13 Aralık 2018 Perşembe

Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler


Sunuş
*
Yaşamasız'ı okumuştum ilkin: Cıvıltılı parklarda, güneşli meydanlarda, nemli banklarda, sıcak duvarlarda, boş kahve köşelerinde, ağlak çay bahçelerinde elimden kitap düşmediği eski yazlardan birinde.. Şimdi 1957 tarihli Yaşamasız'ın kapağına - Fikret Otyam'ın allı-yeşilli resmine - bakarken birden o yazın gölgesini anımsadım: ''İstasyon gerilerde kaldı.'' cümlesiyle başlayan ''İlki'' öyküsünün beni sarıp sarmalayışını.
Gelip çatan anlar vardır: Başınıza bir şey geldiğini, tanımsız bir şeye uğradığınızı duyarsınız. ''İlki'' böyle bir çarpma etkisi yarattı bende. Bir şimşek zihnimde bir karanlığı yırttı.
Yazının gücü müydü bu.?
''Okuyun da görün, öykü nedir, iyi bir öykü ne yapar adamı'' dedim hep. Bugünse, ''Okuyup da tutkunu olmayan okurluğunu gözden geçirmeli'' derim, gönül rahatlığıyla.
*
Salt okurların değil, yazarların da yazarı olduğu, öykücülüğümüzün onunla keskin bir dönemeci aldığı söylenmeli burada. Altmış yıla varan yazı uğraşında, kendini durmaksızın yenilediği, anlatımda sarp yolları göze alarak kısa öyküye biçim verdiği de.
Okunup geçilecek bir yazar değil Vüs'at O. Bener: Okurunun dünyaya bakışını, yaşamı algılayışını etkiler, dönüştürür. Neredeyse zihnine sokulmak ister.
Kişiliğiyle yazısını bütünleştirmiş, dilini, dünyasını kurmuş, kendi okurunu düpedüz yaratmış bir yazarın öyküleriyle karşılaşacaksınız bu seçkide.
Hazırlıklı olun derim.
*
Murat Yalçın, İstanbul, Şubat 2009

Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler

* 1950'de New-York Herald Tribune gazetesiyle Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında üçüncülük kazanan ''Dost'' adlı öyküsüyle dikkati çekti. 1952'den itibaren Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe, Dönem dergilerindeki öyküleriyle tanındı; daha sonra Gergedan, Argos, Gösteri, Kitap-lık dergilerinde gözüktü. Yeni anlatım olanakları denediği, soyutlamalara başvurduğu öykülerinde, yeni bir gerçekçilik anlayışıyla insanın iç dünyasına, bilinçaltındaki karmaşaya yönelen, edebiyatı öncelikle bir dil ve anlatım biçimi olarak ele alan 1950 kuşağı öykücüleri içinde değerlendirildi. Necatigil, ''Gerçekleri aydınlıktan uzaklaştırıp soyutlamalara götürme çabaları ve anlatışındaki yeniliklerle çağdaşı hikâyecilerden ayrı bir yol tuttu''ğu görüşündedir.
Kullandığı dilin yoğunluğu Bener'in başlangıçtan beri savrukluğa, acemiliğe, yavaş yavaş olgunlaşmaya hiç tahammülü olmadığını gösterir. Üstelik bu yoğunluğa konuşma dilini kullanarak ulaşır. B. Karasu'ya göre, ''bu konuşur gibi' yazılmış metin ancak okunduğunda, bir şekil sürekliliği ile birlikte bir de anlam sürekliliği kazan''ır. Konuşma dilini tüm doğallığıyla, ona yoğunluk kazandırarak kullanır; öykü ve oyunlarında toplumsal, bireysel, cinsel sorunları daha çok içsel etkileriyle ele alır. M. H. Doğan, öykücülüğünün ''Memduh Şevket Esendal''dan kaynaklanan ve dalları gerçekçi hikâyeciliğimize uzanan akım ile, Sait Faik'le başlayıp hikâyeyi konunun bağlarından, klasik biçimin dar kalıplarından kurtaran yenilikçi akım'' arasında bireşim kurabilmiş olduğuna dikkat çeker: ''Konuları, insanları, olaylarıyla daha seçmeci bir Memduh Şevket; anlatımıyla, iç konuşmalarıyla daha derli toplu, daha titiz bir Sait Faik.'' Bu iki akım arasında kurduğu bireşim, yalın anlatımı, özenli dili, kısa, çarpıcı betimlemeleriyle özgün bir öykü yapısı kurmasına engel olmaz.
Öykülerinde günlük yaşamın ayrıntılarına dikkatli bir gözlemcilikle eğilen ve ruh çözümlemelerine geniş yer veren Bener, gündelik olayla bilinç altında birikmiş yaşam parçalarını birleştirir. Bu özelliği, onun dış gerçeği yanlış yere koyduğu, hatta bozduğu ya da ele aldığı kişilerin iç dünyalarına eğilirken çözümlemelerle dış gerçek arasında tam bir uyum sağlayamadığı gerekçesiyle sık sık eleştirilmesine yol açtı. ''İlki'' adlı öyküsünü çeviren W. Hickman onu J. Joyce'la karşılaştırdığı incelemesinde Bener'in tekniği için ''denetimli bir bilinç akışı'' nitelemesini kullanır. S. Gümüş de 'Kara Anlatı Yazarı' adlı incelemesinde Bener'in öznesindeki kökensel bölünmenin onun yapıtlarının temelinde yer aldığını gösterir. Öznenin bir içsel bölünmeyle doğmasının, bunun getirdiği temelsizliğin neredeyse başlatıcı bir izlek olduğunu öne süren O. Koçak, yazarın tekniğinin bilinç akışı değil de ''iç monolog'' olarak adlandırılmasının daha doğru olacağını, hatta bunun da o kökensel bölünmenin önemini ve şiddetini açıklamaya yetmeyeceğini söyler.
Bener'in yapıtlarının temelindeki bu kökensel bölünme onun kullandığı dili de belirlemiştir. S. Gümüş'ün ''kendi iç dünyasının çokboyutluluğunu dışa vuran belirtisel dil'' olarak nitelediği bu dil, B.Karasu'ya göre sadece okuru zorlayacak yönde işlemez, bazen okura bir rahatlık, ''bir havalı yer duygusu'' da verir.
Bener'in öykülerinde olan boşunalık, yabancı, sıkıcı dünya duygusu neredeyse bütün kahramanlarını belirler. Çok partili siyasal dönemde, küçük bir kentteki ilerici aydınların yaşamını etkileyen koşulları konu edindiği romanı ''Buzul Çağının Virüsü''nde romanın kahramanları, bir yandan taşra hayatının sıkışmışlığı içinde patlama olanağı bulamayan enerjilerin gerilimiyle, bir yandan da Demokrat Parti'nin kuruluşu sırasındaki siyasal baskının kuşatması ile boğuşmak zorundadırlar. Bu mücadele kimilerine bir boğulma, hatta intihar duygusu yaşatırken, kimilerine de, sıkıntıyı, inançsızlığı, hayal kırıklığını sürekli yanında taşıyarak yaşamayı öğretir. Bir tür yozlaşma tehlikesini de taşıyan bir mücadeledir bu. Bener'in bütün kişilerinin bu duyguyu taşıdığına işaret eder B. Karasu. Bu duygu, otobiyografiyi andıran ''Mızıkalı Yürüyüş''te zirveye çıkar; neredeyse yazının kendisini tehdit etmeye, değersizleştirmeye başlar. Yzıyla, kurmaca metinle ilgili kuşkular, inançsızlıklar Bener'de ilk olarak ''İpin Ucu'' oyunuyla ortaya çıkar.
''Bay Muannit Sahtegi'nin Notları'' kurma, kurmaca çabasının bile boşunalığının, katlanılmazlığının bir örneği gibidir. Kurmacayla otobiyografi arasında salınıp giden metin sanki hiçbir yerde durmak istemez, kendi keşfettiği bir ara bölgenin belirsizliğini arzular. Bir kurmacanın sağlayacağı sürükleyiciliği kesmek için kullanılan gerçek dünyadan işaretler yapıta otobiyografik özellikler katmaktadır; öte yandan Bener otobiyografi biçiminin gereklerine de uymayarak ara bölgedeki yerini sağlamlaştırır. Bu eğilim daha sonra da, otobiyografiye daha çok yaklaşarak, belirginleşerek devam edecektir. Mızıkalı Yürüyüş'te artık kurmacadan giderek uzaklaşılmıştır. Kara Tren ise askerlik, eski aşklar, evlilikler, kızgınlıklar ve yenilgilerle ilgili pasajlarıyla Dost, Ihlamur Ağacı ve Buzul Çağının Virüsü'nde yeterince açık olmayan bazı otobiyografik anlatımlara bir çerçeve ve zaman zaman da kesinlik kazandırır. Yine de tedbirini almıştır Bener, ara bölgeden çıkmak istememektedir; bu yüzden Mızıkalı Yürüyüş ve Kara Tren'deki anlatım kronolojik değildir. Süren değil, parçaları olan bir yaşam vardır sanki ortada; farklı tarihler ve deneyimler arasında bu başıboş izlenimi veren gidiş gelişler arasında kasıtlı olarak düzenlenmiştir.
Vüs'at O. Bener'in yazarlığı ve yapıtları üstüne üniversitelerde tezler yapıldı; edebiyat toplantılarında yapıtları çözümlenmekte.
(..)
*
Kaynak: Vüs'at O Bener, Havva, sayfa: 107-109
Tazminattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, YKY
Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler
Vüs'at O. Bener'in Yazını Üzerine Görüşler

10 Aralık 2018 Pazartesi

Dante Alighieri, İlahi Komedya, Cennet

''Beatrice'yi gördüm. Sola dönmüş, güneşe bakıyordu. Kartal gözlerini güneşe dikerek böylesine asla bakmamıştır. İlk ışıktan nasıl ikinci bir ışık çıkar ve geldiği yere dönmek isteyen bir yolcu gibi yukarıya yönelirse, onun davranışı da gözlerimden zihnime süzülerek öylece beni de harekete getirdi, gözlerimi çevirdim, mûtadın dışında uzun uzun güneşe baktım.'' (Sayfa: 12)
(..)
''Beatrice, sâfi göz kesilmiş, ezeli kürelere bakıyordu; ben gözlerimi yukardan ayırmış, ona bakıyordum. Beatrice'yi temaşa ederken ben de Glaukos'a döndüm, o Glaukos ki tattığı ot sayesinde denizde, öteki tanrılara yoldaş olmuştur.
(Glaukos: Deniz Tanrısı; Ovidius'un hikâye ettiğine göre Glaukos birtakım otlar yemek suretiyle tanrılaşmıştır.)
(..)
''Senin sonradan yarattığın kısımdan mı ibarettim sadece, ey gökleri idare eden Aşk, bunu yalnız sen bilirsin, sen ki beni nurunla alıp yukarılara çıkardın.'' (Sayfa: 13-14)
***
''Bir vakitler kalbimi aşkıyla ısıtmış olan güneş, ispat ve red ederek, bana güzel hakikatin tatlı yüzünü göstermişti..''
(Sayfa: 27)
***
''.. sevgi yatıştırıyor bizim arzumuzu. Bunun için de elimizde ne varsa yalnız onu istiyoruz ve başka hiçbir arzunun susuzluğunu duymuyoruz gönüllerimizde..'' (Sayfa: 30)
***
''.. Zira irade isterse bükülmez, zor karşısında kalıp bin defa da şiddetle eğilen ateş, tabiatı icabı nasıl yaparsa, öyle yapar..''
(Sayfa: 40)
***
''. Her hakikatin kaynağı olan Gerçek'le aydınlanmadıkça, zekâmız asla yatışamıyor. Hakikate erişir erişmez, tıpkı inine çekilip yatan bir hayvan gibi, bizim zekâmız da öylece duruluyor. İsterse ona erişebilir. Yoksa arzularımız boşuna çırpınıp duracaktır..'' (Sayfa: 42)
***
''.. bir iş yaparken daha yavaş davranınız; rüzgârın önüne katılmış tüye benzemeyin; hiç sanmayın ki, her su insanı yıkayıp temizler..'' (Sayfa: 47-48)

***
''-Bir şey söyleme, bırak yıllar geçsin.!'' (Sayfa: 83)
***
''.. şimdi de fikrinin gözlerini, öven sözlerimin peşine takarak nurdan nura götürürsen..'' (Sayfa: 98)
***
''- Bir başak ufalanıp da tanesi alındı mı, içinde tatlı bir ezginlik duyar, ötekini de ayıklayayım, derim.'' 
(Sayfa: 121)
***
''.. tabiat, mesleğinde meleke kazanmış bir sanatçı ve titrek bir el gibi çalışarak onu daima eksikli yapıyor. Şayet böyle olmayıp da ateşli Aşk ile Kudret'in parlak Fikrinin damgasını vursa, o zaman tam mükemmelliğe erişmek kabil olur.'' (Sayfa: 123)
***
''..tez elden edilen fikir çoğu zaman yanlış bir yol tutar, ihtirasa kapılmak ise insanın anlayışına sonradan kement vurur.
Hakikati avlamak isteyen fakat bu işin acemisi olan bir kimse sahili boşuna bırakıyor demektir, zira gittiği gibi geri dönemez..'' (Sayfa: 125)
***
''.. Bu efendiler, tarladaki buğdaylara, daha olmadan kıymet biçen bir kimse gibi, aşırı bir güvenle hüküm vermiye kalkışmasınlar. Zira ben, gül ağacı bütün kış kurumuş ve yabanileşmiş görünürken sonradan tepesinde gül bittiğini gördüm. Geminin, denizde başlangıçta dosdoğru ve hızlı yol aldıktan sonra tam limana gireceği sırada battığını da gördüm.'' (Sayfa: 126)
***
''- Ey bekleyedurduğum zaman bile kendisinden hoşnutluk getirdiğim benim filizim, ben senin kökündüm.''
(Sayfa: 138)
***
''Ey bizlerin hiçbir değer taşımayan kan asaletimiz.! Aşkımızın düşkünleştiği yeryüzünde, insanları kendinle övündürmene katiyen hayret etmiyorum.'' (Sayfa: 143)
***
''.. zira beklenen ok insana daha yavaş saplanır.'' (Sayfa: 155)
***
''İnsana, yabancı ekmeği yemenin ne acı geldiğini, başkalarının merdivenlerinden çıkıp inmenin ne çetin bir yol olduğunu nefsinde deneyeceksin.'' (Sayfa: 157)
***
''- Kendi veya başkasının ayıbı ile kararan bir vicdan için senin sözün hiç şüphesiz yenilir yutulur bir lokma olmayacaktır. Ama sen her türlü yalanı bir yana koyarak gördüğün şeyleri olduğu gibi anlat ve uyuzu olan bırak, kaşınsın. Zira senin sözlerin, tadına ilk bakıldığı zaman kekremsi gelse bile, sindirilince arkasında hayat bırakan bir gıda olacaktır. 
Senin haykırman, en yüksek tepelere daha kuvvetle çarpan rüzgâr gibi olacaktır ki bu, hiç de küçümsenir bir şeref değildir.'' (Sayfa: 161)
***
''.. Ey sabır, bütün bu şeylere göz yumman için, sen ne kadar tahammüllüsün.!^'' (Sayfa: 195)
***
''.. Cüretkâr puruvamla yarıp geçtiğim deniz, öyle küçük bir kayığın veya canını sıkıntıya sokmak istemeyen bir gemicinin aşacağı gibi bir deniz değildir.'' (Sayfa: 209)
***
''- Ben, arzuladığım kimseyi içine alan sineden çıkmış en yüksek sevincin etrafında dönen âşık bir meleğim. Ey semalar melikesi, sen Oğlunu takibettiğin ve en yüksek küreye girerek onu daha da ilâhileştirdiğin müddetçe etrafında dönmeğe devam edeceğim.'' (Sayfa: 211)
***
''.. Saat makinesindeki çarklar o şekilde ayarlanmıştır ki, bakan bir kimseye bunlardan ilki duruyor, sonuncusu ise hızla dönüyormuş gibi gelir..'' (Sayfa: 214)
***
''- Benim daima yanıp tutuştuğum ateşle beraber girdiği kapıların, yani gözlerimin devasını o ister er, ister geç, nasıl dilerse öyle versin. Bu saray halkını saadete garkeden Nimet, Aşk'ın bana yüksek veya alçak sesle okuduğu defterde yazılı ne varsa, her şeyin alfa ile omegasıdır.
(..)
.. bir aşk benim üzerime damgasını vurmuştur. Zira bir nimet olduğu için ve onu nimet olarak tanıdığımız andan itibaren, kalplerimizde, ne kadar mükemmelse o nisbette artan bir aşk tutuşturur..'' 
(Sayfa: 230-231)
***
''.. aşkın beni avlamak için kement yaptığı güzel gözlere bakarken..'' (Sayfa: 246)
***
''.. Onun yüzünü dünyada ilk gördüğüm günden bu görüşe kadar şiirim aralıksız devam etmiştir..''
(Sayfa: 265)
***
''- Eğer yukardan üçüncü sıraya bakarsan onu, meziyetlerinin kazandırdığı tahtın üstünde görürsün.''
((( Yukardan üçüncü sıra: Yukardan ilk sırada Meryem, ikinci sırada hemen onun altında Havva, üçüncü sırada Havva'nın hemen aşağısında Rachel, Rachel'in yanında da Beatrice oturmaktadır. Beatrice'nin üçüncü sırada oturmasının hikmeti nedir.? 
Dante Vita Nova'da (XXX) şöyle yazmıştı: 
'O (yani Beatrice) bir dokuz yani bir mucize idi' 3 rakamı 9'un köküdür. ))) (Sayfa: 274)
***
''.. Ben senin ince fikirlerini ağlarına dolayarak sıkıştıran bağları çözeceğim..'' (Sayfa: 281)
***
'' Burada yüksek temaşaya devam için kuvvetim tükendi; fakat bir tekerlek nasıl muttarit bir hareketle dönerse, güneşi ve öteki yıldızları hareket ettiren Aşk da arzumla irademi artık öylece döndürüyordu.''
((( Cennet de ''yıldız'' kelimesiyle sona eriyor. Nitekim Cehennem ile Araf da aynı kelimeyle nihayet bulurlar. ))) (Sayfa: 294)

7 Aralık 2018 Cuma

Dante Alighieri, İlahi Komedya, Araf

''..ölümlü cismimin içindeyken seni nasıl sevdimse, ondan ayrıldıktan sonra da seviyorum..'' 
*
''Amor che ne la mente mi ragiona''
(Aşk seni anıyor ruhumda her an) (Sayfa: 23)
***
''Hislerimizden birine bir zevk veya acı ârız oldu mu, ruhumuz bütün varlığı ile o hissimizde toplanır ve âdeta öteki hislerimizi artık hatırlamaz olur. Bu ise bizde birden fazla ruh vardır, diyenlerin böyle düşünmekle hata ettiklerini gösterir. İnsan, ruhu kuvvetle kendine bağlayan bir şey duydu veya gördü mü, vakit geçer de farkında bile olmaz, çünki dinleyen hassa başka, ruhu kendine bağlayan hassa gene başkadır. Ruh sanki kementlenmiş gibidir, öteki ise tamamen serbesttir.'' (Sayfa: 35)
***
''..Çünki dönüp aştığı yola bakmak çoğu zaman insanın hoşlandığı bir şeydir..'' (Sayfa: 37)
***
''- Bu dağ öyle bir dağdır ki çıkmaya başlarken, aşağı kesimlerinde daima sarptır, fakat yukarı çıkıldıkça gitgide zahmeti azalır..'' (Sayfa: 39)
***
''.. bir kimse ki bir düşüncesi varken kafasının içinde bir başka düşünce belirmiştir, bu düşüncelerden biri ötekinin kuvvetini azalttığı için, o kimse daima hedefinden uzaklaşır.'' (Sayfa: 44)
***
''Birçoklarının yüreklerinde adalet var; fakat yaydan ihtiyatla atılan ok gibi oradan geç çıkıyor..'' 

(Sayfa: 60)
***
''Gemi yolcularının, düşünceleriyle geriye dönüp sevgili dostlariyle vedalaştıkları günü hatırlayarak garipsedikleri; ilk yolculuğa çıkan kimsenin, batan güneşe ağlıyormuş gibi uzak bir çan sesi duysa, sevgiyle içinin ezildiği demdi.'' (Sayfa:70)



''Bir kimsenin hakikati kavramasiyle, nasıl şüphesi gerçeğe, korkusu da güvene çevrilirse, ben de öylece değiştim.'' (Sayfa: 83)

***
''Sizin şöhretiniz, güneşin topraktan taptaze olarak çıkardığı sonra da sararttığı, rengi gelip giden ota benzer.'' (Sayfa: 103)

***
''Beati pauperes spiritu'' (Ne mutlu alçakgönüllülere) (İsa'ya atfedilen bir söz) (Sayfa:112)
***
''Dilerim ilahi gufran yakın zamanda vicdanınızın köpüğünü alıp götürsün ve hafızanızın nehrinde ondan küçük bir iz bile kalmasın.!'' (Sayfa: 118)
***
''Dünyayı yakından tanıyıp öğrenmiş, bugün artık kimsenin ok atmak için yayını germediği fazileti sevmiştim.''
(Sayfa: 145)
***
''.. başaklara bak, zira her bitki kendi tohumundan belli olur.'' (Sayfa: 150)
***
''.. zihnim kendi içine öyle derin bir şekilde kapandı ki, dışardan gelen hiçbir şey oraya artık giremezdi.'' (Sayfa: 154)
***
''..mühür mumu istediği kadar iyi olsun, mühür daima iyi çıkmaz.'' (Sayfa: 163)
***
''Bir irade, kendisinden daha kuvvetli bir iradeye karşı koyamaz. Bu sebepten ona hoş görünmek için daha fazla su içebilecek halde olan süngeri arzum hilafına sudan çıkardım.'' (Sayfa: 179)
''..
- Seni bir daha ne zaman göreceğim.? diye sordu
Ben:
- Daha ne kadar ömrüm olduğunu bilmiyorum, dedim. Ama her halde dönüşüm, bu sahillere gelmek için duyduğum arzudan daha çabuk olmayacak. Zira yaşamak zorunda kaldığım yer günden güne iyilikten faziletten yana kısırlaşıyor, yürekler acısı bir yıkıma doğru gidiyor.'' (Sayfa: 221)
***
'' - Ucuna kadar çektiğin söz okunu fırlat at.!'' (Sayfa: 227)
***
''.. O uyku ki çoğu zaman daha hiçbir şey olmadan, ne olacağını bilir.'' (Sayfa: 249)
***
''.. Gördüğün bu ırmak, su alan, su veren bir nehir gibi, soğuğun topladığı buharla yenilenen bir kaynaktan çıkmıyor, fakat bir deliğinden akan suları Tanrının iradesiyle öbür deliğinden yenileyen değişmez, ezeli bir pınardan çıkıyor. Bu yanda hafızalardan işlenen günahları silme hassasiyle akar; öte yanda insana ettiği iyiliklerin hâtırasını geri verir. Burada adı Lethe, ötede Eunoe'dir..'' (Sayfa: 258)
((( Lethe: Unutma; Eunoe: Kuvvetli hafıza, demiye gelir. Bu nehirlerden biri insana işlediği günahları unutturur, öteki ettiği iyiliklerin hâtırasını pekleştirir. Aynı kaynaktan çıkan bu iki ırmak demek oluyor ki tesir bakımından birbirinden tamamen farklıdır. )))


''.. kekre merhametin tadı acıdır..'' (Sayfa: 273)
((( Aşk, insanı; acı, buruk ihtarlarda bulunmaya zorlar. )))
***
''..
- Suçunu bilen Hâkim öyle bir hâkimdir ki itiraf ettiğin şeyi saklamıya veya inkâra yeltenseydin, suçun yine de belli olacaktı.! Fakat günahkâr günahını kendi ağziyle itiraf ettiği taktirde, bizim mahkememizde bileği taşı bıçağın keskin ağzını köreltmiye başlar..'' (Sayfa: 279)
***
''..
- Madem ki sözlerime üzülüyorsun, dedi, haydi sakalını kaldır, yüzüme bakınca büsbütün kederleneceksin.'' (Sayfa: 280)
((( Âdeta Beatrice Dante'ye: ''Saçlı sakallı adamsın, utanmıyor musun.?'' demek ister gibi bir eda takınmıyor mu.? ))) (Dipnot: 11)
***
''Nedamet ısırganı beni öyle doadı ki, bütün öteki zevk ve arzulardan ziyade beni onun aşkından en çok uzaklaştırmış olana karşı içimde en büyük kini duydum. Yüreğim öyle bir vicdan azabıyla parçalandı ki, kendimden geçerek yere serildim..'' (Sayfa: 281)
***
''..
- Bakabildiğin kadar bak, dediler. Seni, Aşk'ın bir vakitler oklarını bağrına sapladığı zümrütlerin önüne getirdik.'' (Sayfa: 283)
***
''.. Bu çok kutsal sudan, taze yapraklarla bezenen genç bitkiler gibi pak ve yıldızlara yükselmiye hazır bir halde, kuvvetim tazelenmiş olarak geri döndüm.'' (Sayfa: 304)
((( Yıldız: Cehennemin de ''yıldız'' kelimesiyle sona erdiği hatırlardadır. Cennet de aynı kelimeyle son bulacaktır. ))) (Dipnot: 28)

1 Aralık 2018 Cumartesi

Dante - İlâhi Komedya, Cehennem

İlahi Komedya
Dante - İlâhi Komedya, Cehennem
*
Önsöz'den:
*
Dante'nin karakterini belki daha iyi perçinlemeye yarar ümidiyle hakkında anlatılan fıkralardan bir ikisini hatırlatmadan geçmeyeceğiz.
Şair bir gün bir demirci dükkânının önünden geçiyormuş. Demirci elinde çekiç demir döverken bir yandan da Dante'nin bir şiirinin bazı mısralarını eğire büyüre, yalan yanlış okumaktaymış. Şair buna fena halde içerler, bir hışımla dükkâna dalar, demirci nasıl şirini altını üstüne getiriyorsa, o da elinin altına ne gelirse kaldırır yerlere atar, sonra da çıkar gider.
*
Bir seferinde de adamın biri damdan düşer gibi Dante'ye en iyi gıdanın ne olduğunu sormuş. Şair de:
- Yumurta, diye cevap vermiş.
Aradan bir sene geçmiş. Bir gün aynı adam:
- Ne ile yemeli.?, diye sorunca Dante hiç düşünmeden:
- Tuzla.!, cevabını yapıştırmış.
*
Dante, Verona senyörünün misafiri bulunduğu sıralarda bir gün sofrada senyörünün oğlu Cane ile senyör Mastino arasında yemek yerken uşaklar muziplik olsun diye farkettirmeden Dante'nin ayağının altına birkaç kemik bırakırlar. Yemek bitip de sofradan kalkıldığı zaman Şairin ayağının altındaki kemikleri görünce herkes hayrete düşer. Bunun üzrine Dante o her zamanki hazırcevaplığı ile:
- Burada şaşılacak bir şey yok.! diye mukabele eder. Köpekler kendi kemiklerini yemişler. Bana gelince, ben köpek olmadığım için benimkileri kaldırıp masanın altına attım.!
(İtalyanca ''Cane'' köpek, ''Mastino'' da çoban köpeği demiye gelir.)
*
Bir başka gün de maskaralardan biri Verona beyi Can Grande'nin hediye ettiği güzel bir kat elbiseyi Dante'ye gösterir, bütün ilim ve irfanına rağmen beyden böyle bir elbise koparamadığını Dante'ye alaylı bir şekilde söyler. Bunun üzerine Dante:
- Burada şaşılacak bir şey yok ki.! diye mukabele eder. Sen, seni anlayacak birini bulmuşsun. Bana gelince ben, beni anlayacak birine henüz raslamadım.
*
Bir gün Dante Siena'da bir kilisede ibadet ediyormuş. Yanına bir adam sokulur ve mânâsız gevezelikleriyle Şairin canını sıkmaya başlar. Dante münasebetsizi başından savmak için ne yapacağını bilmez bir halde:
- Dünyanın en büyük hayvanı hangisidir.? diye sorar.
Beriki:
- Fil olsa gerek, deyince Dante artık dayanamaz:
- Ey fil, ne olur, beni rahat bırak.! Kafamın içinde senin gevezeliklerinden daha mühim şeyler var.! diye haykırır.
*
Dante'nin, köylünün birine saati soracağı tutmuş. Adamcağız da saatin hayvanları sulamaya götürdükleri saat olduğunu söyleyince Dante:
- Ya seni kim sulamaya götürecek.? demekten kendini alamamış.
*
Bir başka seferinde de Şairin misafir bulunduğu beyin karısı ile eve sık sık gelip giden bir rahip arasında (..) ilişki olduğunu sezen Dante, vaziyeti beye bildirir. Fakat bey oralı olmaz, rahibi takdir ettiği için böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını söyler. O zaman Dante:
- Kurdun sırtına koyun postu geçirmekle kurt koyun mu olur ki artık kuzulara dokunmasın.? diye sorunca her halde beyde şafak atar ki, rahip efendi artık evin semtine uğramaz olur.
Dante riyakârların en amansız düşmanı idi. İnsanların iki yüzlü olmalarına tahammül edemezdi.
*
Çeviren: Feridun Timur (Sayfa: 36-37)


Francesca da Rimini ile sevgilisi Paolo Malatesta:
*
(..) Dante, Şehvet Düşkünlerinin bulunduğu İkinci Daire'de Francesca da Rimini ile sevgilisi Paolo Malatesta'yı kendisiyle konuşmağa davet eder, Francesca'nın ağzından talihsiz aşkının hikâyesini dinler ve bu acıklı hikâyenin sonunda kendinden geçerek bayılır (..)
*
- Ey mustarip ruhlar, bir mâni yoksa, gelin bizimle konuşun, dedim.
Sabit ve gerili kanatlariyle arzunun peşinden uçan güvercinleri iradeleri sevgili yuvalarına doğru nasıl getirirse, şefkatli hitabım üzerlerinde o derece kuvvetli bir tesir yapmıştı ki Dido'nun bulunduğu sürüden ayrıldılar ve lânetli havadan geçerek bize geldiler.
- Ey, kızıla çalan karanlıklar içinde, dünyayı kana boyayan bizleringörmeğe gelen nazik, merhametli insan.! Kâinatın Sahibi indinde makbul kimseler olsaydık, seni rahata, huzura kavuşturması için yalvarırdık ona, değil mi ki zalim derdimizden dolayı bize acıyorsun. Rüzgâr, şimdi olduğu gibi kesildiği müddetçe, söylemek istediğin şeyleri dinler, dinlemek istediğin şeyleri de söyleriz sana. Po nehrinin kolları ile beraber gelip dinlendiği yerdedir doğduğum şehir. Asil kalpleri çok çabuk fetheden Aşk, elimden zorla aldıkları güzel vücudümle büyüledi onu; bu ayrılış içimde hâlâ sızıdır. Sevilen bir kimsenin sevmemesine cevaz vermeyen Aşk, kalbimi öylesine sımsıkı bağladı ki ona, görüyorsun, hâlâ ayrılmıyor benden. Aynı ölüme götürdü Aşk ikimizi de. Ama Caina bekliyor bizi öldüreni.
Bu mustarip ruhların sözlerini işitince başımı önüme eğdim ve uzun zaman o vaziyette kaldım. Hihayet Şair:
- Ne düşünüyorsun.? diye sordu.
Kendimde cevap verecek kuvveti bulunca:
- Heyhat.! diye söze başladım. Ne tatlı düşünceler ve ne büyük arzulardı onları bu acıklı âkıbete sürükleyen.!
Sonra onlara döndüm ve dedim ki:
- Francesca, çektiğin azaplar karşısında merhamet ve hüzün yaşları dökülüyor gözlerimden. Fakat söyle bana: Tatlı tatlı göğüs geçirdiğiniz demlerde ne oldu, nasıl oldu da, kalblerinizin gizli duygularını öğrenmenize imkân verdi Aşk.?
O dedi ki:
- Sefalet içinde, mesut anları hatırlamaktan daha büyük acı olamaz insan için, bunu senin rehberin de bilir. Fakat aşkımızın nasıl başladığını öğrenmiye bu kadar istekli isen, gözyaşı döke döke konuşan bir kimse gibi, arzunu yerine getiririm.
''Günlerden bir gündü. Tek vakit geçsin diye Lancelot'nun menkıbelerini ve Aşkın ağına nasıl düştüğünü okuyorduk. Yalnızdık. Şüphelenmiyorduk hiçbir şeyden.
Kitabı okurken birkaç defa göz göze geldik ve rengimiz soldu, fakat o bir nokta mağlûp etti bizi.
Bu büyük âşıkın, sevgilisinin gülümseyen dudaklarını nasıl öptüğünü okuduğumuz zaman, benden asla ayrılmıyacak olan sevgilim, ürpererek dudaklarını dudaklarımın üzerinde kenetledi.
Kitap ve onu yazan, Gallehault oldu bizim için. O gün daha fazla okumak nasip değilmiş.''
Ruhlardan biri bunları anlatırken, öteki öyle ağlıyordu ki duyduğum merhametin tesiriyle ölüyormuş gibi kendimden geçtim ve cansız bir ceset gibi yere yığıldım. (Sayfa: 134-138)

30 Kasım 2018 Cuma

Albert Camus - Düşüş



Arka Kapak

*
XX. yüzyıl düşünce ve edebiyat dünyasının kuşkusuz en etkili adlarından biri olan Albert Camus, gerek Başkaldıran İnsan ve Sisifos Söyleni gibi felsefi kitaplarında, gerek Yabancı, Veba, Sürgün ve Krallık gibi edebi yapıtlarında, insanın çağdaş dünya karşısındaki duruşunu sorgular. Ölümüne yakın, 1956'da yayımladığı Düşüş, modern insanın, kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışının romanıdır.
*
Parisli saygın bir avukat, soylu davaların savunucusu ve çapkın bir erkek olan Jean-Baptiste Clamence, Amsterdam'da köhne bir barda geçmişini anımsar. Kendisiyle yüzleşirken geçmişteki kesinlikler belirsizliklere, başarılar başarısızlıklara dönüşür. Clamence'ın itiraflarında, elini taşın altına koymadan yaşayanların, pek çoğumuzun öyküsü vardır. Onun ''düşüş''ü hepimize ulaşır. Camus'nün, burjuva ahlak anlayışını zekice alaya aldığı Düşüş, başarılı tekniğiyle de öne çıkan bir roman.
*****
''.ilkel ormanların sessizliğidir bu, ağzına kadar yüklü olan..''
(Sayfa: 9)
***
''..insan üzerinde çok düşündüğümüz zaman, primat maymunlara özlem duyduğumuz olur. Art düşünceleri yoktur onların.'' (Sayfa: 10)
***
''Fransa'da yaşarken, akıllı bir adamla karşılaştığım zaman hemen arkadaşlık kurmadan edemezdim. Ah.! Görüyorum ki, şart kipindeki bu deyişte duraksıyorsunuz. Bu kipe karşı ve genellikle güzel dile karşı duyduğum zaafı itiraf ederim. Bu zaafımdan dolayı suçluyorum kendimi, inanın. İyi bilirim ki, nitelikli çamaşır zevki insanın ayaklarının ille de kirli olmasını gerektirmez. Biçem de, poplin kumaş gibi, mayasılı gizler çoğu zaman. Eninde sonunda kem küm edenler de temiz değildir diyerek avutuyorum kendimi. Elbette, ardıç rakısı içelim yine.
(..) ''..Ama yüreğin belleği vardır..'' (..)
Paris gerçek bir göz cümbüşüdür, dört milyon siluetin oturduğu görkemli bir dekordur. Son sayımda beş milyon mu.? Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu var: fikirler ve zina. Rasgele, sanki. Onları suçlamaktan da kaçınalım hani; yalnız onlar değil, tüm Avrupa da bu durumda. Gelecekteki tarihçilerin bizim için ne diyeceklerini düşünüyorum bazen. Günümüz insanı konusunda bir tümce söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve gazete okuyordu. Bu güçlü tanımdan sonra konu biter, diyebilirim.''
(Sayfa: 11)
***
''Temiz bir yaşama razı mısınız.? herkes gibi.?'' Evet diyorsunuz doğal olarak. Nasıl hayır diyebilir insan.? ''Tamam. Sizi temizlerler. Bir iş, bir aile, örgütlenmiş boş zaman işte budur.'' Ve küçük dişler tene saldırır, kemiklere kadar yer. Ama yanlış söyledim. Onların örgütü dememeli. Bizim örgütümüz bu, eninde sonunda; Kim bizi temizleyecek.!'' (..) ''.. hepimiz her şeyde aşağı yukarıyız..'' (Sayfa: 12)
***
''.. Ben de okumuş yazmış bir insanım, yine de, yalnızca yüzünüze bakarak içimi döküyorum size.'' (Sayfa: 13)
***
''.. İnsanın karakteri olmadı mı, bir yöntem bulması gerek.''
(..) Yeni bir yüz gördüğüm zaman, bende biri bir alarm zili çalıyor. ''Yavaş olun. Tehlike var.!'' Sempatinin en güçlü olduğu zamanlar bile, tetikteyim. (..) Güvensizliği kabul etmeyen saf yürekli bir insan tanıdım. Barışçıydı, özgürlükçüydü, tüm insanlığı ve hayvanları aynı sevgiyle seviyordu. Seçkin bir ruh, evet, bu kesin. Avrupa'da, son din savaşları sırasında köye çekilmişti. Evinin eşiğine şöyle yazmıştı: ''Nereden gelirseniz gelin, hoş geldiniz, buyurun içeri.'' Sizce kim yanıt verir bu güzel davete.? Milis askerleri.! İçeri girerler evlerine girer gibi ve bağırsaklarını deşerler adamın.'' (Sayfa: 14-15)

*
''Hiç birdenbire yakınlık, yardım, dostluk ihtiyacı duyduğunuz olmadı mı.? Evet, elbette. Ben yakınlıkla yetinmesini öğrendim. Yakınlık kolayca bulunur, hem de hiçbir bağlantıya sokmaz insanı. İç konuşmadaki, ''Size yakınlık duyduğuma inanın,'' sözü hemen, ''Şimdi de başka şeylerle uğraşalım,'' sözünden önce gelir. Bu, başbakanlara özgü bir duygudur; felaketlerden sonra ucuza elde edilir. Dostluk ise daha sadedir. Uzun sürelidir ve elde edilmesi zordur, ama bir kez de elde edildi mi, artık ondan kurtuluş yoktur, gereğini yerine getirmek gerekir. Hele hele hiç sanmayın ki, dostlarınız her akşam size telefon edip dostluk gereği o akşam intihara mı karar verdiniz ya da düpedüz arkadaşa mı ihtiyacınız var, dışarı çıkacak durumda mısınız diye soracaklar. Hayır, eğer telefon ederlerse, bu, sakin olun, yalnız olmadığınız ve yaşamın güzel olduğu bir akşam vakti olacaktır. İntihara ise daha çok onlar itecektir sizi, onlara göre, kendinize karşı ödeviniz gereği. Dostlarımızın bizi çok yüceltmesinden Tanrı korusun bizi, aziz bayım. Görevi bizi sevmek olanlara, yani yakınlarımıza, müttefiklerimize (ne deyim.!) gelince, başka bir derttir bu. Gerekli sözcüğü söyler onlar, ama bu, daha çok, işlerine gelen bir sözcüktür; tüfek atar gibi telefon ederler. Ve de vururlar. Ah.! Bazaine'ler.!..''
***
(Bazaine: 1881-1888 yılları arasında yaşamış Fransız Mareşali. Çeşitli entrikalara karışmış, ölüme mahkûm edilmiş, bu ceza yirmi yıl hapse çevrilmiş, hapisten kaçmış ve İspanya'da ölmüştür.)
***
''Evet, hepimiz yatabileceğiz bir gün, bu da kurtuluş olacak. Ama kolay değil bu, çünkü dostluk dikkatsizdir ya da en azından güçsüzdür, istediğini yapamaz. Belki de yeterince istemez mi bunu.? Belki de yaşamı yeterince sevmiyor muyuz.? Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi.? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi.? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır.! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve hep daha cömertizdir.? Nedeni basittir.! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz. Bizi bir şeye yükümlü kılarlarsa, belleğe yükümlü kılar onlar, bizimse belleğimiz zayıftır. Dostlarımızda sevdiğimiz, taze ölüdür, acılı ölü, heyecanımız, eninde sonunda kendimiz.!
Çoğu zaman kendisinden kaçtığım böyle bir dostum vardı. Bizzat canımı sıkıyordu, üstelik ahlaklıydı. Ama, can çekişirken beni buldu yeniden, telaşlanmayın. Her gün ziyaretine gittim. Benden hoşnut olarak, ellerimi sıkarak öldü. Sık sık peşime düşen ve emeline ulaşamayan bir kadın genç yaşta ölüverdi. Yüreğime öyle bir oturdu ki.! Üstelik kendini öldürmüştü kadın.! Tanrım, ne tatlı telaş.! Telefon çalar, yürek taşar, cümleler kısa kesilir, ama örtülü anlamlarla yüklüdür, acı bastırılır ve hatta, evet, biraz da kendini suçlar insan.! (Sayfa: 27-29)
***
''.. Bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını vardi. Her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir akşam, kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. Canı sıkılıyordu, hepsi bu, insanların çoğu gibi canı sıkılıyordu. Böylece karmaşa ve dram dolu bir yaşam yaratmıştı kendine. Bir olayın olması gerek, insan bağlantılarından çoğunun açıklaması işte bu. Bir olayın olması gerek, hatta aşksız bir köleliğin, hatta savaşın ya da ölümün bile. O halde yaşasın ölü gömme törenleri.!..'' (Sayfa: 31)
***
''.. Eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman ve her yerde mahkûm olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masûm sanacaklardı kendilerini, aziz bayım..'' (Sayfa: 33)
***
''.. Bana öyle geliyordu ki, hiç öğrenmemiş olduğum, ama yine de çok iyi bildiğim bir şeyi, yani yaşamayı unutuyordum..''
(Sayfa: 34)
*
Avukat olduğum için konuşma sıkıntısı, askerde komedyen çırağı olduğum için de bakış sıkıntısı çekmiyordum. Sık sık rol değiştiriyordum; ama ortada her zaman aynı piyes vardı. Örneğin, anlaşılmaz bir biçimde çekilme numarası. ''Ne olduğunu bilemiyorum,'' ''Nedeni yok, çekiciliğinize kapılmak istemiyordum, aşktan bezmiştim vb.'' numarası, repertuvarın en eski numaralarından biri olsa da, her zaman etkiliydi. Ayrıca, başka hiçbir kadının size vermediği, belki de, hatta kesinlikle geleceği olmayan (çünkü çok fazla güvenceye almazdı insan kendini), ama bu yüzden yerine başkası konulamayacak gizemli mutluluk numarası da vardı. Özellikle, her zaman iyi karşılanan küçük bir söylev geliştirmiştim, eminim, alkışlayacaksınız bunu. Bu söylevin özü şu acıklı ve boyun eğen beyanda yatıyordu: Hiçbir şey değildim ben, bana bağlanmaya değmezdi, yaşamım başka yerdeydi benim, günlük mutluluktan nasibi yoktu bu yaşamın, oysa bu mutluluğu belki her şeye yeğlerdim, ama işte, iş işten geçmişti artık. Bu kesin sonuçlu gecikmenin nedenleri üzerinden esrar perdesini kaldırmıyordum, yatağa gizlerle dolu olarak girmenin daha etkili olduğunu bildiğimden. Bir anlamda zaten, söylediklerime inanıyor, rolümü yaşıyordum. (Sayfa: 46)
(..)
..kadınlardan kimileri bana zaman zaman şöyle böyle bir zevk verseler bile, kuşkusuz, birdenbire yeniden kavuşulan bir suç ortaklığından önceki hasretin hızlandırdığı o tuhaf arzudan yardım görerek, ama aynı zamanda, ilişkimizi sıkılaştırmanın ancak bana bağlı olduğunu görmek için de, o kadınlarla yeniden ilişkiye girmeye çalışıyordum ara sıra. Dahası bazen, işi başka hiçbir erkeğe bağlanmayacaklarına dair yemin ettirmeye vardırarak bu konudaki kaygılarımı kesin olarak yatıştırmaya çalışıyordum. Yine de ne yüreğin, ne de hayal gücünün bu kaygıda bir payı yoktu. Gerçekten de bir çeşit, iddialı olma alışkanlığı bende o denle somutlaşmıştı ki, durumun apaçık olmasına karşın benim olan bir kadının bir gün başkasının  olabileceğini kafamın içinde canlandırmakta güçlük çekiyordum. Ama onların bana ettikleri o yemin onları bağlarken beni özgür kılıyordu. Kimsenin olmadıkları sürece onlarla ilişkimi koparmaya karar verebiliyordum, bu ise, öteki durumda benim için hemen her zaman olanaksızdı. Böylelikle onlar yönünden, onları denetlemiş oluyordum; benim gücümse uzun zaman için sağlama bağlanıyordu. İlginç, değil mi.? Ama durum böyle işte, aziz hemşerim. Kimileri, ''Sev beni!'' diye bağırır, ötekiler, ''Sevme beni.!'' diye. Ama en kötü ve en mutsuzu olan bir bölüm de, ''Sevme beni, yine de bana sadık kal.!'' diye. Ne var ki, doğruyu hiçbir zaman kesin olarak anlayamayız, her varlıkta buna yeniden başlamak gerekir. Yeniden başlaya başlaya, alışkanlıklar edinilir. (Sayfa: 47-48)
***
Bakın, size anlattığım bütün şeylerden sonra, içim neyle doldu dersiniz.? Kendimden tiksinmeyle mi.? Ne münasebet, en başta başkalarından tiksiniyordum ben. Gerçi kendi kusurlarımı biliyor ve bunlardan yeriniyordum. Yine de, hayli övgüye değer bir inatla bunları unutmaya devam ediyordum. Başkalarının davası ise, tersine, yüreğimde boyuna sürüyordu. Kuşkusuz bu sizi şoke ediyor, değil mi.? Belki de bunun mantıklı olmadığını düşünüyorsunuz.? Ama sorun mantıklı kalmak değil. Sorun aradan sıyrılmak, özellikle de, evet özellikle de yargıdan kurtulmaktır.. (Sayfa: 56)
***
''.. Kitapların vaat ettiği, benimse hayatta hiç karşılaşmadığım aşkı başka yerde aradım..'' (Sayfa:72)
***
''.. hiç kimsenin masum olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz, oysa herkesin suçlu olduğunu kesinlikle onaylayabiliriz. Her insan başkalarının suçuna tanıklık eder, inancım ve umdum bu benim..''
(Sayfa:78)
***
(..Hepimiz suçlu olduğumuz zaman, demokrasi olacaktır..) (Sayfa:95)

14 Kasım 2018 Çarşamba

Hermann Hesse - Demian

Hermann Hesse - Demian
Roman yazan sanatçıların âdetidir hep, Tanrı süsü verirler kendilerine, şu ya da bu insanın başından geçenleri tüm ayrıntılarıyla kuşbakışı görüp kavrayabilir ve bunu sanki Tanrı kendi kendine anlatıyormuşçasına, yani tüm çıplaklığıyla, hiçbir noktası önemsiz sayılmayacak şekilde hikâye edebilirlermiş gibi davranırlar. Ben üstesinden gelemem bu işin, benim gibi sanatçılar da gelemez. Ne var ki, benim öyküm benim için herhangi bir sanatçının öyküsünden daha çok önem taşıyor, çünkü benim kendi öykümdür bu, bir insanın öyküsüdür; kafadan uydurulmuş kurmaca bir insan değil, olası bir insan, ideal ya da şu veya bu şekilde varolmayan bir insan değil, gerçek bir insan, kendine özgü ve yaşayan bir insandır bu. Gelgelelim, gerçekten yaşayan bir insanın ne demek olduğu, günümüzde her zamankinden az bilinmekte, her biri doğanın değerli ve kendine özgü eseri sayılacak insanlar, yığın yığın kurşunlanıp öldürülmektedir. Eğer kendine özgü insanlar olarak ayrı bir değer taşımasaydık, içimizden her bir bir filinta kurşunuyla gerçekten saf dışı edilebilseydi, öyküleri kaleme almanın hiçbir anlamı kalmazdı. Ne var ki, her insan yalnız kendisi değil, aynı zamanda bir benzeri daha olmayan, tamamen kendine özgü, her bakımdan önemli ve dikkate değer bir noktadır. Öyle bir nokta ki, dünyanın tüm olayları kesişir burada; bir kezliğine, bir daha asla yinelenmeyecek bir kesişimdir bu. Dolayısıyla her insanın öyküsü önemli ve dünya durdukça yaşayacak tanrısal nitelik taşır, her insan yaşadığı ve doğanın istemini yerine getirdiği sürece olağanüstüdür, her türlü dikkate ve ilgiye layıktır. Her insanda ruh bir ete, kemiğe bürünmüştür, her insanda bir canlı acı çeker, her insanda bir Kurtarıcı çarmıha gerilir.
Bir insanın ne olduğunu günümüzde bilenler fazla değildir. Pek çok kişi bunu sezmekte ve sezdiği için daha kolay ölebilmektedir; nitekim ben de bu anlatıyı kaleme aldıktan sonra daha kolay ölebileceğim.
Kendim için bilen biri diyemem; araştıran biri oldum hep ve hâlâ da öyleyim; ama artık yıldızlarda ve kitaplarda aradığım yok, kulak kabartıp damarlarımda çağıldayarak akan kanın verdiği dersleri dinlemeye başladım. Anlatacağım öykü hoş değil, düzmece öyküler gibi bir tatlılık ve uyumu içermiyor, kendilerini bundan böyle aldatmak istemeyen tüm insanların yaşamı gibi anlamsızlığa, karmaşaya, cinnete ve düşe çalıyor lezzeti.
Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır, ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık, kimi bira daha gözü kapalı. Herkes kendi doğumuna ilişkin artıkları, bir İlkçağ dünyasının sümüksü cismini ve yumurta kabuklarını sonuna dek sürükleyip götürür kendisiyle. Kimileri vardır, hiçbir vakit insan aşamasına ulaşamaz, kurbağa olarak, kertenkele olarak, karınca olarak kalır. Kimileri de vücutlarının üst yarımıyla insan, alt yarımıyla balıktır. Ama her biri doğanın insan doğrultusunda bir yaratısıdır. Çıkıp geldikleri kaynak ise ortaktır hepsinde: Anneler. Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz, ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir, ama kendimzi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.
(Sayfa: 7-8)
***
''..çok önemli bir hata af dileyerek giderilemez, her bilge kişi gibi her çocuk da bütün derinliğiyle hisseder, çok iyi bilir bunu.''
(..)
''İlk kez tadıyordum ölümü ve tadı acıydı, çünkü doğmaktı ölüm, korkunç yenilikler karşısında duyulan dehşet ve ürküntüydü.'' (Sayaf: 23)
***
''.. insan değiştiremeyeceği bir şeyi nasıl benimseyip sineye çekerse, ben de sözkonusu bekleyişler karşısında öyle davranıyordum.'' (Sayfa: 41)
***
''.. beni ilgilendiren bir şey varsa, o da kendi kendime ulaşmak için attığım adımlardır.'' (Sayfa: 54)
***
''.. İnsan yasaklanmış hiçbir eyleme kalkışmaz da yine alçağın daniskası olabilir..'' (Sayfa: 72)
***
''..
'Çok konuşuyoruz,' dedi. 'Bu zekice konuşmaların hiçbir değeri yok, hiç yok. İnsanı kendi kendisinden uzaklaştırır, o kadar. Kendi kendinden uzaklaşmak da günahtır. Yapılması gereken, insanın tıpkı bir kaplumbağa gibi kendi içine girip yerleşmesidir.'' (Sayfa: 73)
***
''.. Sanki güz ortasında bir ağacın dört bir yanında yapraklar dökülüyordu da, ağaç bunun farkına varmıyordu; ağacın üzerinden yağmur aşağılara süzülüyor, güneş ya da ayaz ağacın üzerinden gelip geçiyor, yaşam yavaş yavaş gerileyerek ağacın en iç kısmında alabildiğine dar bir bölgeye sıkışıyordu. Ama ağaç ölmüyor, ağaç bekliyordu.'' (Sayfa: 76)
***
''.. gözlerimi siyah yapraklara diktim, çözülüp dağılmanın ve tükenip gitmenin burcu burcu kokusunu hırsla, ciğerlerime doldurarak soludum, içimde bir şey cevap verdi bu kokuya, onu selamladı. Şu yaşam denilen şeyin ne kadar da yavandı tadı.!'' (Sayfa: 79)
***
''.. kendime kavuşma özleminin gözlerini içimde açmasıydı.''
(Sayfa: 86)
***
''.. Dünya benim gibilerine gereksinme duymuyor, kendilerne daha iyi bir yer buyur edip vermiyor, önlerine daha yüce ödevler çıkarmıyorsa, benim gibileri helak olup giderdi işte. Bundan doğacak zararı artık çeksindi dünya.'' (Sayfa: 87)
***
''O haftalar okumaya başladığım bir kitap, daha öncekilerin hepsinden çok etkilemişti beni. İlerde okuduklarım arasında beni böyle saran bir kitap sanırım Nietzsche dışında çıkmadı hiç. Novalis'in bir yapıtıydı, mektup ve özdeyişleri içeriyordu, birçoğunu anlamamıştım, öyleyken hepsi de inanılmaz ölçüde cezbetti beni ve bir ağ gibi sarıp kuşattı. O anda özdeyişlerden biri gelmişti aklıma, kalemi alıp portrenin altına çiziktirdim: 'Yazgı ve ruh aynı kavramın değişik isimleridir.' Bunun ne anlama geldiğini artık anlamıştım.'' (Sayfa: 94)
***
''.. İçimizde her şeyin farkında olan, her şeyi isteyen, her şeyi bizim kendimizden iyi yapan birinin bulunduğunu bilmek ne iyi.!'' (Sayfa: 97)
***
''..Üstesinden gelemeyeceğim tek şey vardı: Karanlıklarda saklı yatan amacı içimden çekip çıkararak başkaları gibi karşımda bir yere oturtmak..'' (Sayfa: 197)
***
''.. Nihayet bir parça yaşamak, kendimden bir şeyler çıkarıp dünyaya buyur etmek, bu dünyayla ilişki kurmak ve bir savaşa tutuşmak için hepsinden güçlü bir özlem duyuyordum..'' (Sayfa: 109)
***
''.. Bir kimse mutlaka bir şeye gereksinim duyuyor da, o şeyi ele geçiriyorsa, bunu ona sağlayan rastlantı değildir; kendisi, kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip ilgili nesneye götürmüştür..''
(..)
''.. Özlem, dünyaya alabildiğine içtenlikle kucak açış ve yine dünyadan alabildiğine çılgınca bir ayrılış, insanın kendi karanlık ruhuna yakıp kavurucu bir tutkuyla kulak verişi, teslimiyetteki esriklik ve harikulâdeliğe karşı derin bir ilgi..'' (Sayfa: 111)
***
''.. Müzik dinlemeyi severim, ama yalnız sizin çaldığınız gibisini, tam anlamıyla müzik, bir insanın cennet ve cehennemin kapılarını zorladığını sezdirecek bir müzik..'' (Sayfa: 112)
***
''.. İnsanların çeşitli zamanlarda kafalarından ne gibi Tanrılar çıkarıp ortaya koydukları, benim için hâlâ son derece önemli ve ilginçtir..'' (Sayfa: 115)
***
''.. Çünkü öldürmek istediğiniz, falan ya da filan kişi değil, bir başkasının kılığına girdiğiniz sizsiniz kuşkusuz. Biz bir insandan nefret ediyorsak, bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan kendi içimizde yuvalanmış birinden nefret ediyoruzdur. Bizim kendi içimizde olmayan şey, bizi kızdırmaz.''
(..)
''.. 'Dışımızda gördüğümüz şeyler' dedi Pistorius alçak sesle ' içimizdekilerin aynıdır. İçimizde taşıdığımız gerçek dışında bir başka gerçek yoktur. İnsanların çoğunun gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmesinin nedeni, kendi dışlarındaki görüntüleri gerçek saymaları, içlerindeki dünyaya ise asla söz hakkı tanımamalarıdır. Evet, bu mutlu kılabilir insanı. Ama insan bir kez işin bilincine vardı mı, çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Dostum Sinclair, çoğunluğun izlediği yol kolaydır, bizimkisi ise zor..'.. '' (Sayfa: 126-127)
***
''.. kendi düşlerimde yaşayıp gidiyorum, sen de bunu hissettin. Başkaları da düşlerde yaşıyor benim gibi, ama kendi düşlerinde değil; aramızdaki ayrım da burada.'' (Sayfa: 128)
***
''.. Masanın üzerinde Nietzsche'den birkaç kitap duruyordu. Nietzsche'yle yaşıyor, onun ruhunun yalnızlığını hissediyor, onu karşı durulamayacak gibi önüne katmış sürükleyen yazgının kokusunu alıyor ve hiç şaşmadan kendi yolunda yürüyüp gitmiş bir kimsenin geçmişte yaşadığını bilmek beni mutlu kılıyordu.'' (Sayfa: 148-149)
***
''Beraberlik güzeldir,'' dedi Demian. ''Ama dört bir yanda yeşerip boy attığını gördüğümüz durum için bir beraberlik diyemeyiz asla. Gerçek bir beraberlik yeni doğacak, bireylerin birbirlerini daha iyi tanımasından kaynaklanacak ve bir süre için dünyaya bir başka bir biçim verecektir. Şu anda beraberlik adı altında gözlemlenen şey, bir sürü oluşumudur yalnız. İnsanlar birbirlerine kaçıp sığınıyorlarsa, birbirlerinden korktukları içindir; beyler kendi aralarında birbirlerine sığınıyor, işçiler kendi aralarında, bilginler yine kendi aralarında birbirlerine kaçıp sığınıyorlar. Peki, niçin korkuyorlar birbirlerinden.? Kendi kendisiyle uzlaşamayan insan korkar yalnız. Şimdikiler korkuyorlarsa, kendi kendilerini tanımak istemediklerindendir. Kendi içindeki bilinmezden korkan bir sürü insanın oluşturduğu bir topluluk.! Kendi yaşam yasalarının bundan böyle yürümediğin, eski yasalara göre yaşadıklarını, ne dinlerinin, ne de ahlâk kurallarının bizim gereksinimlerimize uygun düştüğünü hepsi de bilmektedir. Yüz yıl, hatta ondan da uzun bir süre Avrupa yalnız okuyup araştırdı, fabrikalar, atölyeler kurdu.! Buradakiler bir insanı öldürmenin kaç gram baruta baktığını biliyor, ama Tanrıya nasıl tapınacaklarından haberleri yok. Şöyle bir saat bile nasıl memnun yaşanabileceğini kestiremiyorlar. Bir öğrenci meyhanesine gir bak şöyle.! İstersen varlıklı kişilerin gittiği bir eğlence yerine bir göz at.! Hayır gelecek gibi değil.! Sevgili dostum, Sinclair.! Bütün bu saydıklarımızdan insanın yüzünü güldürecek bir şeyin çıkması düşünülemez. Böyle ödlekçe bir araya gelen insanların içi korkuyla, hainlikle dolup taşar, hiçbiri ötekisine bel bağlamaz. İdeal niteliğini yitirmiş ideallere sarılırlar hep, ortaya yeni bir ideal koymak isteyeni de taşa tutarlar. İlerde birtakım hesaplaşmaların olacağını seziyorum. Pek yakında başgösterecek bu hesaplaşmalar, inan bana, pek yakında duyuracak sesini.! Ne var k, dünyayı 'düzeltemeyecekleri' kuşkusuz. İster işçiler fabrika sahiplerini öldürsün, ister Rusya ve Almanya birbirlerinin üzerine kurşun yağdırsın, bu yalnızca söz konusu nesnelerin el değiştirmesine yarayacaktır. Eninde sonunda bugünkü ideallerin değersizliği anlaşılacak, taş devrinden kalmış Tanrıların hesabı görülecektir. Şimdiki durumuyla bu dünya ölmek istemekte, yokolmak istemektedir ve isteğine de kavuşacaktır.''
''Peki biz ne olacağız.?'' diye sordum.
''Biz mi.? Belki biz de ötekilerle birlikte yokolup gideriz. Bizleri de öldürebilir, ama bu yoldan işimizi bitiremezler. Bizden geride kalacak şeyin ya da bizlerden hayatta kalacakların çevresinde geleceğin istemi toplanacaktır. Bizim Avrupa'nın teknik ve bilim panayırıyla bir süre için baskı altında tuttuğu insanlığın istemi kendini açığa vuracaktır günün birinde. İşte o zaman insanlığın isteminin bugünkü toplumların, devletlerin, ulusların, derneklerin ve kiliselerin istemiyle asla ve hiçbir yerde özdeş sayılamayacağı anlaşılacaktır. Doğanın insanla güttüğü amacın, tek tek insanların, yani senin ve benim içimize yazıldığı görülecektir. İsa'da yazılıydı, Nietzsche'de yazılıydı. Günümüzdeki toplumlar yıkılıp gittiği zaman sözünü ettiğimiz yeni akımlar için yer açılacak ve bu akımlar kuşkusuz her gün yeni bir görünüm taşıyacaktır.'' (Sayfa: 152-153)

Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir - Bilge Karasu (Mustafa Arslantunalı)

Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir - Bilge Karasu (Mustafa Arslantunalı)
Kendim olmak diye bir kaygım yok galiba. (Gülerek) İşte nasıl yazıyorsam öyleyimdir diyorum herhalde. Bu da yine imgelere getirecektir bizi ama, kendim olmak diye bir kaygım yok, onu anlatmak çok güç. Nasıl tasarlıyorsam, nasıl yazıyorsam öyle oluyor. Kendim olmak, başka bir şey değil ki, çünkü onun dışında, onun ötesinde bir 'kendimlik' yok ki, kendimlik burada söylediğimde, yazdığımda, yaptığımda. (Sayfa: 32)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...