25 Kasım 2019 Pazartesi

Erdal Öz - Gülünün Solduğu Akşam

Bu kitabı yazarken
*
O günlerden bende kalanları toparlayıp yazarken Ferenc Molnar'ın yazdığı Pal Sokağı Çocukları adlı o pek sevdiğim çocuk romanını yeniden okuyor gibi oldum. Bütün inançları, olanca sevimlilikleri içinde, ellerini kana bulamaktan özenle kaçınan; hele ''kır gerillası'' serüvenini, sanki dağda kamp kurmuş korkusuz bir izci topluluğu olarak yaşayan bu gözüpek çocuklara karşı büyüklerin çok acımasızca davrandığını da öfkeyle belirtmekten kaçınmadım.
Bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu üç-üç biten o korkunç ve uzatılmış maçı, yaşadığım, edinebildiğim bilgilerin ışığında oldukça ayrıntılı anlatışım da, uygulandıktan sonra bir daha onarılamayan, bir daha dönüşü olmayan ölüm cezalarının ne kadar insanlıkdışı, ne kadar ilkel bir eylem olduğunu vurgulamak içindir.
Bu kitapta anlatılanlar, serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Birtakım acı gerçekleri daha da etkili kılabilmek için, böyle bir biçim kullanmam kaçınılmazdı. Başka türlüsünü de yapamazdım. Bu da benim yazış biçimim. Ancak bu yazdıklarımın, bir roman gibi okunsa da, roman olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Serüvenlerini yazarken, bu gözüpek çocukların kişiliğinde birer kahraman yaratmaya çalışmadım. Okuyunca görülecektir: Onlar gerçekten yiğit kişilerdi.
Olaya, bir avuç teröristin silahlı eylemi, birkaç anarşistin düzene karşı ayaklanışı olarak bakmak, olanları bu gözle görmek, o günlerde olduğu gibi, şimdi de yanlış bir yargılamaya götürebilir.
Belki bir avuçtular, birkaç kişiydiler. Görünüşe göre de silahlı eylemlere girişmiş, kurulu düzene baş kaldırmışlardı. Yanıltmamalı bu. Görünüşün ardında yatan büyük ve gizli girişimi görmezden gelerek bu genç insanları yargılamaya kalkarsak, 12 Mart sonrasında olduğu gibi, yine onları yok edip ortadan kaldırmak, öldürerek cezalandırmak kastıyla yargılar, birçoğunu yeniden ipte sallandırırdık.
Bir avuçtular ama bir başına değillerdi.
Oyuna getirildiklerinin, yalnız bırakıldıklarının acısını, öldürülmekten yakayı sıyırıp yaşıyor olanlar, sanırım hâlâ duyuyorlardır.
12 Mart'ı gerçekleştiren güçlerin başarılı ya da başarısız sorumluları, aradan bunca yıl geçtikten sonra, birbirlerini suçlayan, kendilerini aldatmaya çalışan ilginç açıklamalarda bulundular. Hiçbir açıklamada, nedense bu genç insanların adı bile geçmedi. Sanki hiç görmemişler, hiç tanımamışlar bu çocukları; asker-sivil bir yönetimin başarısız girişimcileri, bu çocukların sırtını hiç sıvazlamamışlar sanki.
Okuyunca görülecektir: Bu çocukların bana gizlice anlattıklarında az da olsa ipuçları vardır.
Anı-belge karışımı bu anlatıyı bir roman gibi de okuyabilirsiniz; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı, onarıcı olsun.
Sanırım hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür.
*
İstanbul, Ekim 1986
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
Bir akşamüstü
oturup
hapishane kapısında
rubailer okuduk Gazalî'den:
''Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 17)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
Can Yücel - Mare Nostrum (Bizim Deniz)
*
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi..
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun.!
*
Deniz Gezmiş anlatıyor
*
Bugünkü kuşak bizden oldukça değişik; bambaşka özellikler taşıyor.
Bakıyorsun, çocuğun doğum tarihi ya 1950 ya 1951. Almış eline silahı, eyleme girivermiş.
Suç bu çocukların mı.? Değil. Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğunu da bu kuşak yüklenmiş. Bu yeni arkadaşları söylüyorum.
Bak, bizim kuşak başka türlüydü.
Biz edebiyattan falan geldik buraya.
Beni al işte: 1966'da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi'ne. Parti'ye 1964'te girmiştim, Türkiye İşçi Partisi'ne. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık. Sonra Yenikapı'ya dadandık. Bir tür bohemlik işte.
Bu yeni kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mahpushanede tanıştı.
Bu kuşak, bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmadı; yapmaya fırsat bulamadı ki: Üniversite özgürlüklerinin yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular.
Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven'ı doya doya dinleyemedi. Ayzenştayn'ın, Pudovki'nin filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler.
Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar.
Büyük eksiklik bunlar. Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.
Marksizm-Leninizim, nasıl insanlığın bir ürünüyse bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar boyunca yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir.
Bizden sonra gelen bu kuşak, insan olarak bütün bunlardan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil.
Önemli değil belki ama yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar. Sevgilileriyle oturup karşılıklı birer soğuk bira bile içemediler.
İnsanlığın büyük kültür mirasını en iyi, bir devrimci anlayabilir, en iyi o değerlendirebilir. Bilime inananların ötekilere üstünlüğüdür bu.
Sıradan bir burjuva, inan ki, Beethoven'ın Yedinci Senfonisi'ni bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim, bir Lorca'nın, bir Neruda'nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya İçsavaşı'nı yaşayan biri, Rodrigo'yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa bu da öyledir.
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
Yakalandığımda saat gecenin 02.30'u falandı. Beni alıp doğruca Kayseri'ye götürdüler. Ellerim kelepçeli. İki yanımdaki iki iri adama kelepçelemişlerdi beni.
Yolda boyuna soruyorlar.
Konuşmuyorum.
Kayseri'ye varıyoruz.
Gece yarısı.
Valinin karşısına çıkarılıyorum.
''Yakalandın mı sonunda.?'' dedi Vali, küçümsemeye çalışarak.
''Sen bir kulsun, kul kalacaksın.!'' dedim.
Hiç beklemiyordu. Apışıp kaldı. Sözümün altından kalkamadı. Çekip gitti.
Çay getirdiler.
Polisler dönüp duruyor çevremde. Garip bir saygı duyuyor gibiler. Hiçbir kaba söz, kaba davranış yok.
''Ağabey ne istersin.?''
Bir de şu var: Çok duygulanıyorlar.
Hele ilk yakalandığımda, Kayseri'ye götürülürken iki koluma kelepçeyle bağlanan iriyarı o iki polis, Ankara'ya götürülüşümde yine aynı arabadaydılar; ağladılar yolda. İsteyerek yapmadıklarını söylediler, üzüntülerini belirttiler. (Sayfa: 61)
''Geçmiş olsun,'' dedi İçişleri Bakanı, gülerek.
Suratına baktım pis pis. Hiçbir karşılık vermedim.
Bakan, gazetecilere döndü:
''Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu'nun kahramanıymış,'' dedi.
''Beğenemedin mi,'' dedim. ''Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun savaşçısıyım. Ne olduklarını gösterdiler,'' dedim.
''Nereye gidiyordun,'' dedi.
''Devrime,'' dedim.
Duvardaki haritayı gösterdi, haritada Sivas'ı gösterdi.
''Buradan mı gidiliyor devrime.?'' dedi.
''Senin kafan almaz böyle şeyleri,'' dedim. ''Karşınıza birgün dikildiğimiz zaman anlarsın,'' dedim.
''Türkiye'de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti Ordusu'dur,'' dedi.
''Onun için Demirel ve senin gibi uşakları, hemen istifayı bastınız,'' dedim.
Sinirlendi.
Üzerine yürür gibi yaptım, bir adım attı. Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini kolunu sallayarak kekeleyerek, ''Gö-gö-götürün bunu,'' dedi.
Sürükleyerek çıkardılar beni oradan.
''Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerika'nın güvenilir uşakları.!'' diye bağırdım kapıdan çıkarken.
(Sayfa: 62)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
Sınıf mücadelesinin arttığı dönemlerde yasa masa kalmaz. Hukuk, ancak denge durumlarında vardır ve işler. Siyasal iktidar için pek tehlikeli değilsindir, onun da pek bir gücü yoktur, hukuk vardır o zaman.
Gerici sınıfların en güçlü iktidarıdır faşizm. (Sayfa: 64)
*
O sahneyi çok iyi somutladım:
İdam günü gelip çatınca o sevdiğim, alıştığım giysilerimi giyeceğim: postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin. Direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki eyleme gidiş tavrımla gideceğim.
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada.
Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim.
Ha bak, Rodrigo'nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak, bunu çok isterim. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Bunu isteyeceğim. 
(Sayfa: 65)
*
Bir devrimcinin ölümü bile, normal eyleminden, normal mücadelesinden soyutlanamaz.
Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorum. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.
Ve dönüp oradaki heriflere diyeceğim ki, ''Burada ölen yalnızca benim bedenimdir, ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz, ölmeyecek, yaşayacak,'' diyeceğim.
Sonra avukatlarıma döneceğim, ''Sizler de, gelecek kuşaklara bizler adına tanıklık edin,'' diyeceğim. ''Görün ve tanık olun: Bir devrimci ölüme böyle gider işte; bayram yerine gider gibi.''
Şunu da söyleyeceğim: ''Herhangi bir tarfik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu.''
İmam falan gelirse dua mua etmek için, ..tir edeceğim. (Sayfa: 66)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
İrfan'da anlattı: İstanbul'da bütün işkenceleri yöneten Ilgız Aykutlu'ydu. İstanbul Birinci Şube Müdürü'ydü. Faşistlerleydi. Biliyor musun, edebiyat okudu o; İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Edebiyatın bir insanda işkence duygusunu yok edemeyişine şaşıyor insan. Olmaz öyle şey. İyi bir edebiyatın olduğu yerde işkence mişkence olamaz.
Gördün işte İrfan'ın tabanlarını. Getirildiği ilk günlerde et kalmamıştı tabanlarında. Kemikleri çıkmıştı. (Sayfa: 73)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan

*
Cezaevindeyken dışarıdan yemek gelmesi müthiş sevindiriyordu beni. Babamı yeniden kazanmıştım. Sabah, öğlen yemeklerini babam getiriyordu.
Buraya, Mamak Cezaevi'ne gelmeden iki gün önce babamla konuştum. Burada görüş olmadığını söyledim.
''Belki bir daha görüşemeyiz baba, bu son görüşmemiz olabilir,'' dedim.
Çok üzüldü.
''Ben bir adamını bulurum,'' dedi.
Kalktı. Sendeledi. Düştü yere. Gözleri bana dikilmişti. Çıkardılar.
Ağzından kan gelmiş dışarıda; ağlıyormuş. Üzüntüden mide kanaması geçirmiş. Hastaneye kaldırmışlar.
Annem geliyordu ara sıra. Sinan'ı, Alparslan'ı iyi tanırdı annem. Görüş günleri hep onları anıp ağlıyordu, beni bırakmıştı artık, onlara ağlıyordu.. (Sayfa: 85-86)
*
Nurhak, sana güneş doğmaz.

#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan #SinanCemgil

Nereye bu gidiş.?
Bu yolun sonu nereye varıyor.?
Ve birden Sinan'ın hiç dilinden düşürmediği bir şiir dökülüyor içimden, o akşam saatinde:
Ölüm buyruğunu uyguladılar
Mavi dağ dumanını
Ve uyur uyanık seher yelini
Kanlara buladılar
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul usul yoklayıp
Aradılar
Didik didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tesbihimi tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı..
*
Nice sonra, bir cezaevi koğuşunda, iki katlı demir bir ranzanın alt yatağında, yanık yüzünden incecik yaşlar akıtarak Hacı Tonak, Ahmed Arif'in bu dizelerini okuyordu bana. Sözünün sonunu da şöyle bağlamıştı.
Sinan'ın gerçekten bir tabakası vardı; almış kim almışsa. Bir tesbihi vardı, hiç bırakmazdı elinden; onu da almışlar. Aklıma geldi: Çakmağı da hâlâ bendedir. Ölümü de çok yiğitçe olmuş. Düşüp kalkıp ateş etmiş, düşüp kalkıp ateş etmiş. Bombayı atmaya çalışırken öldürücü yarayı almış. Bombanın pimini çekemeden vurulmuş.
Hemşerim.? Ahmet'le Metin mi.? Onlar o çarpışmadan kaçıp kurtulabilen iki kişi.
Ama hemen ertesi gün yakalanıyorlar. Hem de pisi pisine.
Yine köylüler.
Kaçıp dağda gezinirlerken köylüler çıkıyor karşılarına. Yakalıyorlar bunları, alıp köylerine getiriyorlar. Yok, İnekli köyü değil, bir başka köy.
Köylülerle oturup bütün bir gün konuşuyorlar. Tartışıyorlar. Köylüler yargılıyor bunları. Sonra akılları yatmıyor. Götürüp askerlere teslim ediyorlar.
Bizden bir gün sonra yakalandılar. (
Sayfa: 132-133)

*
Olmayın bu kadar katı yürekli
Ey dünyada kalan insan kardeşler
*
François Villon (Sayfa: 219)

#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan

14 Kasım 2019 Perşembe

Jack London - MartinEden (Çeviri: Yiğit Yavuz)

#JackLondon #MartinEden

#MartinEden #JackLondon

#JackLondon #MartinEden

..gemicilerin acayipliklerinden doğan mizah, yaşanan trajedileri hafifletiyordu.(Sayfa: 39)

#JackLondon #MartinEden

Müzik onu fazlasıyla etkiliyordu. İçindeki cüretkâr duyguları ateşleyen bir içki gibiydi müzik; hayal gücünü ele geçirip, onu bulutlara doğru uçuran bir uyuşturucuydu. Çirkin olguları kovuyor, zihnini güzellikle dolduruyor, aşkı serbest kılıp kanatlandırıyordu. (Sayfa: 40)


#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Okuduğu bir sürü kitap, huzursuzluğunu iyice biledi. Kitapların her bir sayfası, bilgi denizinden bir damla gibiydi. Oburca okudu ve okudukça açlığı arttı. (Sayfa: 64)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Bu gözlerdeki ruhu görünce, kendi ruhunu da görebilmişti.
(..)
Hayat ona bundan fazlasını ifade ediyorsa, o zaman hayattan daha fazlasını talep edecekti. (Sayfa: 71)
*
Bu gözlerdeki ruhu görünce, kendi ruhunu da görebilmişti. (Sayfa: 71)

*.. zihni ekilmemiş bir tarla gibiydi. Hayatı boyunca beklemişti ve kitaplardaki soyut düşüncelerin ekimine elverişli durumdaydı. Hiç yıpranmamış bir zihindi onunki ve kitaplardaki bilgileri yutarcasına hazmediyordu. (Sayfa: 72)



#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Güzelliğe âşıktı ve şiirde bu güzelliği bol bol buluyordu. Şiir, tıpkı müzik gibi, onda yoğun duygular uyandırıyor ve henüz farkında olmadığı biçimde, onu daha ağır işler için hazırlıyordu. (Sayfa: 74)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Hayatta çok şey gördüm ve gördüklerim, yanımdakilerin gördüğünden çok daha fazladır. Görmeyi seviyorum, daha çok şey görmek istiyorum ve farklı görmek istiyorum. (Sayfa: 79)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

- Biliyor musunuz, dedi, Bay Butler için üzülüyorum. Doğru düşünemeyecek kadar gençti belki, ama sonuçta, yılda otuz bin dolar kazanmak için koca bir hayatı heba etti. Otuz binin tümünü verse, çocukken biriktirdiği on sentle alabileceği şeker ya da fıstığın tadını yakalayamaz artık; tiyatroda ucuz bir koltuk bile alamaz servetiyle. (Sayfa: 92)
*
Tanrının çılgın âşığı bir öpücük için her şeyi yapabilirdi, ama yılda otuz bin dolar için değil. Bay Butler'ın meslek hayatı onu tatmin etmemişti. Burada değersiz bir şey vardı. Yılda otuz bine diyecek yoktu ama, hazımsızlık ve insanca mutluluktan yoksunluk, bu parayı değersiz kılıyordu. (Sayfa: 94)
*
Ruth saf ve temizdi gerçekten, hem de Martin'in hayaline sığmayacak kadar. Ama vişneler onun da dudaklarını boyuyordu. O da kendisi gibi, evrenin acımasız kanunlarına tâbiydi.
(Sayfa: 119)
*
.. evreni toparlayıp, eline alarak inceledi; bu evrenin ara yollarından, geçitlerinden ve cangıllarından geçti. Gizemlerin arasında meçhul hedefini arayan korkmuş bir yolcu gibi değil; gözlemleyerek, kaydederek ve bilinmesi gereken her şeyi öğrenerek.. Öğrendikçe, evrene, hayata ve bütün her şeyin ortasındaki kendi yaşamına daha bir tutkuyla bağlandı.
(Sayfa: 129)
*
Evrendeki muhteşem şeylere karşı acı çekecek kadar duyarlıyken, çocuksu meselelerle cebelleşmek.. (Sayfa: 136)
*
- Güzelliğin bir varoluş sebebi vardır, ben önceden bunu bilmiyordum. Güzelliği anlamsız, rastgele ortaya çıkmış bir şey gibi görüyordum. Güzellik hakkında bir şey bildiğim yoktu. Ama artık biliyorum, daha doğrusu anlamaya başlıyorum. Otun neden ot olduğunu; onu var eden güneş, yağmur ve toprağın gizli kimyasını bildiğim için, ot şimdi bana daha güzel görünüyor. Çünkü otun yaşam hikâyesinde romantizm ve macera var. Bunu düşünmek beni heyecanlandırıyor. Bütün o güçlerin ve maddenin hareketlerini, gerçekleşen büyük mücadeleyi düşündüğümde, otlar hakkında bir destan yazasım geliyor. (Sayfa: 141)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Cennetteki azizler ancak güzel ve temiz olabilirdi elbette. Onları övmeye gerek yoktu. Ama ya çamur içindeki azizler.? Bitmek bilmez harikalar onlardaydı işte. Hayatı yaşanmaya değer kılan şey buradaydı: Düşkünlüğün lağım çukurundan yükselen büyük ahlaki değerleri görmek; üzerinden çamur damlayan gözlerle ayağa kalkıp, uzaklardaki solgun güzelliğe bakmak; zayıflık, güçsüzlük, kokuşmuşluk ve hoyratlığın içinden kuvvetin, hakikatin ve yüce ruhsal ihsanların doğması. (Sayfa: 145)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

- Çamurun içinden çıktın Martin Eden, dedi, gözlerini muhteşem ışıkla yıka, omuzların yıldızlara değsin. Hayatın yolunu izle, bırak ''maymun ve kaplan ölsün;''* hüküm süren güçlerden en yüce mirası koparıp al.
(*Tennyson'ın ''In Memoriam''şiirinden alıntı) (Sayfa: 158)

*
Çok derin uyumasına rağmen, kedi gibi bir anda ve isteklice uyanıyor, beş saatlik bilinçsizliğin bitmesine seviniyordu. Uyku denen kendinden geçme halinden nefret ediyordu. Yapacak çok iş, yaşanacak çok fazla şey vardı. Uykunun kendisinden çaldığı her yaşam anı için garez duyuyordu.. (Sayfa: 159)
*
Aşk bu dünyada sözlü konuşmadan önce gelmişti ve en eski zamanlarda geçerli olan yol ve yordamlar, hâlâ hükmünü kaybetmemişti. (..) Bu içgüdüler aşkla yaşıttı ve teamüllerden, fikirlerden sonradan ortaya çıkan her şeyden daha akıllıydılar. (Sayfa: 190)
*
Bırak senin gibi yaşayan, nefes alan bir kadını, bir taşın bile kalbini eritecek kadar güçlüydü aşkım. (Sayfa: 200)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Bir şeyden hoşlanmıyorsam hoşlanmıyorumdur, hepsi bu. Irkımın diğer üyeleri bir şeyden hoşlandı ya da hoşlanır gibi yaptı diye, kendimi aynı şekilde davranmaya zorlamam için hiçbir sebep yok. Hoşlandığım ya da hoşlanmadığım şeyler konusunda başkalarına göre hareket etmiyorum. (..) İkna edici olmayan bir yanılsama, yalandan farksızdır. (Sayfa: 227)
*
- Bana öyle geliyor ki, sadece toprak meselesini değil, herhangi bir konuyu anlamak için önce yaşamın öz maddesi ve yapısı hakkında bir şeyler bilmek gerekir. Yasaları ve kurumları, dinleri ve adetleri anlamak için, bunları oluşturan yaratıkların doğasının ötesinde, söz konusu yaratıkların yapıtaşlarının doğasını bilmek gerekmez mi.? Edebiyat, Mısır'ın mimarisi ve heykel sanatından daha mı az insanidir.? Kâinatta, evrim yasasına tâbi olmayan tek bir şey var mı.? Ah, çeşitli sanatların evrim sürecinin de incelendiğini biliyorum, ama o çok mekanik bir şey. Orada insan dışarıda bırakılmış. Aletlerin, arpın, müziğin, şarkıların ve dansların evrimi pek güzel ortaya konmuş ama, ya insanın kendi evrimi; insan daha ilk aletini yapmadan, ilk şarkısını mırıldanmadan önce içinde olan temel ve asli parçalar.? Sizin hesaba katmadığınız ve benim biyoloji dediğim bu işte. En geniş anlamıyla biyolojidir bu.. (Sayfa: 260)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Martin o zaman sözünü söylemişti:
- Sosyalistlerden korkuyor ve nefret ediyorsunuz. Ama neden.? Ne onları ne de öğretilerini tanıyorsunuz.
Bay Morse:
- Öğretiniz açıkça sosyalizmi akla getiriyor, (..)
Martin güleç bir yüzle:
- Cumhuriyetçilerin aptal olduğunu söylemek; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik balonlarının artık patladığını savunmak beni sosyalist yapmaz; dedi, Jefferson'ı ve temel aldığı bilimsellik dışı Fransızları sorgulamak, beni sosyalist yapmaz. İnanın Bay Morse, açıkça düşmanı olduğum sosyalizme, siz benden çok daha yakınsınız.
Bay Morse:
- Şaka yapıyorsunuz galiba, diyebildi sadece.
- Hiç de değil. Söylediklerimde ciddiyim. Hâlâ eşitliğe inanıyor, ama büyük şirketler için çalışıyorsunuz. Büyük şirketler ise sürekli, eşitliği gömmeye çalışmakla meşgul. Sizse eşitliğe inanmadığım için, tam da yaşamınızın dayanağı olan şeyi onayladığım için bana sosyalist diyorsunuz. Cumhuriyetçiler eşitliğin düşmanıdır; ona karşı savaşırken eşitlik lafını ağızlarından düşürmezler oysa. Bu yüzden onlara aptal diyorum. Bana gelince, ben bireyciyim. Yarışı hızlı olanın, savaşı güçlü olanın kazanacağına inanıyorum.
(..)
Kişisel olarak entelektüel bir ahlakçıydı ve onu bayağı bir burnu büyüklükten de fazla rahatsız eden şey, çevresindekilerin ekonomi, metafizik, duygusal ve taklitçi unsurları çorba eden tuhaf ahlak anlayışıydı. (
Sayfa: 278-279)


Hizmet edeceğin tek efendi, güzellik olsun. Ona hizmet et ve gerisini boş ver gitsin.! (..) Senin tatminin bir şeyi başarmak değil, o şeyi yapıyor olmak. Bana söyleyemiyorsun. Biliyorum bunu. Sen de biliyorsun. Güzellik canını yakıyor. İçinde dinmeyen bir acı, iyileşmeyen bir yara, alevden bir bıçak bu.
(Sayfa: 307)
*
Bir dervişin yüzüne sahip olsa da, tüm benliğiyle bir şehvet düşkünü olduğunu saklamıyordu. Ölmekten korkmuyor, hayatla ilgili her şeye buruk, alaycı bir gözle bakıyordu; bununla birlikte ölüme yaklaşırken hayatın her bir zerresini seviyordu. Çılgınca bir tutkuyla yaşamak, heyecan duymak, bir keresinde söylediği üzere, ''geldiği kozmik toz içinde habire kıvrılıp durmak'' istiyordu. (..) Martin'e anlattığı gibi, bir keresinde gönüllü olarak üç gün susuz kalmış, böyle bir susuzluğu dindirmenin hazzını yaşamak istemişti. Martin onun kim ya da ne olduğunu hiç öğrenemedi. Geçmişi olmayan, yakın gelecekte mezara girmesi kaçınılmaz, bugününü sancılı ateşler içinde geçiren bir adamdı o. (Sayfa: 310)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Bitirdim..
Sazımı koydum kenara.
Şimdi şarkılar sustu
Mor çiçekli yoncaları
Gölgeler sardı
Bitirdim..
Sazımı koydum kenara.
Nice şarkı söylemiştim
Dalda öten bir kuş gibi
Şimdi ben de susuverdim
Yorulmuş bülbül misali
Artık başka şarkım da yok
Geldim dayandım sınıra
Bitirdim..
Sazımı koydum kenara.
*
Yıldızlara gideceğim diye yola çıkıp, kendini kokuşmuş bir bataklıkta bulmuştu. (Sayfa: 373)
*
Henley'yi hatırlayarak mırıldandı:
- ''Zavallı bir serseri niye böyle kokuşmuş olduğunu izah ediyor''.. ''Bence yaşam aptalca bir gaf ve utanç.'' Evet.. Bir gaf ve utanç. (Sayfa: 387)
*
Martin şimdi, aslında Ruth'u sevmemiş olduğunu anlıyordu. Onun sevdiği, idealize edilmiş bir Ruth, kendi yarattığı insanüstü bir varlık, aşk şiirlerindeki o parlak, ışıltılı ruhtu. Bir burjuva olan, burjuvalara özgü zaafları, zihninde burjuva pisikolojisinin mengenesi bulunan hakiki Ruth'u sevmiş değildi. (Sayfa: 418)
*
''Korkuyor olsa yaşama sarılırdı. Korkmadığı için, giderek gölgelere gömülüyordu.'' (Sayfa: 431)

#JackLondon #MartinEden #ÇeviriYiğitYavuz

Aşkı ve hayatı pek çok sevmekten,
Umuttan ve korkudan âzâdeyiz artık
Şükür olsun meçhul Tanrılara ki
Hiçbir hayat sonsuz değil;
Ölüler hiç dirilmiyor;
En yorgun nehir bile sonunda
Güvenle denize dökülüyor. (Sayfa: 432)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...