14 Aralık 2018 Cuma

Nikos Kazancakis, Zorba (Çeviri: Ahmet Angın)

Nikos Kazancakis, Zorba

Nikos Kazancakis, Zorba

Nikos Kazancakis, Zorba, Arka Kapak

Nikos Kazancakis, çağdaş Yunan edebiyatının ancak buzlucam ardından seçilebilen, tedirgin ve büyük kişiliklerinden biri olarak çok tartışıldı, yanlış bilindi, az sevildi. Sinemaya da uyarlanan Zorba adlı bu romanı, onun kendisiyle giriştiği bir tür sessiz hesaplaşma sayılabilir. Geçmişin, kayıp giden zamanın, insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesidir bu roman. Zorba aracılığıyla Kazancakis, hayatının, yenilgiler ve soru işaretleriyle dolu bir bilançosunu çıkarır. Korkmamayı, yaşamı sevmeyi, ayakta durabilmeyi Aleksi Zorba'dan öğrenmiştir. Gerçekten de Zorba, bir yaşam kılavuzudur. Özgür insanların simgesidir.
Kazancakis'in mezar taşında yazılı olanlar, doğrudan Aleksi Zorba'nın ağzından dökülmüş yazgı sözcüklerini andırıyor:
''Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.!''

*****

Çok sevdiğim bir işçi olan Aleksi Zorba'nın hayatını 
ve yaşama düzenini yazmayı çok kez istemişimdir.
Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. Ölü ya da diri insanlardan, savaşmamda bana yardım edenler çok azdır. Ama ruhumda en çok iz bırakan insanları saptamak isteseydim, herhalde üç-dört ad sayabilirdim: Homeros, Buddha, Bergson, Nietzsche ve Zorba. Bunlardan birincisi, benim için, ölümsüzlüğü kurtarıcı bir ışıkla aydınlatan, camdan yapılmış parlak bir göz (Güneş Kursu gibi) olarak kalmıştır; Buddha dünyanın, içinde boğulup kurtulduğu dipsiz bir göldü; Bergson beni, gençliğimde her biri benim için birere işkence olan, çözülmesi olanaksız felsefe sorunlarından kurtardı; Nietzsche ise, yeni acılarla zenginleştirdi beni ve bana sıkıntıyı, acıyı ve kararsızlığı gurura çevirmeyi öğretti; Zorba ise, hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretmiştir bana.!
Eğer bugün, dünyada bir ruh kılavuzu, Hintlilerin dediği gibi bir guru, Aynaroz papazlarının dediği gibi bir yeronda seçmem gerekseydi, kesinlikle Zorba'yı seçerdim.
Çünkü, mürekkep yalayan bir insanın kendini kurtarması için neye gereksinmesi varsa, hepsi onda vardı; uzaktaki besinini ok gibi yakalayan o ilkel avcı görüşü; rüzgâr, deniz, ateş, kadın ve ekmek gibi, her günün yüzyıllık öğelerine bir bakirlik vermek ve ölümsüzlüğe her zaman ilk kez bakmak konusunda gösterdiği o her sabah yenilenen yaratıcı yalınlığı, elinin sağlamlığı, yüreğinin tazeliği, içinde ruhtan daha kuvvetli bir güç varmış gibi, kendi ruhu ile alay etmek yolundaki babayiğitliği ve son olarak kritik anlarda, Zorba'nın ihtiyar göğsünden kurtarıcı olarak fışkıran, insanın benliğinden daha derin bir kaynaktan çıkan, her zaman yeni, pürüzsüz gülüşü; zavallı ve korkak insanın kendi hayatçığını yarım yamalak güvenlik altına alma yolunda çevresine diktiği ahlak, din ve vatan gibi çitleri yıkmak için o silkinir ve yıkardı da..
Bunca yıldır kitaplarda öğretmenlerin kudurmuş ruhumu doyurmak için, beni hangi besinle beslediklerini ve Zorba'nın birkaç ayda, bana nasıl, aslanca bir besini verdiği düşündüğümde içimdeki acıyı ve kızgınlığı güçlükle önleyebiliyorum. Bir bakıma, hayatım mahvolup gitmişti. Bu ''ihtiyar''la çok geç karşılaşmıştım ve hâlâ içimde kalan, kurtulabilecek şeyler çok azdı. Büyük dönüş, cephenin tam değişmesi, ''patlama'' ve yenilik olmadı. Artık çok geçti. Böylece Zorba, benim için hayatın yüksek bir örneği olacağına, yazık ki, alçalıp birkaç kâğıdı karalayayım diye, bir felsefe konusu durumunu aldı.
İnsana hayatı sanat yaptıran o acıklı üstünlük, et yiyen birçok canlıda yıkıntıya neden olur. Çünkü, böylece şiddetli maraz, bir yer bularak göğüsten çıkar ve ruh hafifler; ruh hafiflediği için de artık boğmaz, gövde gövdeye boğuşma zorunluluğu duymaz, hayatla eylem arasına girip şiddetli marazının havada halka halka sönüşünü seyreder ve sevinir.
Yalnız sevinmekle de kalmaz, aynı zamanda apaçık da olur; ince bir eseri, bir günlük giderilmesi olanaksız ânı (bu et ve kanı olan sonsuz zaman içindeki biricik andır), sözde olanı yüzyıllık durumuna sokarak gerçekleştirdiğini sanır. Böylece, et ve kemikten oluşan Zorba, benim elimde mürekkep ve kâğıt haline girdi. Ben istemeden, hatta benim aksini istememe karşılık, Zorba'nın hikâyesi içimde kristalleşme yolunu tuttu. İçimde esrarengiz çatışma başlamıştı; önceleri müzikal bir huzursuzluk, ateşli bir sevinç ve hoşnutsuzluk, sanki kanıma yabancı bir madde gibi girmiş de, organizmam onu emerek yemeye ve yok etmeye çalışıyordu. Sözcükler bu ateşli sevincin çevresinde koşmaya, onu çevreleyip kuşatmaya ve bir doku gibi onu beslemeye başladılar. Puslu anılar sağlamlaşıyor, batmış sevinç ve kederler yukarı çıkıyordu, hayat daha hafif bir havanın içinde yer alıyor ve Zorba bir masal oluyordu. 
Daha bu Zorba masalına nasıl bir biçim vereceğimi bilmiyordum; roman mı, şarkı mı, çok yönlü düşsel bir ''Binbir Gece Masalı'' mı olacaktı, yoksa yalnızca ve kupkuru bir biçimde, Girit'in bir kıyısında sözde linyit bulacağız diye toprağı kazarken söylediği sözleri mi yazacaktım.? İkimiz de pek iyi biliyorduk ki, bu pratik amaç, insanlığın gözüne atılmış külden başka bir şey değildi. Biz, güneşin bir an önce batmasını, işçilerin paydos etmesini, kumsalın üzerine uzanmayı, doyumsuz köy yemeğimizi yemeyi, Girit'in sek şarabını içmeyi ve söyleşimize başlamayı bekliyorduk.
Çoğu zaman ben konuşmazdım; bir entelektüel, tıfıl bir çocuğa ne söyleyebilir.? Bana Olympos'taki köyünden, karlardan, kurtlardan, komitacılardan, Ayasofya'dan, linyitten, mermer madeninden, kadınlardan, Tanrı'dan, vatan ve ölümden söz açışını dinler ve birden tıkanıp artık sözler kendisi için yetmez olduğu zaman silkinip denizin iri çakılları üzerinde raks etmeye başladığını görürdüm.
İhtiyar, dik vücutlu, iri kemikli, başı arkada, kuş gibi ufacık ve yusyuvarlak gözlüydü; raks ediyor, çığlıklar atıyor, kaba tabanlarını denize vuruyor ve yüzünü tuzlu suyla ıslatıyordu.
Ancak sesini (hayır sesini değil, bağırışını) duyarsam hayatımın bir değeri olurdu, şimdi bir afyon tiryakisi gibi kâğıt ve kalemle yaşadığımı, o zaman kan, et ve kemiğimle yaşardım.
Ama yüreklilik gösteremiyordum. Zorba gece yarısı raks ediyor ve benim de, usluluk ve alışkanlığın düzenli kabuğundan silkinip kurtulmamı, kendisiyle birlikte büyük yolculuklara çıkmamı haykırıyor, ben ise yerimden kımıldamayıp titriyordum.
Hayatımda çok kez utanmışımdır, çünkü hayatın tadı olan yukarıdaki çılgınlığın bana yapmamı haykırdığı şeyi yapmaktan ruhumu alıkoymuştum. Ama hiçbir zaman, ruhumdan ötürü Zorba'nın önünde olduğu kadar utanmamışımdır.
Bir sabah şafak vakti birbirimizden ayrıldık; ben Faust'a özgü öğrenme hastalığının iyileşmez darbesini yemiş, yine gurbete çıkıyordum; o Kuzey yolunu tuttu ve zengin bir mermer damarının bulunduğunu söylediği Sırbistan'da, Üsküp dolaylarında bir dağa gitti, paralı birkaç adam buldu, biraz araç gereç satın aldı, işçileri işe sürdü ve yine yerin altında delikler açmaya başladı.Kayalar uçurdu, su getirdi, ev yaptı, buruşuk bir ihtiyar olmasına karşın, şen ve güzel bir dul olan Luiab ile evlendi ve ondan çocuğu da oldu. (Sayfa: 9-11)

Nikos Kazancakis, Zorba

''Günaydın kahve, tünaydın ev, günaydın kahve, tünaydın ev, günaydın kahve, tünaydın ev.! İşte benim hayatım.! İş yok.!'' (Sayfa: 16)

Nikos Kazancakis, Zorba

''İnsanın, sevdiği insanlardan geç ayrılması zehirdir.! İnsanın, bıçakla keser gibi, kendisi için doğal bir iklim olan ıssızlıkta yine yapayalnız kalması daha iyi..'' (Sayfa: 17)
*
''Ne zamana kadar.?''
''Ne, ne zamana kadar.?''
''Ne zamana kadar kâğıt yiyip mürekkep yalayacaksın.?'' (Sayfa: 17)
*
''O ince, alaycı ve uygardı, bense vahşi. O kendini denetlemeye alışkındı, ruhunun bütün belirtilerini, gülümseyişinin altında kolaylıkla gizleyebiliyordu; bense haşin, yersiz, uygarlıktan kopmuş bir gülüş salıveriyordum.
(..)
Senin o sevdiğin Japonlar ne diyor.? Fuşodin.! Ölçülülük, dayanıklılık, yüzün hareketsiz bir maske gibi gülümseyişi. Ama maskenin arkasında ne olup bitiyor, o bizim bileceğimiz iştir.'' (Sayfa: 18)
Nikos Kazancakis, Zorba


''Eğer ikimizden biri ölüm tehlikesiyle karşılaşırsa, hemen öbürünü hatırlasın ve nerede olursa olsan, ona haber versin.. Kabul mü.?'' (Sayfa: 20) 
*
''İnsanın ruhu sırf çamurdur; işlenmiş, hâlâ kabakıyım doğranmış becerilere sahip, yontulmamış bir çamurdur ve temiz, sağlam olan hiçbir şeyi fark edemez; eğer yapabilseydi bunu, bu ayrılış ne kadar başka olurdu.!'' (Sayfa: 20)
*
''.. 'Ruhum' diyordum, 'şimdiye kadar gölgeye bakıp duruyordun; şimdi seni tene götürüyorum.'..''
(Sayfa: 21)

Nikos Kazancakis, Zorba

''..'Ne düşünüyorsun.?' dedi. 'Senin de terazin var, ha.? Dirhemle ölçüyorsun demek.? Bre ver kararını, terazileri de şeytan alsın.!'..'' (Sayfa: 23)
*
''Evlendin mi hiç.?
''İnsan değil miyim ben.? İnsan kördür; benden öncekilerin düştüğü çukura ben de yüzükoyun düştüm. Evlendim. Yuvarlanmaya başladım. Ev sahibi oldum, ev yaptım, çocuklarım oldu: işkence. Ama, santur sağ olsun.''
''Kederini dağıtmak için evde de çalışıyor muydun.?''
''Ah ulan, hiçbir çalgıyı çalmadığın nasıl da belli oluyor.! Nedir o yumurtladıkların.? Evde dert var, kadın var, çocuklar var, ne yiyeceğiz, nasıl giyineceğiz, halimiz ne olacak var. Cehennem.! Santur ise gönül rahatlığı ister. Karım bana bir söz dokundursa, santur çalacak heves mi kalır.? Çocukların karnı aç olup da viyakladılar mı, sen gel de santur çal bakalım.! Santur, yalnız santuru düşünmeni ister, anladın mı.?'' (Sayfa: 26-27)
*
''Zorba.!'' dedim ve elinden yakalamamak için kendimi zor tuttum. ''Anlaştık Zorba, benimle geleceksin. Girit'te bir linyit madenim var. Sen işçilerle uğraşırsın. Akşamları ikimiz birlikte kumsala uzanırız. Benim ne karım ne çocuklarım ne de köpeklerim var; birlikte yer içeriz. Sonra sen santur çalarsın.''
''Keyfim olursa, duyuyor musun.? Keyfim olursa. Sana istediği kadar çalışır, esirin olurum.! Ama santur başkadır. Canavardır o, özgürlük ister. Keyfim olursa çalarım; şarkı da söylerim. Sana zeybek, kasap havası ve pentozali de oynarım; ama peşin pazarlık: Keyfim olmalı. Temiz hesap. Beni zorladın mı yitirirsin. Unutma ki ben de insanım.''
''İnsan mı.? Ne demek istiyorsun.?''
''Yani özgürüm.'' (Sayfa: 28-29)

Nikos Kazancakis, Zorba

''Bu dünyanın birçok zevkleri vardı: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak.. Sanırım ki, cennete bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur. Başka hiçbir yerde düşlerle, bu derece sakin ve gerçekten daha kolay bir biçimde buluşamazsınız; sınırlar seyrekleşir ve en külüstür geminin bile direkleri filizlenip salkım verir; şu Yunanistan'da hayranlık, gereksinmenin sağlam bir çiçeğidir.''
(..)
İnsana öyle geliyor ki, vapuru iki ucundan tutsun, denize daldırsın ve içindeki, onu bozan bütün canlılar (insanlar, fareler ve tahtakuruları) kaçsın diye iyice sallasın, sonra boş ve yeni yıkanmış bir halde yeniden dalgaların üzerine oturtsun.
.. içimde, yine belirli bir acıma vardı; çapraşık metafizik düşüncelerin sonucuna benzer Budistçe ve soğuk bir acıma.! Yalnız insanlara karşı değil, fakat her şeyin, Hiç'in hayal oyunu olduğuna bakmadan savaşan, ağlayan, uman.. Bütün dünyaya karşı duyulmuş bir acıma. Rumlara, vapura, denize, bana, linyitin işletilmesine ve Buddha elyazmasına, bir anda havayı karıştırıp bozan gölge ve ışıktan oluşmuş bütün bu boş şeylere karşı duyulan bir acıma.
(..)
''Eski masallar bunlar. Utanmıyorlar.!''
''Ne demek eski masallar, Zorba.?''
''
Hepsi işte.. Krallar, demokrasiler, milletvekilleri, maskaralıklar.!''
(..)
İpler direklerde ıslık çalıyor, kıyılar raks ediyordu; kadınlar altın sikkesi gibi sapsarı kesilmişti. Silahlarını (makyajlar, firketeler ve küçük taraklar) teslim etmişlerdi; dudakları beyazlaşmış, tırnakları morarmıştı. Ağaçkakanların tüyleri yolunmuş, yabancı tüyler (kurdeleler, yapay kaşlar, yapay benler, göğüslere takılı bezler) dökülmüştü; insan onları böyle kusmanın arefesinde görünce, bir iğrenmeyle büyük bir acıma duyuyordu.
Zorba sarardı, yeşil bir renk aldı; şimşekli gözleri donuklaştı.
Gözü ancak öğleden sonra canlanabilmişti; kolunu uzattı, sıçrayarak vapurla yarış eden iki büyük yunusu gösterdi. Sevinçle, ''Yunuslar.!'' dedi.
O zaman, ilk olarak gözüm, yarısına kadar kesik olan sol işaret parmağına takıldı. Bağırdım:
''Parmağına ne oldu, Zorba.?''
Yunuslara o kadar sevinmediğimden gücenmiş bir halde karşılık verdi:
''Hiç.!''
''Makine mi kaptı.?''
''Ne makinesi sayıklıyorsun yahu.? Ben kendim kestim.''
''Kestin mi.? Neden.?''
Omuzlarını kaldırdı.
''Sen ne anlarsın, Patron.?'' dedi. ''Sana bütün sanatlarda çalıştığımı söylemiştim. Bir kez de çanakçılık yaptım. Bu sanatı delicesine seviyordum. Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne istersen yapmanın ne olduğunu bilir misin.? Çark, fırr der; çamur şeytan çarpmış gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: ''Sürahi yapacağım, çanak yapacağım, kandil yapacağım, şeytan yapacağım.!'' Ben sana derim ki, bu insan olmak demektir. Yani, Özgürlük.''
Denizi unutmuştu, artık limonu ısırmıyordu, gözünün bulanıklığı yok olmuştu. Sordum:
''Peki ya parmak.?''
''Şey işte, çarkta işime engel oluyor, araya girip tasarılarımı bozuyordu. Ben de bir gün keseri kaptım..''
''Canın yanmadı mı.?''
''Nasıl yanmaz.! Odun muyum ben yahu.? İnsanım, elbet canım yandı. Ama sana diyorum ki, işime engel oluyordu; bunun için kestim.!'' (Sayfa: 29-32)

Nikos Kazancakis, Zorba

Çoban: ''Yemeğim pişti, koyunlarımı sağdım, kulübemin mandalı sürülmüş, ateşim yanıyor; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü.!''
Buddha: ''Artık yemek ve süte gereksinimim yok; rüzgârlar kulübemdir, ateşim söndü; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü.!''
Çoban: ''Öküzlerim, ineklerim, atalardan kalma çayırlarım ve ineklerimle çiftleşen bir boğam var; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü.!''
Buddha: ''Benim ne öküzlerim ne ineklerim var, çayırlarım da yok. Hiçbir şeyim yok. Hiçbir şeyden korkmam; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü.!''
Çoban: ''Yıllardan beri karım olan sadık ve uysal bir çoban kızım var, geceleri onunla oynaşmak hoşuma gidiyor; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü.!''
Buddha: ''Uysal ve özgür bir ruhum var, yıllardan beri ona benimle oynaşmayı öğretiyorum; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü.!'' (Sayfa: 33)

Nikos Kazancakis, Zorba

''Yahu, ben sana diyorum ki, bu dünya sır dünyasıdır, insan da büyük bir canavar.! Büyük canavar ve büyük Tanrı. Adı Yorgaros olan ve benimle birlikte Makedonya'dan gelip çok büyük işler ve çok büyük ün yapmış, pis bir domuz olan cani bir komitacı ağlıyordu. 'Ne ağlıyorsun ulan be domuz.?' dedim. Fakat o üzerime atıldı, ha babam beni öpüp küçük bir çocuk gibi ağlamasını sürdürdü. Sonra bu alçak herif kemerini çıkardı. Öldürdüğü kişilerden ve bastığı evlerden çaldığı altın liraları çıkarıp avuç avuç havaya fırlattı. Anladın mı patron.? Özgürlük bu demektir.!'' (Sayfa: 39)
*
Başka bir akşam ise, işi paydos edince, öfkeyle kazmasını barakasının önüne attı.
''Ee patron, rica ederim karışma.!'' dedi. ''Ben yapıyorum, sen yıkıyorsun. Bugün yine onlara neler söylüyordun.? Sosyalizm ve fasa fiso.! Sen vaiz misin, yoksa kapitalist mi.? İkisinden birini seçmen gerek.!''
Ama nasıl seçebilirdim.? İkisini birleştirmek, kahredici çelişkilerin kardeş olacağı birleşmeyi bulmak ve yeryüzündeki hayat ile gökyüzü krallığını kazanmak istiyordum. Yıllardan beri, daha küçükken.. Daha okuldayken, en yakın arkadaşlarımla gizli bir ''Dostluk Derneği'' kurmuştuk; adına böyle diyorduk; odama girip kapıyı kilitledikten sonra, bütün hayatımızı haksızlıkla savaşmaya vereceğimize ant içmiştik. Elimizi kalbimizin üstüne koyup ant içtiğimiz sırada gözlerimizden, iri damlalar halinde yaşlar boşanmıştı.
Çocukça hayaller ama, vah o insana ki, bunları duyunca güler.! ''Dostluk Derneği'' üyelerinin, birer doktor, avukat, tüccar, politikacı, birer gazeteci olduğunu gördüğüm zaman yüreğim burkuluyordu. Anlaşılan, bu toprağın iklimi çok sert olup değerli tohumlar filiz atmadan papatya ve ısırganlar arasında boğuluyorlar. Ama, öyle görüyorum ki, ben hâlâ akıllanmadım; çok şükür Tanrı'ya, şu anda bile Don Quijote benzeri seferlere hazırım.
(..)
Böyle bir pazar günü, zengin yemek ve içkiden dönerken, ağzımı açıp tasarılarımı Zorba'ya anlatmaya karar verdim. Ağzı açık beni dinliyor, sabrediyor, yalnız ara sıra, kocaman kafasını sert sert sallıyordu; daha ilk sözlerim üzerine ayılmış beyni berraklaşmıştı; ben sözümü bitirdiğim zaman, sinirden bıyığının iki telini yoldu.
''Bağışla patron ama,'' dedi, ''sanırım senin beynin sulanmış. Kaç yaşındasın.?''
''Otuz beş.!''
Zorba kahkahayı bastı, ''Öyleyse hiç akıllanmayacaksın demektir.!''
Ben kızarak direttim.
''Kızma patron. Hayır, hiçbir şeye inanmam ben.! Eğer insana inansaydım, Tanrı'ya da, Şeytan'a da inanırdım; bu da büyük bir sorundur. O zaman işler karışıyor ve başım belaya giriyor, patron.''
Sustu. Takkesini çıkardı, hırsla başını kaşıdı, yolmak istermiş gibi yine bıyıklarını çekti; bir şey söylemek istiyor ama kendini tutuyordu. Gözucuyla bana baktı, sonra kararını verdi.
''İnsan canavardır.!'' diye bağırdı ve sopasını şiddetle taşlara vurdu. ''Büyük canavar.! Zatın bunu bilmiyor. Bütün işlerin yolunda gitmiş, ama bir de bana sor. Canavar, diyorum sana.! Ona kötülük mü ettin.? Senden çekinir ve titrer. İyilik mi yaptın.? Gözlerini oyar.. Aradaki uzaklığı koru patron.! İnsanlara umut verme. Hepimizin eşit olduğumuzu, hepimizin eşit haklara sahip bulunduğumuzu söyleme; çünkü hemen senin hakkını çiğner, elinden ekmeğini kapar, açlıktan gebermeye bırakırlar seni. Ben senin iyiliğini isterim, aradaki uzaklığı koru patron.!''
Boğulmuş bir halde, ''İyi ama, hiçbir şeye inanmaz mısın sen.?'' dedim.
''Hayır, hiçbir şeye inanmam.! Sana kaç kez söyleyeceğim.? Zorba'dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye inanmam. Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil, asla.! O da canavardır. Zorba'ya inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir. Ben, onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, bağırsaklarıyla sindirim yapıyorum. Bütün ötekiler hayaldir diyorum sana.! Ben ölünce hepsi ölür. Bütün Zorba dünyası güme gider..''
Alay ederek, ''Amma bencillik be.!'' dedim.
'2Ne yapayım patron.? Bu budur. Bakla yedim, bakla söylerim. Zorba'yım. Zorba'ca konuşurum.''
Ses çıkarmadım, Zorba'nın sözleri, üzerimde kırbaç etkisi yapmıştı. (
Sayfa: 73-75)

Nikos Kazancakis, Zorba

''En büyük peygamber, insanlara yalnız bir tek paralo verebilir ve bu, ne kadar belirli değilse, veren o kadar çok peygamberdir.'' (Sayfa: 82)
*
''Bu adam,'' diye düşündüm, ''okula gitmediği için beyni bozulmamış. Çok şeyler yapıp çok şeyler görmüş ve çekmiş; açılmış, kalbi ilkel cesaretini kaybetmeden genişlemiş. Bizim için dallı budaklı ve çözülmez olan bütün sorunları o, hemşehrisi Büyük İskender gibi bir kılıç vuruşuyla çözüveriyor. Onun açık vermesi zordur. Çünkü tabanlarından başına kadar, bütünüyle toprağa dayanıyor. Afrika vahşileri yılana taparlar, çünkü bütün vücutları toprağa değer ve böylece toprağın bütün sırlarını bilirler. Bu sırlara, karnı, kuyruğu, edep yeri ve başıyla varmıştır o. Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz. (Sayfa: 83)
*
''Beni bağışla patron.!'' dedi. ''Ben, Tanrı kemiklerini aziz etsin, dedem Kaptan Aleksi'ye benziyorum.! Yüz yaşındaydı; öğleden sonra çeşmeye giden kızları seyretmek için kapının önünde otururdu. Ama, gözleri bozulmuştu, iyi görmüyordu. Bunun için kızlara şöyle bağırırdı: ''Sen kimsin, kız.!'' ''Mastrandoni'nin kızı Lenio,'' ''Gel kız, sana dokunayım.! Gel kız, korkma.!'' Kız da kahkahayı basıp yaklaşırdı. Dedem, koca elini kıza uzatır, yavaş yavaş tatlı ve kudurmuşçasına yoklardı. Sonra da ağlamaya koyulurdu. Bir gün, ''Neden ağlıyorsun dede.?'' dedim. ''Ne ağlamayım be çocuğum,'' dedi. ''Ben ki ölüyorum ve bunca güzel kızı arkamda bırakıyorum.!'' (Sayfa: 101)
*
''Ben,'' dedi, ''bir şeye özlem duydum mu, ne yaparım bilir misin.? Bir daha hatırlamayacak kadar bakıp da kurtulmak için yerim, yerim.. Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlatılmaz bir tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu.! Günün birinde, kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin.? Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içine oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron. O zamandan beridir de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum. Artık kirazlara bakıp şöyle diyordum: Size ihtiyacım yok.! Şarap için aynı şeyi yaptım, sigara için de. Hâlâ içiyorum ama, istediğim anda ''harp'' diye bıçakla keser gibi kesiyorum. Tutku bana egemen olamamıştır. Yurdum için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum, kurtuldum. (Sayfa: 225-226)
*
''Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin.? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma.! Tanrı, baş şeytandan çok , yarım şeytandan iğrenir.!'' (Sayfa: 261)
*
''Yıldızların yer değiştirişini görmek mi istiyorsun, onlarla birlikte dönmen gerek..'' Marcus Aurelius (Sayfa: 262)

Nikos Kazancakis, Zorba

''Bir parça toprak,'' diye düşündü, ''acıkan, gülen ve sarılan bir parça toprak. Ağlayan bir top çamur.. Peki, ya şimdi.? Hangi şeytan bizi dünyaya getiriyor ve hangi şeytan alıyor böyle.?'' (Sayfa: 298)

''Ölü odasında artık ne karyola vardı, ne sandık ne de sandalye; her şeyi yağmalamışlardı. Bir köşede yırtık, yan basılmış, kırmızı küçük püskülü ile bir terlik duruyordu. Büyük bir bağlılıkla hanımın ayak biçimini hâlâ koruyordu; bu hınzır terlik, insan ruhlarından daha acılı olup, o sevgili ve çok çekmiş ayağı hâlâ unutmamıştı.''
(..)
''Her acı yüreğimi ikiye böler patron,'' dedi. ''Ama o kırk yaralı yürek hemen kaynar ve yara görünmez; kaynamış yaralarla doluyum ben; onun için dayanıyorum.''
''Zavallı Bubilina'yı çabuk unuttun Zorba:!'' dedim.
Sesim ben istemeden kırıcı olmuştu.
Zorba üzülerek sesini yükseltti.
''Yeni bir yol, yeni planlar.!'' diye bağırdı. ''Artık dünküleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni. ''Şimdi ne yapıyorsun, Zorba.?'' diyorum. ''Uyuyorum,'' diyor. ''İyi uyu öyleyse.!'' ''Şimdi ne yapıyorsun, Zorba.?'' diyorum. ''Bir kadına sarılıyorum,'' diyor. ''İyi sarıl öyleyse Zorba, hepsini unut dünyada başka bir şey yok, yalnız o ve sen. Vira.!''
Biraz sonra da, Bubilina yaşadığı zaman, hiçbir Kanavaro ona, benim, şu gördüğün hırpani, ihtiyar Zorba kadar zevk vermemiştir. ''Neden.?'' diyeceksin. Çünkü Kanavaro'lar onu öpüyor ve onu öptükleri anda donanmalarını, Girit'i, devletlerini, sırmalarını ve karılarını düşünüyorlardı. Ama ben hepsini, hepsini unutuyordum. O namussuz karı da bunu anlıyordu. Ve sen bilgiç, şunu öğren ki, kadın için bundan daha büyük bir zevk yoktur.! Bil ki, gerçek kadın, erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır..'' (Sayfa: 306-307)
*
''Kalın kafalıyım ben,'' dedi, ''kolay anlamıyorum..'' Ah bre patron, o dediklerini bir raks edebilseydin de, ben de anlasaydım.!''
Umutsuzluk içinde dudaklarımı ısırdım. Bütün bu umutsuz düşünceleri gerçekten raksa dökebilseydim.
''Ya da patron, bütün bunları bana masal gibi anlatabilseydin. Hüseyin Ağa'nın yaptığı gibi.. Bu, benim komşum olan ihtiyar bir Türk'tü; çok yoksuldu; karısı da yoktu, çocukları da.. Gariban biri; yemek pişirir, tahta siler, akşamüzeri de babadan kalma evine gelir, ninem ve öbür ihtiyar komşularla avluda oturur, çorap örerdi..
Ermiş bir adamdı bu Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı, hayırduası edermiş gibi elini başıma koydu. '‘Aleksi,’' dedi, ''bak sana bir şey söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın; büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum: Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama.!
(Sayfa: 313)
*
''Çal Zorba.!''
''Santur mu.? Demedik mi patron.? Santur keyif ister. Bir ay sonra, iki ay, iki yıl sonra çalacağım belki; ne bileyim ben.! O zaman da, bir daha buluşmamacasına ayrılan iki insanın şarkısını söyleyeceğim.''
(..)
Ben, Zorba'nın bu vahşi sevgisinden korkmuş bir halde, ''Belki de kalırım,'' dedim. ''Belki de seninle gelirim; ben özgürüm.''
Zorba başını salladı.
''Hayır, özgür değilsin,'' dedi. ''Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar.! Senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. İpi koparmadın mıydı da..''
Zorba'nın sözleri içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla, ''Bir gün koparacağım.!'' dedim.
''Güç patron, çok güç.! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun.? Ya hep ya hiç.! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir.! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana.? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin.!'' (Sayfa: 335-336)

13 Aralık 2018 Perşembe

Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler


Sunuş
*
Yaşamasız'ı okumuştum ilkin: Cıvıltılı parklarda, güneşli meydanlarda, nemli banklarda, sıcak duvarlarda, boş kahve köşelerinde, ağlak çay bahçelerinde elimden kitap düşmediği eski yazlardan birinde.. Şimdi 1957 tarihli Yaşamasız'ın kapağına - Fikret Otyam'ın allı-yeşilli resmine - bakarken birden o yazın gölgesini anımsadım: ''İstasyon gerilerde kaldı.'' cümlesiyle başlayan ''İlki'' öyküsünün beni sarıp sarmalayışını.
Gelip çatan anlar vardır: Başınıza bir şey geldiğini, tanımsız bir şeye uğradığınızı duyarsınız. ''İlki'' böyle bir çarpma etkisi yarattı bende. Bir şimşek zihnimde bir karanlığı yırttı.
Yazının gücü müydü bu.?
''Okuyun da görün, öykü nedir, iyi bir öykü ne yapar adamı'' dedim hep. Bugünse, ''Okuyup da tutkunu olmayan okurluğunu gözden geçirmeli'' derim, gönül rahatlığıyla.
*
Salt okurların değil, yazarların da yazarı olduğu, öykücülüğümüzün onunla keskin bir dönemeci aldığı söylenmeli burada. Altmış yıla varan yazı uğraşında, kendini durmaksızın yenilediği, anlatımda sarp yolları göze alarak kısa öyküye biçim verdiği de.
Okunup geçilecek bir yazar değil Vüs'at O. Bener: Okurunun dünyaya bakışını, yaşamı algılayışını etkiler, dönüştürür. Neredeyse zihnine sokulmak ister.
Kişiliğiyle yazısını bütünleştirmiş, dilini, dünyasını kurmuş, kendi okurunu düpedüz yaratmış bir yazarın öyküleriyle karşılaşacaksınız bu seçkide.
Hazırlıklı olun derim.
*
Murat Yalçın, İstanbul, Şubat 2009

Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler

* 1950'de New-York Herald Tribune gazetesiyle Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında üçüncülük kazanan ''Dost'' adlı öyküsüyle dikkati çekti. 1952'den itibaren Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe, Dönem dergilerindeki öyküleriyle tanındı; daha sonra Gergedan, Argos, Gösteri, Kitap-lık dergilerinde gözüktü. Yeni anlatım olanakları denediği, soyutlamalara başvurduğu öykülerinde, yeni bir gerçekçilik anlayışıyla insanın iç dünyasına, bilinçaltındaki karmaşaya yönelen, edebiyatı öncelikle bir dil ve anlatım biçimi olarak ele alan 1950 kuşağı öykücüleri içinde değerlendirildi. Necatigil, ''Gerçekleri aydınlıktan uzaklaştırıp soyutlamalara götürme çabaları ve anlatışındaki yeniliklerle çağdaşı hikâyecilerden ayrı bir yol tuttu''ğu görüşündedir.
Kullandığı dilin yoğunluğu Bener'in başlangıçtan beri savrukluğa, acemiliğe, yavaş yavaş olgunlaşmaya hiç tahammülü olmadığını gösterir. Üstelik bu yoğunluğa konuşma dilini kullanarak ulaşır. B. Karasu'ya göre, ''bu konuşur gibi' yazılmış metin ancak okunduğunda, bir şekil sürekliliği ile birlikte bir de anlam sürekliliği kazan''ır. Konuşma dilini tüm doğallığıyla, ona yoğunluk kazandırarak kullanır; öykü ve oyunlarında toplumsal, bireysel, cinsel sorunları daha çok içsel etkileriyle ele alır. M. H. Doğan, öykücülüğünün ''Memduh Şevket Esendal''dan kaynaklanan ve dalları gerçekçi hikâyeciliğimize uzanan akım ile, Sait Faik'le başlayıp hikâyeyi konunun bağlarından, klasik biçimin dar kalıplarından kurtaran yenilikçi akım'' arasında bireşim kurabilmiş olduğuna dikkat çeker: ''Konuları, insanları, olaylarıyla daha seçmeci bir Memduh Şevket; anlatımıyla, iç konuşmalarıyla daha derli toplu, daha titiz bir Sait Faik.'' Bu iki akım arasında kurduğu bireşim, yalın anlatımı, özenli dili, kısa, çarpıcı betimlemeleriyle özgün bir öykü yapısı kurmasına engel olmaz.
Öykülerinde günlük yaşamın ayrıntılarına dikkatli bir gözlemcilikle eğilen ve ruh çözümlemelerine geniş yer veren Bener, gündelik olayla bilinç altında birikmiş yaşam parçalarını birleştirir. Bu özelliği, onun dış gerçeği yanlış yere koyduğu, hatta bozduğu ya da ele aldığı kişilerin iç dünyalarına eğilirken çözümlemelerle dış gerçek arasında tam bir uyum sağlayamadığı gerekçesiyle sık sık eleştirilmesine yol açtı. ''İlki'' adlı öyküsünü çeviren W. Hickman onu J. Joyce'la karşılaştırdığı incelemesinde Bener'in tekniği için ''denetimli bir bilinç akışı'' nitelemesini kullanır. S. Gümüş de 'Kara Anlatı Yazarı' adlı incelemesinde Bener'in öznesindeki kökensel bölünmenin onun yapıtlarının temelinde yer aldığını gösterir. Öznenin bir içsel bölünmeyle doğmasının, bunun getirdiği temelsizliğin neredeyse başlatıcı bir izlek olduğunu öne süren O. Koçak, yazarın tekniğinin bilinç akışı değil de ''iç monolog'' olarak adlandırılmasının daha doğru olacağını, hatta bunun da o kökensel bölünmenin önemini ve şiddetini açıklamaya yetmeyeceğini söyler.
Bener'in yapıtlarının temelindeki bu kökensel bölünme onun kullandığı dili de belirlemiştir. S. Gümüş'ün ''kendi iç dünyasının çokboyutluluğunu dışa vuran belirtisel dil'' olarak nitelediği bu dil, B.Karasu'ya göre sadece okuru zorlayacak yönde işlemez, bazen okura bir rahatlık, ''bir havalı yer duygusu'' da verir.
Bener'in öykülerinde olan boşunalık, yabancı, sıkıcı dünya duygusu neredeyse bütün kahramanlarını belirler. Çok partili siyasal dönemde, küçük bir kentteki ilerici aydınların yaşamını etkileyen koşulları konu edindiği romanı ''Buzul Çağının Virüsü''nde romanın kahramanları, bir yandan taşra hayatının sıkışmışlığı içinde patlama olanağı bulamayan enerjilerin gerilimiyle, bir yandan da Demokrat Parti'nin kuruluşu sırasındaki siyasal baskının kuşatması ile boğuşmak zorundadırlar. Bu mücadele kimilerine bir boğulma, hatta intihar duygusu yaşatırken, kimilerine de, sıkıntıyı, inançsızlığı, hayal kırıklığını sürekli yanında taşıyarak yaşamayı öğretir. Bir tür yozlaşma tehlikesini de taşıyan bir mücadeledir bu. Bener'in bütün kişilerinin bu duyguyu taşıdığına işaret eder B. Karasu. Bu duygu, otobiyografiyi andıran ''Mızıkalı Yürüyüş''te zirveye çıkar; neredeyse yazının kendisini tehdit etmeye, değersizleştirmeye başlar. Yzıyla, kurmaca metinle ilgili kuşkular, inançsızlıklar Bener'de ilk olarak ''İpin Ucu'' oyunuyla ortaya çıkar.
''Bay Muannit Sahtegi'nin Notları'' kurma, kurmaca çabasının bile boşunalığının, katlanılmazlığının bir örneği gibidir. Kurmacayla otobiyografi arasında salınıp giden metin sanki hiçbir yerde durmak istemez, kendi keşfettiği bir ara bölgenin belirsizliğini arzular. Bir kurmacanın sağlayacağı sürükleyiciliği kesmek için kullanılan gerçek dünyadan işaretler yapıta otobiyografik özellikler katmaktadır; öte yandan Bener otobiyografi biçiminin gereklerine de uymayarak ara bölgedeki yerini sağlamlaştırır. Bu eğilim daha sonra da, otobiyografiye daha çok yaklaşarak, belirginleşerek devam edecektir. Mızıkalı Yürüyüş'te artık kurmacadan giderek uzaklaşılmıştır. Kara Tren ise askerlik, eski aşklar, evlilikler, kızgınlıklar ve yenilgilerle ilgili pasajlarıyla Dost, Ihlamur Ağacı ve Buzul Çağının Virüsü'nde yeterince açık olmayan bazı otobiyografik anlatımlara bir çerçeve ve zaman zaman da kesinlik kazandırır. Yine de tedbirini almıştır Bener, ara bölgeden çıkmak istememektedir; bu yüzden Mızıkalı Yürüyüş ve Kara Tren'deki anlatım kronolojik değildir. Süren değil, parçaları olan bir yaşam vardır sanki ortada; farklı tarihler ve deneyimler arasında bu başıboş izlenimi veren gidiş gelişler arasında kasıtlı olarak düzenlenmiştir.
Vüs'at O. Bener'in yazarlığı ve yapıtları üstüne üniversitelerde tezler yapıldı; edebiyat toplantılarında yapıtları çözümlenmekte.
(..)
*
Kaynak: Vüs'at O Bener, Havva, sayfa: 107-109
Tazminattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, YKY
Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler
Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler

10 Aralık 2018 Pazartesi

Dante Alighieri, İlahi Komedya, Cennet

''Beatrice'yi gördüm. Sola dönmüş, güneşe bakıyordu. Kartal gözlerini güneşe dikerek böylesine asla bakmamıştır. İlk ışıktan nasıl ikinci bir ışık çıkar ve geldiği yere dönmek isteyen bir yolcu gibi yukarıya yönelirse, onun davranışı da gözlerimden zihnime süzülerek öylece beni de harekete getirdi, gözlerimi çevirdim, mûtadın dışında uzun uzun güneşe baktım.'' (Sayfa: 12)
(..)
''Beatrice, sâfi göz kesilmiş, ezeli kürelere bakıyordu; ben gözlerimi yukardan ayırmış, ona bakıyordum. Beatrice'yi temaşa ederken ben de Glaukos'a döndüm, o Glaukos ki tattığı ot sayesinde denizde, öteki tanrılara yoldaş olmuştur.
(Glaukos: Deniz Tanrısı; Ovidius'un hikâye ettiğine göre Glaukos birtakım otlar yemek suretiyle tanrılaşmıştır.)
(..)
''Senin sonradan yarattığın kısımdan mı ibarettim sadece, ey gökleri idare eden Aşk, bunu yalnız sen bilirsin, sen ki beni nurunla alıp yukarılara çıkardın.'' (Sayfa: 13-14)
***
''Bir vakitler kalbimi aşkıyla ısıtmış olan güneş, ispat ve red ederek, bana güzel hakikatin tatlı yüzünü göstermişti..''
(Sayfa: 27)
***
''.. sevgi yatıştırıyor bizim arzumuzu. Bunun için de elimizde ne varsa yalnız onu istiyoruz ve başka hiçbir arzunun susuzluğunu duymuyoruz gönüllerimizde..'' (Sayfa: 30)
***
''.. Zira irade isterse bükülmez, zor karşısında kalıp bin defa da şiddetle eğilen ateş, tabiatı icabı nasıl yaparsa, öyle yapar..''
(Sayfa: 40)
***
''. Her hakikatin kaynağı olan Gerçek'le aydınlanmadıkça, zekâmız asla yatışamıyor. Hakikate erişir erişmez, tıpkı inine çekilip yatan bir hayvan gibi, bizim zekâmız da öylece duruluyor. İsterse ona erişebilir. Yoksa arzularımız boşuna çırpınıp duracaktır..'' (Sayfa: 42)
***
''.. bir iş yaparken daha yavaş davranınız; rüzgârın önüne katılmış tüye benzemeyin; hiç sanmayın ki, her su insanı yıkayıp temizler..'' (Sayfa: 47-48)

***
''-Bir şey söyleme, bırak yıllar geçsin.!'' (Sayfa: 83)
***
''.. şimdi de fikrinin gözlerini, öven sözlerimin peşine takarak nurdan nura götürürsen..'' (Sayfa: 98)
***
''- Bir başak ufalanıp da tanesi alındı mı, içinde tatlı bir ezginlik duyar, ötekini de ayıklayayım, derim.'' 
(Sayfa: 121)
***
''.. tabiat, mesleğinde meleke kazanmış bir sanatçı ve titrek bir el gibi çalışarak onu daima eksikli yapıyor. Şayet böyle olmayıp da ateşli Aşk ile Kudret'in parlak Fikrinin damgasını vursa, o zaman tam mükemmelliğe erişmek kabil olur.'' (Sayfa: 123)
***
''..tez elden edilen fikir çoğu zaman yanlış bir yol tutar, ihtirasa kapılmak ise insanın anlayışına sonradan kement vurur.
Hakikati avlamak isteyen fakat bu işin acemisi olan bir kimse sahili boşuna bırakıyor demektir, zira gittiği gibi geri dönemez..'' (Sayfa: 125)
***
''.. Bu efendiler, tarladaki buğdaylara, daha olmadan kıymet biçen bir kimse gibi, aşırı bir güvenle hüküm vermiye kalkışmasınlar. Zira ben, gül ağacı bütün kış kurumuş ve yabanileşmiş görünürken sonradan tepesinde gül bittiğini gördüm. Geminin, denizde başlangıçta dosdoğru ve hızlı yol aldıktan sonra tam limana gireceği sırada battığını da gördüm.'' (Sayfa: 126)
***
''- Ey bekleyedurduğum zaman bile kendisinden hoşnutluk getirdiğim benim filizim, ben senin kökündüm.''
(Sayfa: 138)
***
''Ey bizlerin hiçbir değer taşımayan kan asaletimiz.! Aşkımızın düşkünleştiği yeryüzünde, insanları kendinle övündürmene katiyen hayret etmiyorum.'' (Sayfa: 143)
***
''.. zira beklenen ok insana daha yavaş saplanır.'' (Sayfa: 155)
***
''İnsana, yabancı ekmeği yemenin ne acı geldiğini, başkalarının merdivenlerinden çıkıp inmenin ne çetin bir yol olduğunu nefsinde deneyeceksin.'' (Sayfa: 157)
***
''- Kendi veya başkasının ayıbı ile kararan bir vicdan için senin sözün hiç şüphesiz yenilir yutulur bir lokma olmayacaktır. Ama sen her türlü yalanı bir yana koyarak gördüğün şeyleri olduğu gibi anlat ve uyuzu olan bırak, kaşınsın. Zira senin sözlerin, tadına ilk bakıldığı zaman kekremsi gelse bile, sindirilince arkasında hayat bırakan bir gıda olacaktır. 
Senin haykırman, en yüksek tepelere daha kuvvetle çarpan rüzgâr gibi olacaktır ki bu, hiç de küçümsenir bir şeref değildir.'' (Sayfa: 161)
***
''.. Ey sabır, bütün bu şeylere göz yumman için, sen ne kadar tahammüllüsün.!^'' (Sayfa: 195)
***
''.. Cüretkâr puruvamla yarıp geçtiğim deniz, öyle küçük bir kayığın veya canını sıkıntıya sokmak istemeyen bir gemicinin aşacağı gibi bir deniz değildir.'' (Sayfa: 209)
***
''- Ben, arzuladığım kimseyi içine alan sineden çıkmış en yüksek sevincin etrafında dönen âşık bir meleğim. Ey semalar melikesi, sen Oğlunu takibettiğin ve en yüksek küreye girerek onu daha da ilâhileştirdiğin müddetçe etrafında dönmeğe devam edeceğim.'' (Sayfa: 211)
***
''.. Saat makinesindeki çarklar o şekilde ayarlanmıştır ki, bakan bir kimseye bunlardan ilki duruyor, sonuncusu ise hızla dönüyormuş gibi gelir..'' (Sayfa: 214)
***
''- Benim daima yanıp tutuştuğum ateşle beraber girdiği kapıların, yani gözlerimin devasını o ister er, ister geç, nasıl dilerse öyle versin. Bu saray halkını saadete garkeden Nimet, Aşk'ın bana yüksek veya alçak sesle okuduğu defterde yazılı ne varsa, her şeyin alfa ile omegasıdır.
(..)
.. bir aşk benim üzerime damgasını vurmuştur. Zira bir nimet olduğu için ve onu nimet olarak tanıdığımız andan itibaren, kalplerimizde, ne kadar mükemmelse o nisbette artan bir aşk tutuşturur..'' 
(Sayfa: 230-231)
***
''.. aşkın beni avlamak için kement yaptığı güzel gözlere bakarken..'' (Sayfa: 246)
***
''.. Onun yüzünü dünyada ilk gördüğüm günden bu görüşe kadar şiirim aralıksız devam etmiştir..''
(Sayfa: 265)
***
''- Eğer yukardan üçüncü sıraya bakarsan onu, meziyetlerinin kazandırdığı tahtın üstünde görürsün.''
((( Yukardan üçüncü sıra: Yukardan ilk sırada Meryem, ikinci sırada hemen onun altında Havva, üçüncü sırada Havva'nın hemen aşağısında Rachel, Rachel'in yanında da Beatrice oturmaktadır. Beatrice'nin üçüncü sırada oturmasının hikmeti nedir.? 
Dante Vita Nova'da (XXX) şöyle yazmıştı: 
'O (yani Beatrice) bir dokuz yani bir mucize idi' 3 rakamı 9'un köküdür. ))) (Sayfa: 274)
***
''.. Ben senin ince fikirlerini ağlarına dolayarak sıkıştıran bağları çözeceğim..'' (Sayfa: 281)
***
'' Burada yüksek temaşaya devam için kuvvetim tükendi; fakat bir tekerlek nasıl muttarit bir hareketle dönerse, güneşi ve öteki yıldızları hareket ettiren Aşk da arzumla irademi artık öylece döndürüyordu.''
((( Cennet de ''yıldız'' kelimesiyle sona eriyor. Nitekim Cehennem ile Araf da aynı kelimeyle nihayet bulurlar. ))) (Sayfa: 294)

7 Aralık 2018 Cuma

Dante Alighieri, İlahi Komedya, Araf

''..ölümlü cismimin içindeyken seni nasıl sevdimse, ondan ayrıldıktan sonra da seviyorum..'' 
*
''Amor che ne la mente mi ragiona''
(Aşk seni anıyor ruhumda her an) (Sayfa: 23)
***
''Hislerimizden birine bir zevk veya acı ârız oldu mu, ruhumuz bütün varlığı ile o hissimizde toplanır ve âdeta öteki hislerimizi artık hatırlamaz olur. Bu ise bizde birden fazla ruh vardır, diyenlerin böyle düşünmekle hata ettiklerini gösterir. İnsan, ruhu kuvvetle kendine bağlayan bir şey duydu veya gördü mü, vakit geçer de farkında bile olmaz, çünki dinleyen hassa başka, ruhu kendine bağlayan hassa gene başkadır. Ruh sanki kementlenmiş gibidir, öteki ise tamamen serbesttir.'' (Sayfa: 35)
***
''..Çünki dönüp aştığı yola bakmak çoğu zaman insanın hoşlandığı bir şeydir..'' (Sayfa: 37)
***
''- Bu dağ öyle bir dağdır ki çıkmaya başlarken, aşağı kesimlerinde daima sarptır, fakat yukarı çıkıldıkça gitgide zahmeti azalır..'' (Sayfa: 39)
***
''.. bir kimse ki bir düşüncesi varken kafasının içinde bir başka düşünce belirmiştir, bu düşüncelerden biri ötekinin kuvvetini azalttığı için, o kimse daima hedefinden uzaklaşır.'' (Sayfa: 44)
***
''Birçoklarının yüreklerinde adalet var; fakat yaydan ihtiyatla atılan ok gibi oradan geç çıkıyor..'' 

(Sayfa: 60)
***
''Gemi yolcularının, düşünceleriyle geriye dönüp sevgili dostlariyle vedalaştıkları günü hatırlayarak garipsedikleri; ilk yolculuğa çıkan kimsenin, batan güneşe ağlıyormuş gibi uzak bir çan sesi duysa, sevgiyle içinin ezildiği demdi.'' (Sayfa:70)



''Bir kimsenin hakikati kavramasiyle, nasıl şüphesi gerçeğe, korkusu da güvene çevrilirse, ben de öylece değiştim.'' (Sayfa: 83)

***
''Sizin şöhretiniz, güneşin topraktan taptaze olarak çıkardığı sonra da sararttığı, rengi gelip giden ota benzer.'' (Sayfa: 103)

***
''Beati pauperes spiritu'' (Ne mutlu alçakgönüllülere) (İsa'ya atfedilen bir söz) (Sayfa:112)
***
''Dilerim ilahi gufran yakın zamanda vicdanınızın köpüğünü alıp götürsün ve hafızanızın nehrinde ondan küçük bir iz bile kalmasın.!'' (Sayfa: 118)
***
''Dünyayı yakından tanıyıp öğrenmiş, bugün artık kimsenin ok atmak için yayını germediği fazileti sevmiştim.''
(Sayfa: 145)
***
''.. başaklara bak, zira her bitki kendi tohumundan belli olur.'' (Sayfa: 150)
***
''.. zihnim kendi içine öyle derin bir şekilde kapandı ki, dışardan gelen hiçbir şey oraya artık giremezdi.'' (Sayfa: 154)
***
''..mühür mumu istediği kadar iyi olsun, mühür daima iyi çıkmaz.'' (Sayfa: 163)
***
''Bir irade, kendisinden daha kuvvetli bir iradeye karşı koyamaz. Bu sebepten ona hoş görünmek için daha fazla su içebilecek halde olan süngeri arzum hilafına sudan çıkardım.'' (Sayfa: 179)
''..
- Seni bir daha ne zaman göreceğim.? diye sordu
Ben:
- Daha ne kadar ömrüm olduğunu bilmiyorum, dedim. Ama her halde dönüşüm, bu sahillere gelmek için duyduğum arzudan daha çabuk olmayacak. Zira yaşamak zorunda kaldığım yer günden güne iyilikten faziletten yana kısırlaşıyor, yürekler acısı bir yıkıma doğru gidiyor.'' (Sayfa: 221)
***
'' - Ucuna kadar çektiğin söz okunu fırlat at.!'' (Sayfa: 227)
***
''.. O uyku ki çoğu zaman daha hiçbir şey olmadan, ne olacağını bilir.'' (Sayfa: 249)
***
''.. Gördüğün bu ırmak, su alan, su veren bir nehir gibi, soğuğun topladığı buharla yenilenen bir kaynaktan çıkmıyor, fakat bir deliğinden akan suları Tanrının iradesiyle öbür deliğinden yenileyen değişmez, ezeli bir pınardan çıkıyor. Bu yanda hafızalardan işlenen günahları silme hassasiyle akar; öte yanda insana ettiği iyiliklerin hâtırasını geri verir. Burada adı Lethe, ötede Eunoe'dir..'' (Sayfa: 258)
((( Lethe: Unutma; Eunoe: Kuvvetli hafıza, demiye gelir. Bu nehirlerden biri insana işlediği günahları unutturur, öteki ettiği iyiliklerin hâtırasını pekleştirir. Aynı kaynaktan çıkan bu iki ırmak demek oluyor ki tesir bakımından birbirinden tamamen farklıdır. )))


''.. kekre merhametin tadı acıdır..'' (Sayfa: 273)
((( Aşk, insanı; acı, buruk ihtarlarda bulunmaya zorlar. )))
***
''..
- Suçunu bilen Hâkim öyle bir hâkimdir ki itiraf ettiğin şeyi saklamıya veya inkâra yeltenseydin, suçun yine de belli olacaktı.! Fakat günahkâr günahını kendi ağziyle itiraf ettiği taktirde, bizim mahkememizde bileği taşı bıçağın keskin ağzını köreltmiye başlar..'' (Sayfa: 279)
***
''..
- Madem ki sözlerime üzülüyorsun, dedi, haydi sakalını kaldır, yüzüme bakınca büsbütün kederleneceksin.'' (Sayfa: 280)
((( Âdeta Beatrice Dante'ye: ''Saçlı sakallı adamsın, utanmıyor musun.?'' demek ister gibi bir eda takınmıyor mu.? ))) (Dipnot: 11)
***
''Nedamet ısırganı beni öyle doadı ki, bütün öteki zevk ve arzulardan ziyade beni onun aşkından en çok uzaklaştırmış olana karşı içimde en büyük kini duydum. Yüreğim öyle bir vicdan azabıyla parçalandı ki, kendimden geçerek yere serildim..'' (Sayfa: 281)
***
''..
- Bakabildiğin kadar bak, dediler. Seni, Aşk'ın bir vakitler oklarını bağrına sapladığı zümrütlerin önüne getirdik.'' (Sayfa: 283)
***
''.. Bu çok kutsal sudan, taze yapraklarla bezenen genç bitkiler gibi pak ve yıldızlara yükselmiye hazır bir halde, kuvvetim tazelenmiş olarak geri döndüm.'' (Sayfa: 304)
((( Yıldız: Cehennemin de ''yıldız'' kelimesiyle sona erdiği hatırlardadır. Cennet de aynı kelimeyle son bulacaktır. ))) (Dipnot: 28)

1 Aralık 2018 Cumartesi

Dante - İlâhi Komedya, Cehennem

İlahi Komedya
Dante - İlâhi Komedya, Cehennem
*
Önsöz'den:
*
Dante'nin karakterini belki daha iyi perçinlemeye yarar ümidiyle hakkında anlatılan fıkralardan bir ikisini hatırlatmadan geçmeyeceğiz.
Şair bir gün bir demirci dükkânının önünden geçiyormuş. Demirci elinde çekiç demir döverken bir yandan da Dante'nin bir şiirinin bazı mısralarını eğire büyüre, yalan yanlış okumaktaymış. Şair buna fena halde içerler, bir hışımla dükkâna dalar, demirci nasıl şirini altını üstüne getiriyorsa, o da elinin altına ne gelirse kaldırır yerlere atar, sonra da çıkar gider.
*
Bir seferinde de adamın biri damdan düşer gibi Dante'ye en iyi gıdanın ne olduğunu sormuş. Şair de:
- Yumurta, diye cevap vermiş.
Aradan bir sene geçmiş. Bir gün aynı adam:
- Ne ile yemeli.?, diye sorunca Dante hiç düşünmeden:
- Tuzla.!, cevabını yapıştırmış.
*
Dante, Verona senyörünün misafiri bulunduğu sıralarda bir gün sofrada senyörünün oğlu Cane ile senyör Mastino arasında yemek yerken uşaklar muziplik olsun diye farkettirmeden Dante'nin ayağının altına birkaç kemik bırakırlar. Yemek bitip de sofradan kalkıldığı zaman Şairin ayağının altındaki kemikleri görünce herkes hayrete düşer. Bunun üzrine Dante o her zamanki hazırcevaplığı ile:
- Burada şaşılacak bir şey yok.! diye mukabele eder. Köpekler kendi kemiklerini yemişler. Bana gelince, ben köpek olmadığım için benimkileri kaldırıp masanın altına attım.!
(İtalyanca ''Cane'' köpek, ''Mastino'' da çoban köpeği demiye gelir.)
*
Bir başka gün de maskaralardan biri Verona beyi Can Grande'nin hediye ettiği güzel bir kat elbiseyi Dante'ye gösterir, bütün ilim ve irfanına rağmen beyden böyle bir elbise koparamadığını Dante'ye alaylı bir şekilde söyler. Bunun üzerine Dante:
- Burada şaşılacak bir şey yok ki.! diye mukabele eder. Sen, seni anlayacak birini bulmuşsun. Bana gelince ben, beni anlayacak birine henüz raslamadım.
*
Bir gün Dante Siena'da bir kilisede ibadet ediyormuş. Yanına bir adam sokulur ve mânâsız gevezelikleriyle Şairin canını sıkmaya başlar. Dante münasebetsizi başından savmak için ne yapacağını bilmez bir halde:
- Dünyanın en büyük hayvanı hangisidir.? diye sorar.
Beriki:
- Fil olsa gerek, deyince Dante artık dayanamaz:
- Ey fil, ne olur, beni rahat bırak.! Kafamın içinde senin gevezeliklerinden daha mühim şeyler var.! diye haykırır.
*
Dante'nin, köylünün birine saati soracağı tutmuş. Adamcağız da saatin hayvanları sulamaya götürdükleri saat olduğunu söyleyince Dante:
- Ya seni kim sulamaya götürecek.? demekten kendini alamamış.
*
Bir başka seferinde de Şairin misafir bulunduğu beyin karısı ile eve sık sık gelip giden bir rahip arasında (..) ilişki olduğunu sezen Dante, vaziyeti beye bildirir. Fakat bey oralı olmaz, rahibi takdir ettiği için böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını söyler. O zaman Dante:
- Kurdun sırtına koyun postu geçirmekle kurt koyun mu olur ki artık kuzulara dokunmasın.? diye sorunca her halde beyde şafak atar ki, rahip efendi artık evin semtine uğramaz olur.
Dante riyakârların en amansız düşmanı idi. İnsanların iki yüzlü olmalarına tahammül edemezdi.
*
Çeviren: Feridun Timur (Sayfa: 36-37)


Francesca da Rimini ile sevgilisi Paolo Malatesta:
*
(..) Dante, Şehvet Düşkünlerinin bulunduğu İkinci Daire'de Francesca da Rimini ile sevgilisi Paolo Malatesta'yı kendisiyle konuşmağa davet eder, Francesca'nın ağzından talihsiz aşkının hikâyesini dinler ve bu acıklı hikâyenin sonunda kendinden geçerek bayılır (..)
*
- Ey mustarip ruhlar, bir mâni yoksa, gelin bizimle konuşun, dedim.
Sabit ve gerili kanatlariyle arzunun peşinden uçan güvercinleri iradeleri sevgili yuvalarına doğru nasıl getirirse, şefkatli hitabım üzerlerinde o derece kuvvetli bir tesir yapmıştı ki Dido'nun bulunduğu sürüden ayrıldılar ve lânetli havadan geçerek bize geldiler.
- Ey, kızıla çalan karanlıklar içinde, dünyayı kana boyayan bizleringörmeğe gelen nazik, merhametli insan.! Kâinatın Sahibi indinde makbul kimseler olsaydık, seni rahata, huzura kavuşturması için yalvarırdık ona, değil mi ki zalim derdimizden dolayı bize acıyorsun. Rüzgâr, şimdi olduğu gibi kesildiği müddetçe, söylemek istediğin şeyleri dinler, dinlemek istediğin şeyleri de söyleriz sana. Po nehrinin kolları ile beraber gelip dinlendiği yerdedir doğduğum şehir. Asil kalpleri çok çabuk fetheden Aşk, elimden zorla aldıkları güzel vücudümle büyüledi onu; bu ayrılış içimde hâlâ sızıdır. Sevilen bir kimsenin sevmemesine cevaz vermeyen Aşk, kalbimi öylesine sımsıkı bağladı ki ona, görüyorsun, hâlâ ayrılmıyor benden. Aynı ölüme götürdü Aşk ikimizi de. Ama Caina bekliyor bizi öldüreni.
Bu mustarip ruhların sözlerini işitince başımı önüme eğdim ve uzun zaman o vaziyette kaldım. Hihayet Şair:
- Ne düşünüyorsun.? diye sordu.
Kendimde cevap verecek kuvveti bulunca:
- Heyhat.! diye söze başladım. Ne tatlı düşünceler ve ne büyük arzulardı onları bu acıklı âkıbete sürükleyen.!
Sonra onlara döndüm ve dedim ki:
- Francesca, çektiğin azaplar karşısında merhamet ve hüzün yaşları dökülüyor gözlerimden. Fakat söyle bana: Tatlı tatlı göğüs geçirdiğiniz demlerde ne oldu, nasıl oldu da, kalblerinizin gizli duygularını öğrenmenize imkân verdi Aşk.?
O dedi ki:
- Sefalet içinde, mesut anları hatırlamaktan daha büyük acı olamaz insan için, bunu senin rehberin de bilir. Fakat aşkımızın nasıl başladığını öğrenmiye bu kadar istekli isen, gözyaşı döke döke konuşan bir kimse gibi, arzunu yerine getiririm.
''Günlerden bir gündü. Tek vakit geçsin diye Lancelot'nun menkıbelerini ve Aşkın ağına nasıl düştüğünü okuyorduk. Yalnızdık. Şüphelenmiyorduk hiçbir şeyden.
Kitabı okurken birkaç defa göz göze geldik ve rengimiz soldu, fakat o bir nokta mağlûp etti bizi.
Bu büyük âşıkın, sevgilisinin gülümseyen dudaklarını nasıl öptüğünü okuduğumuz zaman, benden asla ayrılmıyacak olan sevgilim, ürpererek dudaklarını dudaklarımın üzerinde kenetledi.
Kitap ve onu yazan, Gallehault oldu bizim için. O gün daha fazla okumak nasip değilmiş.''
Ruhlardan biri bunları anlatırken, öteki öyle ağlıyordu ki duyduğum merhametin tesiriyle ölüyormuş gibi kendimden geçtim ve cansız bir ceset gibi yere yığıldım. (Sayfa: 134-138)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...