdeleyen bir şaheserdir.
Edebiyat tarihinin en önemli ve özgün yazarlarından Kosinski'nin ilk ve en ünlü eseridir.
*
''II. Dünya Savaşı'nı konu edinen kayda değer kurgulardan hiçbiri Jerzy Kosinski'nin Boyalı Kuş'unun seviyesini yakalayamaz. Görkemli bir sanat eseri ve insan iradesi üzerine yazılmış en iyi methiye. Bunu okuyan asla unutmayacak ve mutlaka sarsılacak. Boyalı Kuş edebiyatımızı zenginleştiriyor.''
*
Jonathan Yardley, The Miami Herald

Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş
Ve Tanrı, ulu Tanrı bilirdi yalnız
Ayrı ırktan geldiklerini, memeliler olduklarını.
*
Mayakovski (Sayfa: 9)

***
Zamanla o hayvanların göründüklerinden daha tehlikesiz olduğunu anlamıştım. (..) Bu hayvanların da kendi yaşantıları, sevdaları, kendi dillerinde kavgaları vardı. (Sayfa: 16)
***
(..) Bir kafes içinde sonsuza dek kapatılmış yüreğinin çırpınıp durduğu yerdeydi ağrısı. (..) Bense Marta'nın da, yılanı gibi, deri değiştirip hayata sil baştan neden başlayamadığını anlayamıyordum bir türlü. (Sayfa: 19)
***
(..)Tehlikeli zamanlarda çocuklarının yanında olmayacaklarsa anne baba olmanın ne anlamı vardı ki.?(..) (Sayfa: 24)
***
Benim gibiler, yani ecinniler, açık renk gözlü insanların bakışları karşısında efsunlu kara gözlerini hiç kırpmadan durmasıyla belli edermiş kendini. İşte bu yüzden demişti Olga, diğer insanların gözlerine baktığımda onların başına bilmeden kötü ruhları musallat ediyormuşum.
(Sayfa: 30)
***
Ne zaman kendi başıma köyde yürümeye kalksam, başlarını hızla başka yöne çevirip ıstavroz çıkarmaya başlıyorlardı. Daha da kötüsü hamile kadınlar beni görür görmez panik içinde kaçmaya başlıyorlardı. Biraz daha yürekli olanlarsa köpeklerini üstüme salıyordu. (Sayfa: 31)
***
Ateş, derlerdi, doğası gereği insanın dostu değildir, bu yüzden onun huyuna gitmek gerekir.
(..) Parlaklık ve ısı nasıl ateşin olmazsa olmazıysa, hayatın olmazsa olması da ateşti.
(Sayfa: 40)
***
(..) Bir insanın kör olması daha önce görmüş olduğu her şeyi unutmasına da sebep olur mu diye merak ediyordum. Eğer öyleyse o zaman rüya bile göremezdi ki.! Ama öyle değilse, gözleri olmayanlar anılarını görmeye devam edebiliyorlarsa o zaman durum çok kötü sayılmazdı. Dünya her şekilde aynıydı ve tıpkı hayvanlar ve bitkiler gibi insanlar da birbirlerinden farklı olsalar da insan onları yıllar yılı görünce neye benzediklerini bilir anlardı. Ben bu dünyada yalnızca yedi yıl yaşamıştım ama bir sürü şey hatırlıyordum. (..) (Sayfa: 51)
***
Kendime gördüğüm her şeyi hatırlayacağıma dair yemin ettim. Bir gün birisi çıkıp benim gözlerimi de oyarsa yaşadığım sürece gördüğüm her şeyi belleğime kazımış olacaktım
(Sayfa: 52)
Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş, Çeviren: Zeynep Umuroğlu Çetinol
Köyde pek çok söylenti dolaşıyordu. ''Beyazlar'', kişisel mülkiyet haklarını koruyup, toprak ağalarının imtiyazlarının olduğu gibi kalmasından yanaydı. Sovyetlerin desteklediği ''Kızıllar'' ise toprak reformunun gerçekleşmesi için mücadele ediyorlardı. Her iki taraf da giderek artan biçimde köylünün desteğini talep etmekteydi.
Toprak ağalarıyla işbirliği içindeki ''Beyaz'' Partizanlar, ''Kızıl'' Partizanlara yardım ettiğinden şüphelendikleri köylüden bunun acısını çıkarırken, yoksulların yanında yer alan ''Kızıl''lar da ''Beyaz''lara yardım edenleri cezalandırıp, zengin köylülerin ailelerine zulmediyorlardı.

Alman birlikleri de boş durmuyor, köye yaptıkları baskınlarda köylüleri sorgulayarak Partizanların geliş gidişleri hakkında bilgi almaya çalışıyor, göz dağı vermek için de bir iki köylüyü kurşuna diziyorlardı. (Sayfa: 78)
***
(..) Askerin beni vurduktan sonra üstüme benzini döküp beni yakmak için emir aldığından adım gibi emindim. Böyle olaylara çok tanık olmuşluğum vardı. Partizanların muhbirlikle suçlanan bir köylüyü nasıl kurşuna dizdiğini gözlerimle görmüştüm. Hatta öldürdükten sonra gömmek için adama kendi mezarını bile kazdırmışlardı. Almanların ormana doğru kaçan yaralı bir Partizanı nasıl vurduğunu ve sonra adamın cesedinden yükselen alevleri hatırladım.

Acı çekmekten çok korkuyordum. Kurşunla vurulmak mutlaka çok acı verici olmalıydı ama yanarak ölmek çok daha korkunçtu. Ancak yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Askerin elinde bir tüfek vardı ve benim ayağıma geçirilen ipin bir ucu onun bileğine bağlıydı. (..) (Sayfa: 82)
***
(..) Şimdi ben de kendimi Partizanların öldürdüğü uyuz köpek gibi hissediyordum. Adamlar önce köpeğin kafasını okşamışlar, sonra kulaklarının arkasını kaşıyarak hayvanı rahatlatmışlardı. O da mutlu mesut kesik kesik havlayarak sevilmenin keyfini çıkarıyordu. Sonra yakalaması için bir kemik attılar. Köpek kısa pis kuyruğunu sallayarak kelebekleri ürkütüp çiçekleri ezerek kemiğin peşinden fırladı. Kemiği yakaladığını sevinçle zıplayarak gösterdiği anda tak diye vurdular hayvanı. (..) Tabii ki beni sırtımdan da vurabilir, diye düşündüm. İnsanlar birini gözlerinin içine bakmadan öldürmeyi tercih ederlerdi. (..)
(Sayfa: 85)
***
(..) Bu fitilleri ve dinamitleri icat eden insanların kimler olabileceğini düşündüm. (..) Köylülerin sabanları, orakları, tırmıkları, çıkrıkları, kuyuları, miskin ve dermansız atların ya da hastalıklı öküzlerin döndürdüğü değirmen taşları öyle basit şeylerdi ki en kalın kafalı adamın bile bunları icat edip nasıl kullanılabileceğini anlayabilmesi mümkündü. Oysa bir mayına böylesi yıkıcı güç katan fitili icat etmek kesinlikle en kafası çalışan çiftçinin kapasitesini bile fazlasıyla aşan bir şeydi.
Almanların bu tip şeyleri icat etme konusunda pek yetenekli oldukları bir gerçekti, tıpkı dünyayı esmer tenli, kara kaşlı kara gözlü, iri burunlu ve koyu renk saçlı olanlardan tamamen temizlemeye kararlı olduklarının bir gerçek olduğu gibi. Yani bu durumda benim yaşam şansımın pek kuvvetli olmadığı gayet açıktı. (Sayfa: 100)
***
(..) Böylesine sefil ve zalim bir dünya, onun hakimi olmak için gösterilen bunca çabaya değer miydi.? (..) (Sayfa: 101)
***
(..) Oğlunun öldürülmesinin bedeli olarak bu kadar çok Yahudi'nin kurban edilmesi gerekir miydi acaba, diye merak ediyordum. Belki de yakında bunca insanın yakılabilmesi için dünyanın kendisi dev bir fırın haline gelecekti. Zaten bütün insanların bir gün yok olup gideceği söylenmiyor muydu, küller küllere, toprak toprağa denilerek. (..) (Sayfa: 110)
***
Tanrı'nın beni böylesine korkunç bir şekilde cezalandırması için bir sebep yoktu. Başka bazı güçlerin gazabını üzerime çekmiş olmalıydım. (Sayfa: 149)
***
(..)Tıpkı sürülmüş tarlalar gibiydi insan aklı ve ruhu, iblisler kötülük tohumlarını dur durak bilmeden işte bu hazır bekleyen tarlalara ekiyorlardı. Şayet bu tohumlar filizlenirse, onlar da gerekli bütün yardımı sunuyordu o insana, tabii ki bu yardımın bencilce amaçlarla kullanılarak diğerlerine zarar vermesi şartıyla. (..) (Sayfa: 160)
***
(..) masum ve günahsız birine eziyet çektirmek yerine, onun içine nefret tohumları ekmek çok daha önemliydi. Hele koca bir toplumun içini kin ve nefretle doldurmaktan daha büyük başarı yoktu. Bundan yola çıkarak dünyadaki bütün sarışın ve mavi gözlü insanlara esmerlerden ilelebet nefret etmesini aşılamanın sağlayacaklarını hayal bile etmekte zorlanıyordum. (..) (Sayfa: 161)
***
(..)Tanrı yukarılarda bir yerden her şeyi idare ediyordu. Benim gibi bir karasinekle ilgilenmeye neden vakit bulamadığını artık daha iyi anlıyordum. Onun idare etmesi gereken savaş halinde koca koca ordular, insanlar, silahlar vardı. Kimin kazanıp kimin kaybedeceğine, kimin ölüp kimin kalacağına o karar vermek zorundaydı. (..) İyi de neler olacağına madem Tanrı kendisi karar veriyordu, o zaman neden bu köylüler kaderleri konusunda bu kadar endişeliydiler, kiliselere din adamlarına bu kadar bel bağlıyorlardı.? (..) Sovyet komiserleri söylendiği gibi kiliseleri yerle bir edip din adamlarını öldürüp inananları ipe göndereceklerse zaten Kızıl Ordu'nun bu savaşı kazanmak konusunda küçücük bir şansı bile yok demekti. Fazla mesai yapmaktan ne kadar yorgun olursa olsun Tanrı kullarını böyle bir tehlikeye maruz bırakacak bir gaflete düşemezdi. Yine kiliseleri yakıp yıkan, insanları katleden Almanların bu savaşı kazanmasının anlamı neydi o zaman.? Tanrı'nın gözünden bakıldığında madem iki tarafta cinayet işliyordu, o zaman ikisinin de savaşı kaybetmesi daha anlamlıydı.
(Sayfa: 183)
***
(..) Köylüler gelenlerin kim olduğunu hemen anlamışlardı. Korku içindeydiler, telaşla birbirlerine Kalmuk'ların geldiğini, adamlar ellerine geçirmeden karılarını ve çocuklarını saklamaları gerektiğini haber verdiler. Aylardan beri bu atlılar hakkında korkunç hihayeler anlatılıyordu. Bir zamanlar yenilgi nedir bilmeyen Alman ordusu Sovyet topraklarının bir bölümünü istila edince, Sovyetlerden ayrılan ve Kalmuk'lar olarak tanınan bir grup, kendi isteğiyle Almanlara katılmıştı. Kızıllara duydukları nefretle yanlarında yer aldıkları Almanlar da onlara, savaş geleneklerine uygun olarak köyleri yağmalama ve kadınlara tecavüz etme iznini vermişlerdi. Kalmuklar özellikle Kızıl Ordu'nun ilerlediği yollar üstündeki kasaba ve köylerle Almanlara gereğince itaat etmediği belirlenen bölgelere gönderilirdi. (..) (Sayfa: 184)
***
(..) zirve bir adım ötede olduğu kadar iki adım geride de olabilir. Hatta tam zirveye ulaştım, dediği anda insan aniden tökezleyip düşebilir ve başladığı noktadan yeniden tırmanmaya koyulabilirdi. (..) (Sayfa: 203)
***
(..) Sıranın en önündekine yetişmek için çaba göstermek de, en arkada kalmak da kötüydü. Çünkü o zaman kitlelerle iletişimi kaybederdin ki, bu da çürüme ve yozlaşmaya yol açan bir durumdu. Birinin tökezlemesi bütün sıranın yavaşlamasına neden olurken, düşmesi ise, diğerlerinin ayakları altında kalıp ezilmesi anlamına gelirdi. (Sayfa: 205)
***
(..) İnsan, kendi savaşını taşır hep içinde. Kendi adaletini kendisi yerine getirirken de, kazanan ya da kaybeden, yine kendisidir. (..) Bir erkek ne kadar sevilip sayılan ve hayranlık duyulan biri olursa olsun neticede kendiyle yaşardı. Ve eğer kendisiyle barışık değilse, yapması gerekip de yapmadığı bir şeyin pişmanlığıyla kendini yiyip bitiriyorsa, o zaman ister istemez ''bu günahkar dünyanın tepesinde dolaşıp duran sürgün bir ruh, mutsuz bir şeytan''a dönüşürdü işte. (..) Bir şeyi daha çok iyi anlamıştım. Zirveye çıkan pek çok yol, o yollara da çıkan patikalar vardı. Ve bir insanın tıpkı Mitka ile benim ağaca tırmanırken yaptığımız gibi, tek bir dostun el vermesiyle, emekçi halkın toplu yürüyüşüyle varmaya çalıştığından farklı bir zirveye tek başına erişebilmesi mümkündü.
(Sayfa: 216)

Yılmaz Odabaşı - Feride

#YılmazOdabaşı #Feride

Sunu:
*
''istasyonda konuşan iki dilsizdi onlar
ayrılığı söyleyen kara gürültülerde
şaşkındır buralarda ayrı düşmüş âşıklar
kış'ın ve silahların beyaz serinliğinde..''
*
- L. Aragon -
*
k(adın): feride,
uyruğun: dünya;
dinin yok, dilin var
ve sonrasını ben bilirim..

#YılmazOdabaşı #Feride

(..)
feride şiir huyludur, gül kokuludur
gül kokuludur gözleriyle gözlerime dokunur
dokunur
vaay.!

*****

/o aşklar ki hayatın teninde sonrasız bir oyundu
dağıtınca bir yangının alazında süngüler
birileri anlatmaya koyuldu../

*

''Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüğüm bizde bir şey kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, sürdüler, işkencelere soktular. İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog bitti..''

*
- A. Camus - (Sayfa: 9)


#YılmazOdabaşı #Feride


(herkesin bir feride'si vardır bilmez miyim
herkesin bir ayakkabısı gibi bir de şarkısı
herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim
bir de kimsesizliği..)
(..)
gözlerinle gözlerime dokunuyorsun
bir bilsen o an gözlerim oluyorsun
kaçalım beni gören sen sanacak..
(..)
adınla
adınla her şey; şarabın dökülüşü, sesimin eskimeyişi.. (Sayfa: 11)

*****

/ben nereye gitsem biraz senden gelirim
ardımdan kuşlar ve uykular gelir../

feride
ey yââr.! (Sayfa: 12)

*****

güne koşarken çocuklar güne erkenden
ya deniz ya da dağ kokmalı yolları
çocuklar çocuk olmalı
aç bakmamalı sevgiye
çocuklar bazen bir ülkedir
gözleri gök(yüzünde) (Sayfa: 13)

#YılmazOdabaşı #Feride

çarşılarda kalabalık yürüyor
her yanım kalabalık ve kabarık
duramıyorum böyle
çarşılara abanıyorum ben de:
-gülüşleri, konuşmaları, oturuşları nerede.?
hani çocuklar mavi esintilerde.?
bu kanlar da ne.?

*

bir bilsen o an gömleğimi parçalıyorum günün orta yerinde
çatırdayarak kopuyor düğmelerim
suçlular nerede.?

*

bıyıklarımı kemiriyorum, bitiyor
çekip koparıyorum saçlarımı
bir bilsen ter damlıyor yüreğimden yerlere
bileklerim kesilmiş, damarlarım dökülmüş caddelere

*

çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yalnız, çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor feride.. (Sayfa: 15)

*****

sonra bir susamışlık oldum gitgide
ağlamışlık, kanamışlık birdenbire
artık bütün sularda susuzluğum
yankısı yok sesimin caddelerde
''bir yudum'' diyorum sonra: ''bir yudum,
halkım.!'' (Sayfa: 17)

*****

sonra güne koştum, güne coştum kucağımda dünyaların
türküsü; çıkıp kentin en geniş meydanına boğazımı
gömleğim gibi yırtıyorum:
- susmayın.! bir şey bilmiyorsanız küfredin; düpedüz
küfredin işte.!
bir şey anlamıyorlar bile;
o an gökyüzünde dingin bir bulut duvarları aşabilen
rüzgârlar çarpıyor yüzüme.
(bakıyorum da yollarda kanım pıhtılaşıyor
üstüm başım kir karanlık vay balam..) (Sayfa: 19)

*****

- dikkat dikkat.!
ülkem dolaylarında yatmakta olan insanlar için
........ gruplarında kan
aranmıyor..
yitirdik infazlarda güllerimizi
can aranıyor.. can aranıyor.! (Sayfa: 21)

#YılmazOdabaşı #Feride

ey o kasırgalarda okyanuslar çiğneyen gemi
ayrılıksa: ''vur sineme öldür beni.! (Sayfa: 23)

*****

''..Yapılmamış, unutulmuş itirazlar mı vardı.? Kuşkusuz vardı böyle itirazlar. (..) Neredeydi şimdiye kadar görmediği o yargıç.? ''Neredeydi o yüksek mahkeme.? Konuşacaklarım var. El kaldırıyorum..''
*
- F. Kafka - (Sayfa: 24)

*****

feride,
şimdi yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durayım güvertelerde gözlerine

(beni böyle bir eller
beni yollar, beni yeller
kelepçeler, hücreler beni
alıp gitmeye
inan ki feride inan
aşk,
önce.!) (Sayfa: 25)

*****

(bir güzel renk değiştiriyorum; korkma, yürek değil,
renk değiştiriyorum sadece..) (Sayfa: 26)

*****

(sonra gözlerim açılıyor; korkma, dilim değil,
gözlerim sadece..) (Sayfa: 27)

*****

aldırma, bir kedere sevkolunmuş sûretim
kadınım,
kardelenim,
gülenim..
(bir de sen.. sen feride olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam
kanmasam mahvolurum kız, mahvolurum.!) (Sayfa: 29)

*****

oysa ki ben aşkla inanıyordum
hep ölüm bu(yurdunuz)
ya-
zı-
yo-
rum:
ey devlet,
ey tanrı, artık o(kulun) yok senin.! (Sayfa: 30)

*****

bir örümcek sabrıyla sevdam örerken kendini
yüreğim bir uzun hava, sabrım uçurum şimdi.. (Sayfa: 32)

*****

(ben bu çiçeği bölsem, koklasam sen çıkar mısın.?) (Sayfa: 33)

*****

(kıyılarıma varsan ben çıkarım
halkımı tanısan yurtsuz çıkarım.!) (Sayfa: 34)

*****

(sen bir şeyler bilsen bildiğinden ben çıkarım
çocukluğuma dokunsan öksüz çıkarım..) (Sayfa: 36)

*****

şimdi sokaklardayım
sokaklarda.. içimin sokaklarına adın yürüdü
adın satırbaşlarında ayrılıkların
oysa ben bu geceyi bilmiyorum, yolları bilmiyorum
unutmayı hiç;
şimdi sokaklar bile esniyor uyumayı bilmiyorum.. (Sayfa: 37)

*****

ben seni, seni diyordum feride; nasıl gelirim.?
hangi sokaklar çıkar sokak, desene.?
yine o gitmelere gitmeden
seni yorumluyor, sana yoruluyorum işte
başka nereye giderim söylesene.? (Sayfa: 38)

*****

bak ıssız bir ada gibiyim beni çevrele
beni sar, beni sor, beni ağlat bu gece (Sayfa: 41)

*****

gözlerini sil
ve bu sevda kadar koyu bir çay tutuştur ellerime
yok, gitme..
gitme, sen gidince sevmek yüreğimde düğümleniyor
özlemeyi yutkunuyorum
sonra pencerene ürkek kuşlar konuyor
şu gök var ya şu gök, birden üstüme çöküyor
yok, gitme..
gitme aç göğsünü ısınıp kalayım öyle.. (Sayfa: 42)

*****

bana bir ülke getir feride
üstünde masmavi bir gök olsun (Sayfa: 43)

*****

/feride,
sen bu kadar akıllının içinde nasıl..
nasıl delisin böyle.?/ (Sayfa: 47)

***bir gün değil, her gün her şey kirlenir
çalarak bir şeyleri hayattan ve insandan
yenibaştan
yenibaştan
kirlenmeyen tek şey ise
kirdir.. (Sayfa: 50)

*****

tüyleri dökülen bir kuşun yüreği kadar sıcak
ve bir kez ağzımızdan çıkmış bir küfürdü hayat.! (Sayfa: 55)

*****

bana bir ölüm tarif et feride
yakma cigaranı
çek şu kibriti de.!
olur ya,
dinamit gibiyim bu gece.
*
aldırma, bir kedere sevkolunmuş suretim
kadınım,
kardelenim,
gülenim.. (Sayfa: 58)

*****

sana bir bıçak vereyim rüyalarımı dağıt
bir rüzgâr vereyim külümü,
bir sevda vereyim kuraklığımı dağıt (Sayfa: 61)

*****

(biz on ikiden vurulmuş eylüllerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük.!) (Sayfa: 62)

*****

ölümün taht kurduğu varoşlarda nasıl da kirlenir aşklar.. (Sayfa: 63)

*****

hayat, hep böyle düşünmek, düşmek
''düşmek'' dedim de
düştüğüm çok oldu biliyor musun.?
ve düşürüp bir şeyleri düşündüğüm çok oldu..
*
ağlar gibi olup
da ağlamadığım;
ağlamaz gibi durup
da ağladığım, çağladığım çok.!
*
yurtsuzdum bunu yazdı bültenler de
yurtsuzdum da yeni bir yurt kurdum kalbime
sana bile vize koydum, kimlik sordum feride
*
(ben kendimde feodal bir yaraydım belki de..) (Sayfa: 69)

*****

hiçbir aşkı mevsimsiz yaşamadım
da kaç mevsim aşksız feride.. (Sayfa: 70)

*****

/ve akşamüstleri taşıtların amansızca zırladığı bu kentte
geceler karanlık, çiçekçiler uzak, aşklar dağınık
beni anlamıyorsun.!/
ve biz seninle soğuklar gibi yoksul;
çünkü bir ekmeğin öyküsü ilişmiş kimliğime.. (Sayfa: 71)

*****

(bilirim cesedimin üstünde bir dal kırılır, bir yaprak
hışırdar yine; orada ''kime ne''sin sen; alıp gidensin
kendini kendinle..) (Sayfa: 73)

*****

benim ömrüm hep beyaza kandı ey ''şarkısı beyaz''
ama hangi beyazı tutsam gri oluyor
sonra boğuluyor
ve kararıyordu..

hiçbir beyaz
bembeyaz;
hiçbir yaz,
yaz
kalmıyordu.!

(bütün griler eskiden beyazdı feride..) (Sayfa: 77)

*****

her deniz bir martı, her ömür bir tufan, her rüya bir uyku,
her nota bir şarkı, her mezar bir ölüm, her ağaç bir kök,
her dağ bir duman, her güneş doğacak bir kuytuluk bulur
ya kendine;
bulur ya;
ben
senden
başka
sen
bulamam;
bulamam.! (Sayfa: 80)

#YılmazOdabaşı #Feride

*
''..Toplam elli dört bölümle tek bir şiirden oluşan Feride'de, duyarlığımı yazmaya, olabildiğince yalın olmaya ve biçim denemeleriyle şiirimizde destan geleneğine yaslanmaya çalıştım. Yazarken bir tür infilak ettim ve kendi depremimi yaşadım..
Feride'de, kapitalizmin pornografiye karılmış ve metalaşmış ''aşk'' anlayışına karşı, aşkı bir alternatif olarak koruyorum.
Aşkta(da) yabancılaşma, insanın doğasına yönelik bir tehdit değil midir.? (Sayfa: 87)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...