31 Mayıs 2019 Cuma

Bilge Karasu - Gece

yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
*
Turgut Uyar
(Pazartesi YENİLGİ GÜNLÜĞÜ - Her Pazartesi)
(1)
Geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.
.......
...... uzak, tehlikeli bir geceye --geceler hep böyledir zaten-- girip yittiler.
......
...... simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir. Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür......
*
(2)
Kendini kuran bireyliğin devinimi ...... gerçek dünyanın oluşumudur. (Sayfa: 11)

# BilgeKarasu #Gece

Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında.
Sonra soyunmağa başlayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar biraz daha acısın diye.
(..)
Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ışıkları; yalnız dil söyleyecek bu ışıkta yıkanan tek hücreli hayvanları.
Gece oluyor yavaş yavaş. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor.
(Sayfa: 15-16)
Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ışıkları; yalnız dil söyleyecek bu ışıkta yıkanan tek hücreli hayvanları. Gece oluyor yavaş yavaş. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor.

Gecenin işçileri, daha ikindi üzeri ortalıkta görünmekle yaratacaklarını bildikleri ---oysa başlangıçta, ancak, umdukları--- ürküntüyü sürdürmek, uzatmak, bu sürdürülen, uzatılan ürküntüyü daha da yeğinleştirmek üzere dalgalandırmak, yani gönüllerinin dilediğince azaltıp artırmak için çeşitli yollar denerler.. Sokaklardaki, evlerdeki insanların bu ürküntüyü pek değişik biçimlerde yaşamaları karşısında kendileri de, ürken insanlara bakarak duydukları hazları nasıl çeşitlendirebileceklerini araştırırlar; yeni yeni ürküntü yaratma yöntemleri hazırlanması için kendilerinden beklendiği üzere gözlem yaparlar.. Birkaç saat içerisinde daha ne incelikler bulup yaratacaklarını o gün, ortaya çıktıkları o ikindi saatlerinde, belki kendileri bile henüz bilmezler.
Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde yakaladıkları delikanlı olayında, bunun böyle olduğunu pek çok insan açıkça anladı. İşçilerin uyguladıkları işlem, ossaat gönüllerine doğuvermiş bir doğaçlamanın bütün tazeliğini, usta işi acemiliğini taşıyordu çünkü.
Ama gene o gün, daha da ince bir üzgüyü karanlık bastıktan sonra akıl edeceklerdi. Daha önce böyle bir şey düşünemediklerine biraz şaşarak, biraz da yerinerek.
Bu incenin incesi buluş, oldukça sudan bir şeydi üstelik. Bütün yaptıkları, susmak, kıpırdamamak oldu. O kadar. Görünmemek, susmak, yokmuş gibi davranmak. Birkaç saat boyunca.
Gizlendikleri karanlık köşelerden seyrettiler aydınlık pencerelerden kaygılı bakışların sağa sola kaçamak kaçamak bakarak perdelerinin ardında yitmesini, yüpürgen ellerin kapı önlerindeki çocukları kapıp içeri alıvermesini, karanlığa bakanların önlerine bakarak koşar adım evlere dalmasını. Kapıların sessizce sürgülendiğini işitti çakal kulakları. Işıkların teker teker söndüğünü gördüler. Karşı konmazı beklemenin, beklenenin gelmeyişiyle artan kaygının gitgide yeğinleştirdiği korkunun, karın boşluklarındaki kemiriciliğini duyar gibi oldular; dile gelmez hazlar duydular etlerinin her noktasında. (Sayfa: 25-26)
Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde yakaladıkları delikanlı olayında, bunun böyle olduğunu pek çok insan açıkça anladı. İşçilerin uyguladıkları işlem, ossaat gönüllerine doğuvermiş bir doğaçlamanın bütün tazeliğini, usta işi acemiliğini taşıyordu çünkü.

Balıkçılar sokağındaki olay herkesi üzdü, ama kimseyi şaşırtmadı.
Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde, Bakkallar sokağı köşesinden üç adım beride, Balıkçılar sokağının en civcivli saatinde, gecenin işçileri o gence niçin saldırdılar, bilinmiyor.
Söylentilere bakılırsa, elinde götürmekte olduğu ekmek dörtköşe değilmiş; saçının rengi kara değilmiş; ya da aksayarak yürüyormuş.. Söylenti elbet, bütün bunlar. Doğrusunu kimse bilmiyor. Ayrıca, bilinecek bir doğru var mı.? O bile bilinmiyor. Bilinebilen, görülebilen ise, işçilerin, ansızın duvarlardan, köşelerden, kapı ağızlarından sıyrılarak o genci kalabalığın içinden çekip ortalarına aldıkları, bir daha dağılıp gözden yittiklerindeyse ortada kanlı, tanınmaz bir et yığını kalmış olduğu. Genci, gecenin işçilerinin ortasında yitmeden önce görebilenlerin söylediğine göre, bu et parçası, o alımlı delikanlının yarısı kadar bile olamazdı. Bu kanlı etin üzerine talaş serpildi, kuru yapraklar örtüldü.
Ertesi sabah oradan geçenler, bir türlü aydınlanamayan günün donuk ışığında, asfaltın üzerinde esmerce bir lekeden başka bir şey göremediler gencin parçalanmış olduğu yerde.
İnsanlar artık yalanan ağızlar, pençeler arıyor insanların yüzlerine, ellerine bakarken. Oysa işçiler, gecenin işçileri oldukları için, güpegündüz görünmezler sokaklarda. Gecenin işçileri herkes gibi miydi bir zamanlar.? Böyle olduğuna inanmak isteyenler var.
Daha mı az ürkecekler böyle olsa.? (
Sayfa: 28-29)

#BilgeKarasu #Gece

#BilgeKarasu #Gece
Sayfa: 34 - Görsel: Pavel Kuczynski

#BilgeKarasu #Gece

#BilgeKarasu #Gece

#BilgeKarasu #Gece

Bir insanın bir insanı vurması, öldürmesi, genellikle, öfke, korku ya da baskıyla açıklanan, açıklanmak istenen bir iştir. Öfke, korku, baskı, kolaylıkla birbirine dönüşür, birbirinin kılığına girer; dışarıdan geleni içten, içten geleni dışarıdan gelirmiş gibi gözükür. Benin, benliğin altta kaldığı duygusunun, birer görünümüdür üçü de. Benin, benliğin altta kaldığı duygusunun, birer görünümüdür üçü de. Gecenin işçileri hep altta kaldığı duygusuyla bunalmış insanlardan mı derlendi.? Çocukluğundaki umacılardan kurtulamayan, sevdiklerini gönüllerince saramayan, etlerini istedikleri etle birleştiremeyen insanlar mıdır hep, bu işçiler.? (Sayfa: 59)

#BilgeKarasu #Gece

Büyük işlerin küçük ahlâk ölçülerine kapanarak görülmeyeceğini bizden önce söyleyenler çok.. Bizse, bir yandan --o da yerine göre-- o küçük ölçüleri daha da daraltmak üzere bağırıp çağırırken, yapılması gereken temizliği her türlü ölçünün dışına taşımak gereğini bir inanç haline getirmek için uğraşırken, herkese boyun eğdirmek isteyenin engel bilmez, engel tanımaz davranışını (kendi aramızda bile) üstü kapalı bir biçimde benimsemek istiyoruz. Gizliliği, yani bilinmeyeni, korkuyu, gözdağını, yıldırmayı başkalarına karşı kullanırken, içimizde de bunları en yeğin biçimleriyle kurduğumuzun, neden sonra, farkına vardık. Bugün hiçbirimiz geri dönemez, hiçbirimiz vazgeçemeyiz. Oysa hiç değilse birkaçımız, biliyoruz ki birtakım dönülmez sanılan yerlerden her zaman dönülebilir; yeter ki durduğumuz yerden ileriye değil, ileriden, durduğumuz yere bakabilelim. Güçtür bu iş, ama olmayacak, yapılmayacak bir şey de değildir. Evet, hiç değilse birkaçımız bunu hâlâ biliyoruz, daha unutmadık. Ama unutacağımız günler yakın gözüküyor.
Anlatmak istediğim, epey karışık; bilmem becerebilecek miyim.? Bir oyun düşünün: Kara taşların kazanması gerekiyor. Karaların yanında kırmızılar, sarılar var. Karşılarında yeşiller, morlar, aklar. Bir taşa bir taş almak oyunu çok uzatır, kazanmanızı önleyebilir. Nasıl oynamalı ki bir taşa karşı iki, üç taş alınsın karşıdan.? Dahası, sizin yanınızda oynayanlardan da bir, iki, üç taş alabilesiniz.?
Bu soruya, niye gizleyeyim, onun da yardımıyla, gerçekten doyurucu yanıtlardan birini ben buldum. Ama, görüyorsunuz, övünemiyorum. (
Sayfa: 127-128)

#BilgeKarasu #Gece
(..) Doğrusunu isterseniz, ''Geceyi Örenler'' adlı yazınızda, oyun oynayan çocukların kendi aralarında işlev bölümü yapar, birine ''sen haydut ol'', ötekine ''sen polis ol'', berikine ''sen casus ol'' derken içlerinden en esmer olanına, handiyese zenci sayılabilecek olanına ''sen de gece ol'' diye görev vermeleri ne denli gerçek bir çocukça düşünce gibi geldiyse bana, ''büyükler arasında geceyi örenler sabırlı ellerinde uzun şişleri, önce korkunun yününü, ilmek ilmek, sıra sıra ördüler; kendilerini de yakacak ateş yününün yumakları, torbalarında, sırasını bekliyordu, ''deyişinizi o denli özentili, size yakışmaz bulmuş ama derin bir kuşkuya da kapılmıştım. Bize, bir şeyler bildiğinizi mi anlatmak istiyordunuz.? Neden sonra kararımı verdim; olsa olsa bir sezgiydi bu.
Oysa korku, bizim gerçekten, isterseniz bilimsel diyebileceğiniz bir yolda, kullanmağı kararlaştırdığımız bir duyguydu. Çeşitli biçimlerde kullandık onu, siz de biliyorsunuz, hem de iyi biliyorsunuz. Ama demin ''buluşum'' diyerek övündüğümü söylediğim bir biçimi vardı ki bu kullanışımızın.. Ana düşüncemiz şuydu: Bütün varlıklarıyla Hareket'e bağlanmış gençleri --özellikle gençleri-- bir büyük çelişki içine düşürmek.. Bir yandan, en aşırı davranışlarında bile, korkacakları bir şey olmadığını, kimsenin onlara gerçekten bir şey yapamayacağını duyurmak; bir yandan da.. (Sayfa: 129-130)
#BilgeKarasu #Gece
Yanınızdaki (önünüzdeki, karşınızdaki) adamın, iriliği (boyu, posu, eni) oranında bir gömüt gerektireceğini,
bu kıyımı ölçüsünde toprakaltı canlılarını besleyeceğini,
anasının babasının
doğumundan başlayarak gösterdikleri sevgi, ilgi, çaba
ile
bu gövdeyi besleyip büyütmesinin,
daha sonra, bu gövdeyi taşıyanın
yaşamayı beslenme, yeyip içme diye tasarladığı ölçüde, boğuşa, uğraşa, didine karnını doyurmasının
kim bilir, buna ''gönlünü doyurmasının'' demek
belki çok daha doğru olur
gerçekte, ölümünü özene bezene hazırlamak olduğunu düşünmüş müsünüzdür.? Kendi hakkından başka belki bir belki iki kişinin rızkını yiyerek, başına büsbütün üşüşülecek, iştah kabartacak
solucanları, kurtları, böcekleri, düşünüyorum
elbette şu anda
bir ölü, kendisini gömütlüğe taşıyacak olanları büsbütün terletecek, yoracak, görkemli bir ölü, ağırlıklı bir ölü haline gelmek için uğraştığını düşünmüş müsünüzdür.? Bilmiyorum.
Ama ben, bu dediklerimi, gördüğüm her besili insan karşısında, her gün düşünürüm. ''Biraz toplamışsın,'' diyen herkesin beni tiksintiyle karışık bir kaygıya salması bundan belki de..
Ölümü kurmaksızın yaşamı kurmanın olanaksızlığını duymak, özellikle duymak, hastalık belirtisi sayılsın varsın; nasıl olsa, ne yaparsak yapalım, ölüme hazırlandığımıza göre, bir yaşam dengesi tasarlayabilmek pek çılgınca bir şey olmasa gerek. (..) (Sayfa: 166-167)
#BilgeKarasu #Gece
#BilgeKarasu #Gece
#BilgeKarasu #Gece  💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙
''Büyüsünden sıyrılmamız gereken sözcüklerden biri --en önemlilerinden biri-- de 'insan' sözcüğü. Bir tılsım gibi kullanıp en yüce duyguların aracı haline getiririz onu; tek tek insanı, kişiyi (dostumuz olsun düşmanımız olsun) o sözcüğün yardımı, aracılığıyla ezmekten, yıkmaktan çekinmeyiz. Düşlediğimiz, tasarladığımız, kurduğumuz, dilediğimiz bir anlamı yükleyiverdiğimiz 'insan' sözcüğü, sırasında en güçlü aracımız, saldırganlık kargımız olur.
İnsanı en yüksek yere yerleştirmekten, hayvanlardan, bitkilerden, sulardan, dağlardan çok önemli olduğuna, her şeyin insan için yaratılıp insana kulluk etmesi gerektiğine inanırmış gibi yaşamaktan vazgeçelim. Belki o zaman insanın değerini öğrenir, hayvanla, bitkiyle, suyla, dağla, taşla birlikte bir anlamı olduğunu, olabileceğini anlar, belki o zaman insana saygı duymasını başarırız.
(..) (
Sayfa: 218-219)

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Yaşar Kemâl - Hüyükteki Nar Ağacı

Yaşar Kemâl'in ''doğa-insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiğim yapıtlarımdan biri'' dediği Hüyükteki Nar Ağacı, traktörün tarıma girmesiyle birlikte işsiz kalan yarıcılar ve mevsimlik işçilerin dramını konu alıyor. Kapitalizmin Çukurovaya'ya düşen büyük gölgesi, her satırla görünür kılınıyor.
***
''İşte bu romanı ve Yaşar Kemâl'in pek çok yapıtını güçlü kılan şey şu ''doğa-insan ilişkisi'' sözlerinde saklanıyor. Çünkü Yaşar Kemâl bu ilişkiye insanın en temel, en eski, dil yaratma yetisiyle özdeş bir niteliğiyle yaklaşıyor. Mitos yaratmak..''
*
Güven Turan
***
''Hüyükteki Nar Ağacı adlı romandaki tüm unsurların büyüleyici olması dışında Yaşar Kemâl bu romanında kâinatın dışından kelimeleri ve Anadolu'da gizlenmiş mikrokosmos hayatlar ve hayaller ile epik yazarların kosmosunu yaratmayı başarmıştır.''
*
Frankfurter Allgemeine Zeitung (Almanya)
***
''Yaşar Kemâl romanlarının çoğu, kuş uçmaz kervan geçmez Kilikya'da, sıtmanın kol gezdiği bereketli Çukurova'da, İstanbul'a bile başka bir dünya gibi görünen topraklarda geçer. Bu ücra, zorlu bölgeyi dünya edebiyatına taşıyan Yaşar Kemâl, çok iyi bildiği eski mitlerden yola çıkarak çağdaş yapıtlar yaratıyor.''
*
Karl-Markus Gauss, Süddeutsche Zeitung (Almanya)

#Yaşar Kemâl #HüyüktekiNarAğacı
#Yaşar Kemâl #HüyüktekiNarAğacı

25 Mayıs 2019 Cumartesi

Hermann Hesse - Doğu Yolculuğu

#HermannHesse #DoğuYolculuğu

Bir keresinde şunları söyleyen Doğulu bilge dostumuz Siddhartha'yla hemfikirim:
Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor; dile getirilen her şey o an değişiyor biraz, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor -evet, bu da çok iyi bir şey, bu da çok hoşuma gidiyor, bir insanın hazinesini ve bilgeliğini oluşturan şeyin bir başkasının kulağına her zaman aptalca gelmesine de hiç diyeceğim yok. (Sayfa: 13)
***
Bana öyle geliyor ki, dünya tarihi, insanların en şiddetli, en kör arzusu olan unutma arzusunu yansıtan bir resimli kitaptan başka bir şey değil. Her yeni kuşak bir önceki kuşağın en önemsediği şeyleri yasaklarla, susup geçiştirmelerle, alaylarla yok etmiyor mu.? Yıllarca süren büyük, dehşet verici bir savaşın bütün halklar tarafından yıllar yılı unutulduğunu, inkâr edildiğini, bastırıldığını ve sanki sihirle yok edildiğini ve şimdi azıcık dinlenip kendine gelen bu halkların, birkaç yıl önceki budalalıklarını ve acılarını sürükleyici savaş romanlarıyla anımsamaya çalıştıklarını görmüyor muyuz.? (Sayfa: 14)

#HermannHesse #DoğuYolculuğu

 Pişmanlık tek başına işe yaramaz; af, pişmanlıkla satın alınamaz, hiçbir şeyle satın alınamaz. (Sayfa: 22)
***
Biz nasıl kendi yolumuzda gidiyorsak, onlar da kendi yollarında gidiyorlardı, her birinin kendi hayali, kendi arzusu, yüreğinde gizli bir oyunu vardı, yine de büyük ırmakta hepsi birlikte akıyordu ve hepsi bir bütündü, yüreklerinde aynı huşuyu, aynı inancı taşıyorlardı, aynı yemini etmişlerdi.! (Sayfa: 23)
***
Bizim tek hedefimiz Doğu'ya varmak değildi, daha doğrusu ''bizim Doğu''muz salt bir ülke ya da coğrafi bir şey değil, ruhun yurdu ve gençliğiydi, hem her yerdi hem de hiçbir yer, tüm zamanların yekvücut olmasıydı. (Sayfa: 25)
***
Çünkü benim mutluluğum, düşlerdeki mutlulukla aynı gizden oluşuyordu gerçekten de; akla gelebilecek her şeyi aynı anda yaşama, iç ve dışın yerlerini kolayca değiştirme, zaman ve mekânı kulis gibi kaydırma özgürlüğünden oluşuyordu.
(Sayfa: 26)
#HermannHesse #DoğuYolculuğu

Aslında en güzel yaşantılar, onların ruhundan bizzat etkilenmiş olanlara anlatılabilir. (Sayfa: 27)
***
- ama bu sanatçılar ya da bunlardan bazıları çok canlı ve sevimli kişiler olsa da, yarattıkları kişiler yaratıcılarından istisnasız daha canlı, daha güzel, daha neşeli, denilebilir ki daha doğru, daha gerçekti. (Sayfa: 29)
***
Hizmetkâr Leo'ya, sanatçıların yarattığı imgelerin kesinlikle çok canlı olmasına rağmen, kendilerinin neden bazen yarım insan gibi göründüğünü sordum. Leo bana baktı, soruma şaşırmıştı. Sonra kucağındaki kaniş köpeğini yere bırakıp dedi ki: ''Anneler de böyledir. Çocuklarını doğurup onlara sütlerini ve güzelliklerini ve güçlerini verdikten sonra kendileri görünmez olurlar. Artık kimse onları arayıp sormaz.''
''Ne kadar üzücü,'' dedim, aslında pek de düşünmeden.
''Bence diğer tüm şeylerden daha üzücü değil,'' dedi Leo, ''üzücü belki ama bir yandan da güzel. Yasa böyle gerektiriyor.'' (Sayfa: 29)
#HermannHesse #DoğuYolculuğu

Hizmet yasası. Uzun ömürlü olmak isteyen, hizmet etmek zorundadır. Fakat hükmetmek isteyen uzun ömürlü olmaz. (Sayfa: 30)

16 Mayıs 2019 Perşembe

Dido Sotiriyu - Benden Selam Söyle Anadoluya

Arka Kapak:
*
Ve sen Kör Mehmet'in damadı.! Hele sen.! Niye böyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme.? Öldürdüm evet seni, ne olmuş.! Ve işte ağlıyorum. Sen de öldürdün.! Kardeşler, dostlar, hemşeriler.! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini.! Anayurduma selam söyle benden, Kör Mehmet'in damadı.! Benden selam söyle Anadolu'ya.! Toprağını kanla suladık, diye bize garezlenmesin.! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.!
*
1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü alan bu kitap, Türkiye'de doğan, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye'den göç etmek zorunda kalan Yunan yazar Dido Sotiriyu'nun en önemli, en etkileyici kitabı. Türkiye'nin kültür mozayiğinde çok önemli bir yer tutan Rumların, Kurtuluş Savaşı öncesindeki ve savaş sırasındaki yaşamlarından gerçekçi kesitler sunan yazar, şöyle diyor:
''1922'de Anadolu'dan ayrılarak Yunanistan'a, amcamların yanına gitmek zorunda kaldım. Çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Yaşadığım günlerin, duyduğum olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan bir kitap yazma isteği içimde çığ gibi büyüyordu.''
***
Önsöz
*
Anadolu Rumları, atalarının toprağından kopup ayrılalı kırk yıldan fazla zaman geçti.
Bu bırtınayı yaşamış olanlar birbiri ardından göçüp gitmekte ve yaşantılar kaybolmakta.. Halk hazineleri ya silinip ortadan kalkıyor ya da tarih arşivlerine gömülüyor. Anadolu Rumlarının bir atasözü vardır: ''Ölü gözünden yaş akmaz.''
*
İşte bu nedenle hayatta olanların anılarına kulak verdim ve sevgiyle dayadım kulağımı yüreklerine.
Bize öyküsünü anlatan Manoli Aksiyotis, Anadolu Rum köylüsünün simgesidir. 1914-1918 arası Amele Taburu'nda bulunmuş, Rumların Anadolu'ya istilasıyla birlikte Yunan üniformasını giymiş, esaret görmüş ve nihayet Yunanistan'da mülteciliğin zehirli ekmeğine ortak olmuştur. İltica ettikten sonra kırk yıl boyunca limanlarda çalışmış, sendikacılık yapmış, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen Yunan Milli Direniş Hareket'ine katılmıştır.
Emekli olunca, altmış yılı aşkın yaşantısını kaleme almıştır Manoli. Büyük bir sabırla ve cefa çekerek. Çünkü, doğru dürüst okuma yazma bilmemektedir.
Bu romanın dokusunu, işte bu denli gerçek tanıklardan süzüp çıkardım. Bir daha geri gelmemek üzere çökmüş bir âlemi gözlerinizin önünde canlandırmak amacıyla yaptım bu işi. Yaşlılar unutmasın, gençler bütün olup biteni çırılçıplak görsün, öğrensin diye..
*
Dido Sotiriyu
#DidoSotiriyu #BendenSelamSöyleAnadoluya
''Ne emredersen onu yaparım baba. Yalnız bilmeni istiyorum ki, ben öğrenim görme arzusundayım. Hani çok susadığın vakitler, serin bir su içip de şöyle bir oh çekersin ya, her yeni öğrendiğim şeyde, işte ben de öyle bir oh çekiyorum..'' (Sayfa: 27)
#DidoSotiriyu #BendenSelamSöyleAnadoluya
''Tartı işi bana göre değil, seni mahcup etmekten korkarım..'' Anladı hemen.. Dönüp şöyle bir baktı bana; gözlerinde hem şaşkınlık, hem de hakir gören bir eda vardı: ''Yazık.! Ben de seni akıllı bir şey sanmıştım.!'' Eğdim başımı önüme, küfretmemek için dişlerimi sıktım ki, neredeyse ufalayacağım: ''Üzümleri tarttığın gibi tartmışsın beni de.!'' (Sayfa: 45) *** Ben bunca sevdiğim bu şehrin, kapılarını yoksullara ardına kadar açtığını sanmıştım. Sanmıştım ki, lutfuna ermek için, körebe oynar gibi gözlerini kapayıp elini uzatmak yeter.. (Sayfa: 46) *** Savaş şöyle bir dokunup geçmişti bize. Bir ufak tırmık yarasıydı bu henüz. Sırada hançer vardı.. Böyledir yüreği insanoğlunun: Küçücük bir felakette duracak gibi olur, ama sonuna kadar dayanır büyük felaketlere. (Sayfa: 71) *** ''Hürriyet pahalıdır,'' dedim. ''Hürriyet için savaşırken, aklın sesini dinlemeyeceksin. Bizim köyde bir söz vardır, işit bak: 'Akıllı düşünedursun, deli çoktan gidip geldi,' derler. (Sayfa: 178) *** Drossakis'i ilgilendiren, insanlığın kaderiydi.. Prometheus isimli bir ''yoldaş''tan söz etti bana. Dediğine göre bu ''yoldaş'', bir zamanlar şimdi bizim ıstırap çektiğimiz bu topraklar üzerinde, bütün insanlığa ateş getirmek için ıstırap çekmişti.! ''İlerleme damla damla oluyor Monalaki, kan ve alın teri pahasına oluyor. Ve tam, 'İşte nihayet insanlar gözünü açtı.! Nihayet ileri atılacaklar.!' dediğin anda bir bakıyorsun ki gerilemekteler. Bazıları cesaretini kaybediyor o zaman, 'Şeytan götürsün.! Ben mi kafa patlatacağım, değer mi bunlar için.!' diyor. Böyle düşünen bir alay adam var, elbet. Ama düşünmüyorlar ki, zamanla o gerileyenler de doğrulup ilerleyecek. Dünya tersine dönmez ki hiçbir zaman.!'' (Sayfa: 182-183) *** ''Koyuver kayığı süzülüp gitsin suda..'' (Sayfa: 186) *** ''.. Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyotis.? Petrol, kömür, demir, krom.. Yani, Anadolu'nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel.! Ah dostum ah.! Büyüklerin okşayacağı tutar adamı, küçüksen güvenmeyeceksin onlara.. Çünkü çıkarları çatışır durmadan, kendi aralarında da anlaşma yoktur. Her biri kendi kanadının altında kalalım ister, zamanı gelince kullanmak için. Bir kez yakanı kaptırdın mı, elini uzatır kolunu kurtaramaz hale düşersin; varını yoğunu alırlar..''
(Sayfa: 210) *** Bir Tanrı'nın elinden çıkmış olamazdı bu dünya, hayır.! Böyle bir dünyayı, hiçbir Tanrı yaratmış olamazdı. (Sayfa: 224) *** İnsanlar.! Siz bu dünyadan değil misiniz.! Hangi şeytan teslim alıp öldürdü ruhunuzu.? (Sayfa: 259) *** Benden selâm söyle Anadolu'ya.. Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin.. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Tanrı bin belasını versin.! (Sayfa: 260)
Benden selâm söyle Anadolu'ya.. Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin.. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Tanrı bin belasını versin.! (Sayfa: 260)

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Kostas Mourselas - Kızıla Boyalı Saçlar (Çeviren: Kosta Sarıoğlu)


Arka Kapak: * ''Taksitle kitap sattığı bir kız vardı. Ona ha bire kitap götürüyordu ama o hiç ödeme yapmıyordu. Bir sabah Aleka'nın, yirmi bin drahmiden fazla tutan kitap alışverişi yaptığının farkına vardığında durumun ciddiyetini anladı. 'Aleka neler oluyor.? Babana birkaç kuruş vermesini söylesene,' dedi. 'Benimle evlen, ödeşelim. İster misin.?' dedi Aleka da. Bu dünyada her şeyi doğal karşılayan Luis kabul etti. 'İsterim,' dedi.''
*
14 yıl önce Türkçede ilk yayımlandığında kısa sürede en çok okunan kitapların başına yerleşen, yine kısa sürede 100.000'den fazla okura ulaşan Kızıla Boyalı Saçlar'ın sıradışı kahramanı Luis, kendini özgürlüğe adamış, bir insana, bir işe, bir yere kesinlikle bağlı kalmak istemeyen, kafasına eseni yapan, hayallerinin peşinden koşan sevimli bir serseri.
Zorbalar, serseriler, fahişeler, genelevler, kenar mahalleler, gecekondular, erkek delisi kadınlar, kadın delisi erkekler, üçkâğıtçılar, küçük burjuvalar, eski solcular, dolandırıcılar bu kitabın dokusunu oluşturuyor. Bir dönemin ve insanlarının resmini çizen Kızıla Boyalı Saçlar; okuru kışkırtıyor, gözlerini gerçek hayata, hayatın gerçeklerine çevirmesini sağlıyor. Yalın ve mizah dolu bir anlatım; egemen sisteme ve sistemin savunucularına, benimseyenlerine karşı gözü pek, alaycı, sert bir eleştiri.
Yazarının tanımıyla ''Kızıla Boyalı Saçlar insan özgürlüğüne yazılmış bir övgü.'' Her birimiz içimizden Luis gibi olmayı biraz arzular, ama onun gibilere imrenmekle, öykünmekle kalmaz mıyız.?



Kızıla Boyalı Saçlar
*
Kızıla Boyalı Saçlar, her gece
Hangi çarşaflarda gizlice gözyaşı döküyorsun
Acının sınırları yok
Mutluluksa hep yarıda kalır
*
Hüzünlü sevgilim iyi geceler
Bizim hikâyemiz öyle kolay kolay bitmez
Geceleri seni yakan bir rüzgâr gibi
hangi kapıyı çalsan beni bulacaksın
*
Kızıla Boyalı Saçlar ve bir defne yaprağı
elinde seni avutmak için
Neden hep hataları anımsarsın.?
Neden unutmaya çalışmazsın.?
*
Hüzünlü sevgilim iyi geceler
Bizim hikâyemiz öyle kolay kolay bitmez
Geceleri seni yakan bir rüzgâr gibi
hangi kapıyı çalsan beni bulacaksın
*
Kızıla Boyalı Saçlar bir damla gibi
dudaklarını yakar yıllarca
Kimse hayatın kışını vaat etmez
ve kimse korkmaz Tanrı'dan
*
Hüzünlü sevgilim iyi geceler
Bizim hikâyemiz öyle kolay kolay bitmez
Geceleri seni yakan bir rüzgâr gibi
hangi kapıyı çalsan beni bulacaksın
*
Kızıla Boyalı Saçlar iyi geceler
Seneye yine seni hatırlayacağım
İyi geceler
Seni Seviyorum
*
Söz ve beste: Vasilis Dhimitriu


Βαμμένα κόκκινα μαλλιά
*

Βαμμένα κόκκινα μαλλιά κάθε νύχτα
σε ποια σεντόνια να δακρύζεις στα κρυφά
δεν έχει περιθώριο η πίκρα
και η χαρά τελειώνει στα μισά

Λυπημένη μου αγάπη καληνύχτα
δεν τελειώνουμε έτσι εύκολα εμείς
σαν αγέρας που σε καίει μες στη νύχτα
όποια πόρτα κι αν ανοίξεις θα με βρεις

Βαμμένα κόκκινα μαλλιά και μια δάφνη
στο χέρι για παρηγοριά
γιατί θυμάσαι πάντα τα λάθη
γιατί δε φεύγεις για τη λησμονιά

Λυπημένη μου αγάπη καληνύχτα
δεν τελειώνουμε έτσι εύκολα εμείς
σαν αγέρας που σε καίει μες στη νύχτα
όποια πόρτα κι αν ανοίξεις θα με βρεις

Βαμμένα κόκκινα μαλλιά μια σταγόνα
στα χείλη να σε καίει για καιρό
ποιος τάζει της ζωής το χειμώνα
και ποιος φοβάται το Χριστό

Λυπημένη μου αγάπη καληνύχτα
δεν τελειώνουμε έτσι εύκολα εμείς
σαν αγέρας που σε καίει μες στη νύχτα
όποια πόρτα κι αν ανοίξεις θα με βρεις

Βαμμένα κόκκινα μαλλιά καληνύχτα
του χρόνου πάλι θα σε θυμηθώ
καληνύχτα σ’ αγαπώ

#KostasMourselas #KızılaBoyalıSaçlar Sayfa: 347-349
Bilirsin, bütün boşanmış ana-babalar, çocuklarını gezmeye götürür, onlara dondurma ısmarlar, çocuk parkına, lunaparka götürür, ders çalışmaları gerektiğini, iyi çocuk olmalarını hatırlatır, biraz harçlık da verir, tamam, sonraki hafta her şey baştan başlar.
Ama burada Luis ve Luiza'yla tam tersi oluyordu. Her şeyden önce gezi, Luis'in Luiza'yı umutsuzca masal dünyasına sokma değil, masal dünyasından çıkarma çabasıydı. Sonra Luiza Luis'e harçlık veriyordu, Luis Luiza'ya değil. Luiza babasına dondurma ısmarlıyordu. Luiza onu lunaparka götürüyor ama lunaparkta kendisi oynamıyordu.! Luis oynuyordu. Luis arabalara, trenlere biniyor, Luiza ona bakıp gülüyordu.
Luiza, Luis'i görür görmez gülümsemeye başlardı. Babasının bir tek sihirli aynalarda yanında olmasını isterdi. Orda birlikte gülmelerini şart koşardı.
Luiza biraz büyüdüğünde, yaklaşık on beş yaşına girdiğinde, Luis lunaparkları bırakıp onu opera ve tiyatroya götürmeye başladı.
Luis için opera, bir çocuğu sanat dünyasıyla tanıştırmanın en iyi yoludur. Çocuk operada iyi müziği sever, kendini geliştirir ve orada ''geleneği'' öğrenir.
''Ölürken şarkı söylemek olur mu.? Operada her şey olur.''
Luis sanatta her şeyin dolayısıyla da hayatta her şeyin mümkün olduğunu anlatmak istiyordu.
''Luiza, sanat sadece bir zevk değildir. Sanat bütün kapalı kapıları açan bir anahtardır da.''
Luis birer birer kızının gözündeki çeşitli idollerin (öğretmenlerin, ana-babaların, vaizlerin, tırnak içindeki ''uzmanların'') efsanesini yıkıyor, evrensel değer denilen değerlerin bazılarının ne kadar göreli olduğunu kanıtlıyor, yeni bakış açıları sunuyor, hatta on emre bile dokunuyordu. On emri bile kızıyla teker teker tartışıyordu.
''Zina yapmayacaksın ne demek.? Eşinin aşağılık biri olduğu ortaya çıkarsa ne yapacaksın.? Önemli olan zina yapma gereği duymaman. Zina yapma gereğini duyduktan sonra, artık nefsine hâkim olman için çok geçtir. İşte annen, zina yapmış olsa da ben onu affettim. Örneğin ben, baban.. Emir, 'Babana ve anana hürmat edeceksin' demiyor mu, senin ne yapman gerekir.? Ya da benim sana.. Örneğin sen gülünç düşüncelere, gülünç davranışlara sahip, boktan bir kız olsan, normalde seni kızım diye tanıştırırken utanç duymaz mıyım.? Bu ne demek.? Sırf ben senin babanım, sen de benim kızımsın diye her şey yolunda mı.? Hayır, beni yargılayacaksın. Ancak böyle bana hürmet edersin, beni yargıladığın zaman. Şimdi, beni nasıl ve hangi ölçütlerle yargılayacağınsa başka bir sefer konuşacağımız büyük bir konu. Luizacığım, her şeye arada bir tekrar bakmalıyız. Yeniden inceleyip çürütmeliyiz. Her şeyi. Hareketsizlik ölümdür, bataklıktır.''
Fakat bütün bu söyledikleriyle Luiza'yı tehlikeli yollara doğru yönlendiriyordu.
''Yahu Luis, buna hakkın yok,'' diyordum. ''Şimdiden böyle yaparsan, yarın öbür gün çocuk nereye varır.? Sen o kadar emin misin.? Çocuğun dünyasını parçalıyorsun.''
''Dünya öyle bir halde ki, iyi yapıyorum. Ben sadece beynini uyarmayı, tek başına arayış içine girmesini istiyorum. Dünyada bir alçak daha olacağına böylesi daha iyi. Zina yapıyorsun, yapmıyor musun.? Demek ki motor bir yerlerde tekliyor. İnsan öldürür. Öldürmez mi.? En azından buna kafa yormayı öğren. Kuzen, beni de sorgulasın. Yarın, babam saçmalıyordu, desin. Bu da bir şey. Yoksa 'yargılanmamak için yargılamayalım'da kalırız. Bunu mu istiyorsun.?''
(Sayfa: 347-349)
#KostasMourselas #KızılaBoyalıSaçlar Sayfa: 347-349



28 Nisan 2019 Pazar

Selahattin Demirtaş - Seher



Arka Kapak:
*
Seher'deki hikâyeler, heveskâr işi değil insana ve yaşama duyulan derin sevginin ince bir mizahla harmanlandığı has yazar işi metinler. Karşımızda, tutsaklık günlerinde vakit doldurmak için yazan biri değil, bugüne kadar ortaya çıkmamış, okura ulaşmamış bir edebiyatçı var.
Demirtaş'ın hikâyelerini okuyunca, keşke halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumluluk ağır basmasaydı da yazar olsaydı diye hayıflandım. Sonra, edebiyat-sanat damarımın bencilliğinden utandım: o zaman, edebiyat bir yazar kazanacak ama Türkiye Demirtaş kalibresinde bir siyasetçiden, geleceğin önemli bir liderinden, barış ve özgürlük umudundan yoksun kalacaktı.
*
Oya Baydar
*
Siyaset ve sanat disiplinleri birbirine benzemez. Siyaset; doğru zamanda siyasi açıdan doğru olanı söylemek ve gerçek düşünceleri saklamak ilkesine sahipken, sanatçı deyim yerindeyse yüreğini kazıyarak en gizli duygularını en büyük kitleyle paylaşmaya koşullanmıştır. Bu açıdan Selahattin Demirtaş'ın değerli öykülerini özel bir yere koymamız gerekir diye düşünüyorum. Acılar karşısında duyarlı bir yüreğin çığlığını yansıtan bu öyküler, siyasetten çok daha derin bir insani damara dokunuyor.
Kitabın özenli ve akıcı bir Türkçeyle yazılmış olması, hem estetik hem de toplumsal açıdan övgüye değer. Bu ülkedeki herkesi birleştirecek olan ortak payda sanatın büyülü yaratıcılığında gizli. Çünkü sanat, vicdanın dilidir. Selahattin Demirtaş da bu dili konuşuyor.
*
Zülfü Livaneli

26 Nisan 2019 Cuma

Gabriel García Márquez - Benim Hüzünlü Orospularım (Çeviri: İnci Kut)

#GabrielGarcíaMárquez #BenimOrospularım
Arka Kapak
*
Yüzyıllık Yalnızlık'ı bin yılın en önemli kitaplarından sayılan Gabriel García Márquez, büyülü gerçekçilik akımının en önemli yazarıdır.
*
Benim Hüzünlü Orospularım'ın başkişisi, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden sevişmemiş yaşlı bir gazeteci. Yalnızlığının çaresini günlük, sıradan ilişkilerde aramış bu çirkin ve çekingen ihtiyar, 90. yaş gününde kendine hiç alışılmamış bir armağan vermeye kalkışıyor. Eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesini arayıp el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söylüyor. Patroniçe, onun bu isteğini yerine getirecek, ama yaşlı adam her ziyaretinde ''uyuyan güzel'' Delgadina'yı seyretmekle yetinmek zorunda kalacak, yaşamının gözünde kendisine böylesi bir oyun oynayan yazgısına boyun eğecek; ne ki bu çok özel ilişkiden o güne değin hiç tatmadığı bir aşk doğacaktır.
Gabriel García Márquez, yaşlılığın hüznünü olağandışı bir aşkın coşkusuna dönüştürüyor. Belki de ölümü güzelleştirmek için.. Ustanın elinden yaşlılığa, cinselliğe, aşka ve ölüme bir güzelleme..

*****

Beşinci on yıla varıp da yaşlılığın ne olduğunu tahmin etmeye başladığımda belleğimdeki ilk boşlukların farkına vardım. Gözlüğümü aranarak evin içinde dört dönüyor, sonunda gözümde olduğunu keşfediyordum, ya da gözümde gözlükle duşa giriyor, bazen de uzak gözlüğümü çıkarmadan üstüne okuma gözlüğümü takıyordum. Günlerden bir gün iki kez kahvaltı ettim, çünkü birincisini unutmuştum; sonra da arkadaşlarımın bir önceki hafta anlattığım aynı öyküyü anlatırken beni uyarmaya cesaret edemediklerinde yaşadıkları telaşı fark etmeyi öğrendim. Artık o zamanlar kafamın içinde biri tanıdığım yüzlere, biri de her birinin adlarına ait olan iki ayrı liste vardı, ama sıra selam vermeye geldi mi yüzlerle adları örtüştürmeyi beceremiyordum. (Sayfa: 16)

*****

"Seks, insanın aşkı bulamadığında, elinde kalan bir tesellidir." (Sayfa: 60)

*****
"Yavrucuğum, bu dünyada yalnızız. (Sayfa: 62)

#GabrielGarcíaMárquez #BenimOrospularım

25 Nisan 2019 Perşembe

Suat Derviş - Fosforlu Cevriye


Suat Derviş'in adı birçoğumuz için bir tür söylence, hatta efsane gibi söylenen, eserlerine kolay erişilemese de çeşitli açılardan hep anılan bir nitelik taşır. Modern edebiyatımızın ilk ve öncü kadın yazarlarından, çok iyi bir eğitim alıp Avrupa'da okuduğu halde kimi romanlarında toplumun en alt katmanlarından kadınları tasvir etmede usta, hepsi toplumca tanınmış birer aydın olan dört eşinin yanı sıra, örneğin Nâzım Hikmet'i de kendisine âşık etmeyi başarmış bir gönül avcısı, sosyetik sayılabilecek bir çevreye karşın komünizme sempati duyan ve kimi örgütlere katılan biri. Müthiş bir değişim ve/veya dönüşüm çağında, yaşamında olmadık çelişkileri bir arada bulunduran, kendince bir macera yaşayan kişilikli bir kadın. Yani aslında, insana bahşedilmiş tüm fırsat ve olanakları kendi hikâyesinde toplamış biri. Hem sıradan hem de olağanüstü bir hikâye.
Bu sunuşu hazırlamak için Fosforlu Cevriye'yi okurken, tüm bunları duyumsadım. 1940'ların Türkiye'sinde popüler bir gazetede tefrika edilerek geniş bir kesime sunulan bu romanın anlattığı, hayatı Beyoğlu ve Galata'nın en izbe sokaklarında geçen, erkeklerle yaşadığı gece maceraları için kentin Tekfur Sarayı'ndan Tarlabaşı'na, İnönü Gezisi'nden Dolmabahçe sırtlarına kadar çeşitli açık mekânlarını seçen, anne babasını hiç tanımamış, erkek sarrafı ve yaşam işçisi küçük fahişe Cevriye'yi nasıl, nereden tanımış olabilirdi Suat Derviş.? Gazetelerin üçüncü sayfalarından mı, yoksa keskin bir gözlem ve araştırma gücünden mi beslenmişti.?
Ne olursa olsun, Fosforlu Cevriye; kadın-erkek ilişkilerinin henüz (ve hâlâ) evrensel ölçülere göre çok geri olduğu ve özel bakanlığı kurulsa bile, çözümün ufukta gözükmediği ataerkil toplum yapımız içinde hep önemsenen bir figürün, fahişe figürünün edebiyatımıza ve oradan da sinemaya atlayan en ilginç örneklerinden biri olup çıkmış ve sinemada karşılığını bulmuştu. O yılların Yeşilçam'ında bir yandan ''altın yürekli fahişe'' tiplemesi yan rollerde, hatta başkarakterlerde boy gösteriyor, öte yandan yazar-senaryocu Attilâ İlhan'ın gözdesi ''erkek-kadın'' figürü Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt gibi sofistike veya Şoför Nebahat gibi popüler film kahramanlarıyla sinemaya geçiyordu.
Aslında 1944-45 yıllarında gazetede yayımlanan Fosforlu Cevriye'nin sinema macerası gecikmiş sayılabilir. Bunun için Yeşilçam'ın gerçek anlamda şaha kalktığı ve birden çoğalan film sayısıyla farklı ve özgün karakterler aramaya çıktığı 60'lı yılları beklemek gerekti. İlk Fosforlu Cevriye filmi, romanı uyarlayıp yöneten eski kuşaktan Aydın Arakon'un çabasıyla 1959 yılında çekildi. Başrollerde dönemin çok cazibeli, ama karakter olarak da ''erkek gibi kadın'' dedirten ünlü oyuncusu Neriman Köksal vardı. Yanı başındaysa, Cevriye'nin roman boyunca Necatibey Caddesi üzerindeki bir han odasında asla eyleme dönüşmeyen, adı konmamış bir aşk yaşadığı, adını bile öğrenemeden sevdiği erkek olarak da Orhan Günşiray vardı. Üç yıl sonra 1962'de Fosforlu Oyuna Gelmez adıyla ve tıpatıp aynı kadroyla filmin devamı çekilecekti.
Ama bu kadarla kalmadı. Bir kuşak sonrasında, 1969'da bu kez Fosforlu Cevriyem geldi. Bülent Oran senaryoyu yazmış, Nejat Saydam çekmiş ve başrolleriyse Türkan Şoray ile Tanju Gürsu yüklenmişti. Yine bir kuşak sonra, 1978'de Memduh Ün hikâyeyi yeniden ele aldı. Ancak bu kez ciddi anlamda telif sorunlarıyla karşılaştı ve filmin adını Cevriyem yaptı. Her şeyi bir ölçüde yenileştirmek, bu kez emektar Safa Önal'a nasip olmuştu ve Türkan'a bu kez Kadir İnanır eşlik ediyordu. Ayrıca 1966-67'de bu kez Halit Refiğ üst üste Karakolda Ayna Var ve Kız Kolunda Damga Var ikilemesini çekti. Kahramanlar da, oyuncular da farklıydı (Fatma Girik ve Sadri Alışık). Ancak bu filmler adları ve atmosferleriyle Suat Derviş'in romanını akla getirirler. Çünkü bu iki deyiş de romanda sık sık karşımıza gelmektedir. 1989 yılında İbrahim Tatlıses'in yönettiği ve karşısında Sevtap Parman'ın oynadığı Fosforlu'da Suat Derviş'ten ne kalmıştır, kendi adıma hiç bilmiyorum.
Bugünlerden bakıldığında Fosforlu Cevriye, yalnızca edebiyatımız için o dönemde hayli özgün bir kadını (ve çevresindeki bir avuç yan kişiliği) ustaca çizen bir toplumsal-gerçekçi çaba değil, aynı zamanda İstanbul'a adanmış bir kitap da.. O dar çevre içinde dönenip duran küçük insanların arasında önemli bir ölçüde azınlıktan kişilerin bulunması bu dönem duygusunu pekiştiriyor. Çatlak Marika'dan meyhaneci Barba ve Kosti'ye, vaktiyle Ernani (Victor Hugo) oyununu oynayıp kanto söylemiş Ermeni Dikranui, yani Sümbül Dudu'dan kahveci Mavro'ya, Şimamn Hayganos'tan Tatavla Gülü Elonikos'a, yaşlı Mayrık'tan suflör Haçik Efendi'ye tüm bu kişilikler, azınlıkların henüz kovulmadığı bir İstanbul mozaiğini bize yaşatıyorlar. Bu da bu ilginç ve ayrıksı romanın temel özelliklerinden biri olup çıkıyor.
*
SUAT DERVİŞİN KÜÇÜK İNSANLARI
Atilla Dorsay, Eylül 2013 (Sayfa: 7-9)

12 Nisan 2019 Cuma

Ölümsüz - Vassilis Vassilikos

Arka Kapak
*
Vassilis Vassilikos, 1934 yılında Yunanistan'ın Kavala kentinde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği Selanik'te geçti. İlk Kitabı ''Jason'un Öyküsü'' 1953 yılında yayımlandı. Bunu, 1956'da çıkan ''Barışın Kurbanları'' ile üç ayrı öykünün anlatıldığı ''Üçlü'' (1961) izledi. Üçlü ile Vassilikos, Yunanistan'ın en büyük roman ödülü olan ''12'er Ödülü''nü kazanan en genç yazar oldu. 1964'te ''Amerika Mitolojisi'', 1966'da röportajlarından oluşan ''Duvarların Dışında'', 1967'de de ''Ölümsüz'' (Z) adlı ünlü romanını yayımladı. Yunanistan'da Albaylar Cuntasından önce Karamanlis'in başbakanlığı döneminde ılımlı bir solcu olan milletvekili Lambrakis'in öldürülmesi olayını ve genç bir sorgu yargıcının dirençli sorgulaması sonucu bu öldürülme olayının devlet güçlerinin kesin bir komplosu olduğu gerçeğini ustaca romanlaştıran Vassilikos, bu romanıyla dünya çapında ün kazandı. Bilindiği gibi, bugün Yunanistan'ın yeni seçilen Cumhurbaşkanı, bu cinayet olayının sorgulamasını yapan o zamanların genç sorgu yargıcıdır. Bu roman, ünlü Yunanlı yönetmen Kosta Gavras tarafından sinemaya da uyarlandı ve filmin başrollerini Yves Montand, Jean-Louis Trintignant ve İrene Papas paylaştılar. 1967 yılında, yurt dışındayken Albaylar Cuntası'nın yönetime el koyduğunu öğrenen Vassilikos, Fransa'ya yerleşti ve Cunta devrilip ülkesine demokrasi yerleşene kadar da Paris'te yaşadı. Daha sonra ''Fotoğraflar'' ve ''Zıpkın'' adlı öykülerini biraraya getiren ''Lunik II'' ve ''Hikğmdarlar'' adlı kitapları yayımlanan Vassilis Vassilikos'un ünlü ve yeniden güncellik kazanan romanı ''Ölümsüz''ü Aydın Emeç'in Türkçesiyle sunuyoruz.



''..Ölüler konuşmaz. Sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. Soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran toprak..'' (Sayfa: 43)
*
''..İnsanoğlunun acılarının, bireyin çabasıyla geçmeyeceğine sonunda inanmıştı.Salı ve cuma günü öğleden sonraları, muayenehanesine dolan yoksul yığınlarına parasız bakması da bir işe yaramıyordu. Dehşete düşmek için, hastalarıyla en basit ilacın parasını veremeyen halk yığınlarının sayısını karşılaştırması yetiyordu. Yardımseverlikte de durum aynıydı: Bir yoksula para vermek neye yarardı.? Nasılsa, yeryüzündeki yoksulların yüzdesinde hiçbir değişiklik olmuyordu. Dünyanın değişebilmesi için düzenin değişmesi gerekliydi. (Sayfa: 44-45)
*
Yalnızca sağduyunun, en basit sağduyunun her şeye yeniden egemen olacağına inanıyordu. Bazı sözcükler gerçek anlamına kavuşacak, bazı davranışlar başlangıçtaki ağırlığını kazanacaktı.
(..) Kimsenin yararlanmadığı kaynak bir türlü kurumaz. Oysa kaynaktan yararlanmak, yerinde bir davranıştır. Büyük bir soğuğun egemen olduğu toprağın derinliklerinde, demir, çelik, bakır, altın gibi madenler yatar. Günün birinde, bu madenlere ihtiyaç duyan insanlar, gelir ve onları karanlıktan kurtarırlar. (Sayfa: 45)
*Hangi yöntem - parti dememek için yöntem sözcüğünü kullanıyoruz- kişilerin değil de, toplumun gelişimine inanır, bizleri açlık, yoksulluk ve felaketten kurtarmaya çalışır, yüzyıllardan beri içimizi buran, zavallı balıkların sırtındaki sülükleri andıran alışkanlıklara saplanıp kalmak yerine ileri bir hayvan katına yükselmemizi ister.? (Sayfa: 46)
*
Düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır. Aşkın değişkenleri gövdeleridir. Neyse ki gövdeler değişebilir, ama aşk, her yüzün, her çift saydam gözün ardında hep aynıdır. Özlem, bizi aşan, çevremizdeki duvarları, engelleri istemeyen, öteleri arzulayan bir şeyin özlemidir bu. Sesime karışan senin sesin, çift ses, hiçbir ses, çağların ötesinden gelen bir uyumla güneş kadar değişmez bir şeyi tekrarlayan, gerçekte sen ve ben olmasak da yine biziz aşk.
(..)
''Seni seviyorum'' diyordu ona, bu beceriksizce sözle yeryüzü, yürek boyutlarına ulaşan bir güzellik kazanıyordu. Ve yeniden, gençliğinin derinliklerine gömülü, solukluğu içinde esmer, yanında hissedeceği an'a kardar hep aynı, dinmek bilmeyen ''gelecek mi, gelmeyecek mi.?'' kuşkusu. Ve de ellerinin topraksı tadı. (Sayfa: 47)
*
..insanın söyleyecek şeyi olursa, konuşmak hiç güç değildi. Güç olan, söyleyecek şeyi olmayanların konuşmasıydı. (Sayfa: 49)

Menelaos Lundemis - Şimşekler Çakarken

Yunan edebiyatının önde gelen yazarlarından Menelaos Lundemis 1912'de İstanbul'da doğmuş, 1977'de küçük yaşta yerleştiği Atina'da ölmüştür. Yapıtlarında, genellikle roman ve öykülerinde köylülerin, ekicilerin, göçmenlerin sorunlarına değinir; özellikle sevgi, kardeşlik, uygarlık, bağımsızlık temalarını işler. 1938'de Atina'da yayınlanan ilk öykü kitabı, Devlet Ödülünü almıştır.
Alman işgali sırasında ''Ulusal Kurtuluş Cephesi''ne katılmış, işgalden sonra yazılarıyla, yapıtlarıyla egemen sınıflara karşı çıkmış, bu yüzden çeşitli baskılara uğramış, sonuçta Vrettakos, Riços, Teodorakis gibi devrimci yazar ve bestecilerin sürgün yeri olan ''Makronisos'' adasına sürülmüştür.
Sürgünde iken Nâzım Hikmet'in sürgünlere gönderdiği mektuptan duygulanmış, birçok dile çevrilen ''Nâzım'a Mektup'' başlıklı uzun şiiri yazmıştır. 1956'da yayınlanan bir romanı nedeniyle yargılanan ve mahkum olan yazar, 1958'de yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır. 1962'de Yunan Cuntası elinden vatandaşlık hakkını almış, 1976'da uzun süre yaşadığı Romanya'dan, bu kez Karamanlis Hükümeti'nin özel izniyle Yunan vatandaşı olarak ülkesine dönmüştür.
Yapıtları Polonya, Romanya, Bulgaristan, Çin, Vietnam gibi ülkelerde yayınlanmıştır.
''Şimşekler Çakarken'' piyesi ilk olarak, seksenli yıllarda, Üsküdar'da, İstanbul Devlet Opera ve Balesi mensuplarınca kurulan İstanbul Akademik Sanat Topluluğu'nda, Yüksel Özkök'ün yönetiminde sahneye konmuştur.
''Şimşekler Çakarken'', ünlü İspanyol viyolonselisti ''Pablo Casals''ın yaşamından bir kesittir.
Casals, İspanya'nın bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşım vermiş ve sanatını bu yolda bir silah gibi kullanmıştır.
Franco Diktatoryası'nın ülkeye egemen olmasıyla birlikte yurt dışına çıkan Casals, Prades'e yerleşerek bir sanat şenliği oluşturdu.
Çalgısını sürekli, bağımsızlık, özgürlük ve barış için çalmış, İspanya iç savaşından sonra bestelediği oratoryosu ile de bir barış simgesi olmuştur.
Menelaos Lundemis'in 19 romanı, 5 öykü kitabı, 6 şiir kitabı, 5 piyesi ve 3 deneme kitabı yayınlanmıştır. (Sayfa: 5-6)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...