10 Kasım 2018 Cumartesi

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

Sevda Sözleriyle Dolu Mektuplar - Erdal Öz
Sayfa: 8-11
*
(..)
On Üç Günün Mektupları, -okuyunca göreceksiniz- ileride bir gün yayımlanacağı düşünülerek yazılmış mektuplar duygusu vermiyor. Çünkü bu mektuplar, Cemâl Süreya'nın '72 Temmuz'unda 41 yaşındayken yazdığı mektuplardır. Belli ki çok kişisel, çok özel mektuplar.
Aşk dolu mektuplar.
Aşk mektupları, bir tür yazılı sevişmedir.
Bu mektuplar, belki cinselliğin ağır basmadığı mektuplar. Ama başka türlüsü de olamazdı. Çünkü hastanede ölümcül bir ameliyata yatmış olan sevgiliye yazılmış mektuplar bunlar. Sevdiği kadına yaşama sevgisi aşılamaya çalışan, güç veren, güven veren, sevgi yüklü mektuplar.
*
Şiirimizin son döneminin en büyük ustalarından biri olan Cemâl Süreya'nın, on üç gün boyunca aralıksız yazdığı bu mektuplara, aslında tek ve uzun bir mektup gözüyle bakmak daha doğru. Biçimsel açıdan Oscar Wilde'ın De Profundis'i gibi.
Gündelik yaşamın sıkıntıları içinde, bir yandan yaşam kavgası verirken, bir yandan da bütün boyutlarıyla şiiri yaşayan dar gelirli devlet memurunun uzun bir aşk mektubu.
On Üç Günün Mektupları'nı Zuhal Tekkanat, yayımlanması için bana getirdiğinde önce çok sevinmiş, sonra da çok tedirgin olmuştum. O gün Zuhal Hanım, bu mektupların yazılış öyküsünü de anlatmıştı bana. Çok ilginçti. Bir kere bu mektuplar, Cemâl Süreya'nın yazdığı mektuplar arasından seçilip derlenmiş mektuplar değildi. Bir tek kişiye yazılmışlardı. Sevgiyle yazılmışlardı. Ve on üç gün boyunca aralıksız yazılmışlardı. Korunması, bir çiçek gibi koklanması, saklanması gereken mektuplardı.
Ölümünün üzerinden daha bir yıl bile geçmemişken, yakın dostum olmasa da, çok eskiden beri tanıdığım, sevdiğim, şiirlerine vurgun olduğum Cemâl Süreya'nın bir dönem karısı olmuş Zuhal Tekkanat'a on üç gün boyunca yazdığı bu çok özel mektupları yayımlamam, ortaya çıkarmam doğru olur muydu.?
Mektupların tümünü okuyunca tedirginliğim geçti. Başkalarının da bu güzel mektupları okuması gerektiğine inandım. Açıklanmasıyla, herkesçe bilinmesiyle Cemâl Süreya'nın değerine, kişiliğine, anısına gölge düşürecek hiçbir sakıncalı şey yoktu bu mektuplarda.
Şiirimizin bu büyük ustasının -bence büyük bir düzyazı ustasıdır- mektup türünün en güzel örneklerini verdiği, düzyazı alanındaki ustalığını hangi boyutlara götürdüğü açısından, özellikle de Cemâl Süreya şiirini inceleyecek olanlara önemli bir kaynak olacağını düşünerek bu mektupların yayımlanmasının yaralı olacağı kanısına vardım.
*
On Üç Günün Mektupları'nın yazılış öyküsünü de kısaca anlatmalıyım.
Cemâl Süreya, ilk eşi Seniha Hanım'dan ayrılmıştır. Bu ilk eşinden Ayçe adında bir de kızı vardır.
1967 yılı ilkbaharında İstanbul'da, Beyoğlu'nda, Çiçek Pazarında, Türk Edebiyatçılar Birliği Lokalinin açılış töreninde Cemâl Süreya, Zuhal Tekkanat'la karşılaşır. Zuhal Hanım, bu tanışmayı ve ötesini şöyle anlattı bana:
''Gece kalabalık ve neşeliydi. Bir ara Cemâl Süreya yanıma yaklaştı ve ''Benimle evlenir misin.?'' dedi. Yakınlaşmayı çok iyi bilen biri olduğu için önceleri kaçtım ondan. Daha sonra rastlaşmalarımız, yakın duygusallığımız, nişan yüzüğünü Kapalıçarşı'da bir çayhanede takmışlığımız, altı ay sonra yıldırım nikâhıyla noktalandı. Nikâh tanıklarımız: Muzaffer Buyrukçu ile Tevfik Akdağ idi. Ercüment Uçarı da tek konuğumuzdu. Evimizin gecelerini Ülkü Tamer, Gülsen Tuncer, Muzaffer Buyrukçu süslerdi.''
Zuhal Hanım'ın da ikinci evliliğidir bu. Tıpkı Cemâl Süreya gibi onun da ilk eşinden İçsel adında bir kızı vardır.
Sonra Cemâl-Zuhal evliliğinden Memo Emrah adlı bir oğul dünyaya gelir. Bu mektuplar boyunca Cemâl Süreya'nın bu oğula düşkünlüğü açıkça görülecektir.
Memo adını, Cemâl Süreya, çocuk daha doğmadan koymuştur. Bunu, daha önceki mektuplarından çıkarıyorum:
Cemâl Süreya, o sıralarda Ankara'da Maliye Tetkik Kurulu'nda görevlidir. Zuhal Hanım ise İstanbul'da, Sosyal Sigortalar Kurumu'nda, muhasebe bölümünde çalışmaktadır.
Cemâl Süreya'nın gerçek adı Cemâlettin Seber'dir. Cemâl Süreya adı, onun yazarlık adıdır.
Zuhal Seber de şiirler yazıp yayımlamaktadır; o da şiirlerinde Elif Sorgun adını kullanmaktadır.
Sonunda Memo Emrah doğar.
Aradan üç yıl geçer. Zuhal Seber'in ağır bir ameliyat geçirmesi gerekir. Cemâl Süreya İstanbul'a gelir. Kadıköy yakasında, Mühürdar'daki evlerinde Memo Emrah'la kalır. Zuhal Hanım, sonu belki de felçle bitecek o ağır ameliyatı başarıyla atlatır. İyileşir. Hastaneden çıkar.
Zuhal Hanım'ın hastanede kaldığı bu on üç gün boyunca, Cemâl Süreya, her yerde, bulduğu her köşede oturur ona mektuplar yazar. Sonra ziyaret günleri onu görmeye gider, yazdığı mektupları ona bırakır. Hastaneden çıkar çıkmaz da yeni bir mektuba başlar. Tam on üç gün sürer bu mektup yazma işi.
Bu kitaba On Üç Günün Mektupları adını Zuhal Hanım düşündü.
Mektupları tarih sırasına göre yayımlarken, Cemâl Süreya'nın çok güzel, çok kişilikli elyazısını da olduğu gibi kitaba almadan edemedim.
Mektuplar, Türk Dil Kurumu'nun, 40. yıldönümü dolayısıyla bastırıp üyelerine dağıttığı, bloknot sayfalarına yazılmış. Her sayfanın üstünde Türk Dil Kurumu'nun basılı başlığı var.
Okuyunca göreceksiniz, Cemâl Süreya sürekli bir kız çocuğu özlemindedir. Bu doğmamış kızının adını da koymuştur: Elif Zeyno.
Baştan sona Sevda Sözleri'yle dolu bu güzelim mektupları günışığına çıkardığım için mutluyum. Edebiyatımızda büyük bir yeri olan Cemâl Süreya'nın önemli bir yapıtı olarak bakıyorum bu kitaba.
💌💌💌💌💌💌💌💌💌💌
12 Temmuz 1972
*
Zuhal'im, hayat.!
Hayatımsın.
Bunu bilmeni istedim. En önce bunu bilmeni.

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

Şimdi yeni bir şiirim var, bitmemiş. Onda şöyle iki dize var:
*
Dinle küçük bir kız söylüyor
Koparmasınlar beni koparmasınlar beni.
*
Hadi iki dize daha ekleyeyim buna:
*
Dinle Pir Sultan Abdal söylüyor
Sesinde gökyüzü ve binlerce ipekböceği.
*
(..)
Sevmek ne uzun kelime.!
*
Derin deniz mavisi.
*
Ne zaman geleceksin.?
(..)
Sevgilim, ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim.
Elimde uçuk mavi bir kalem, cebimde iki paket cıgara,
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz."
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere,
O gülün yüzü gülmüyor sensiz.
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropda ve şurda burda
Memo'nun oyuncak sepeti uykularda
Mavi gece lambası hevessiz
Kapı diyor ki açın beni, kapayın beni
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
Radyo desen sessiz
Tabure sandalyelardan çekiniyor
Küçük oda karanlık ve ıssız
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni
İçeri girmeni
Senin elinin değmesini
Gözünün dokunmasını,
Ve her şey tekrarlıyor
Seni nice sevdiğimi.
*
(Sayfa: 71-74)

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

''.. Sen yokken ben bardağı bile mutfağa götüremiyorum. Tırnaklarımı bile kesemiyorum, bilesin bunu..''
(..)
''Sevgiler içinde Zuhal sevgisi.'' (Sayfa: 77)
***
''İnsan bazı şeyleri geç keşfediyor. Meğer tam Okmeydanı dolmuş durağının önünde bir kahve varmış. Zemin (yani bodrum) katta olduğu için şimdiye dek görmemişim. Oysa 13 gündür, hastaneye gelmeden, oturup mektuplarımı yazacak bir yerin ne kadar sıkıntısını çekmiştim. Bayağı bir sorun olmuştu bu benim için. Kadıköy'deki kahvede mi, Nahit'in Karaköy'deki odasında mı, yoksa Şişli'de bir pastanede mi oturmalıydım. Ama, işte, bir pınar gibi buldum o kahveyi. Kahve deyip geçme, önemlidir. Ve oturup hep aynı yerde yazmak eğilimi vardır bende. Evde ya da dairede masamın yeri değişse düzenim bozulur. Kolum kanadım kırılmış gibi olur. Bir süre gerçek havama giremem. Daha tuhafını söyleyeyim, hep aynı tuvalete gitmek isterim. Sinemada aynı koltuklar çeker beni. İnsanlarda da öyle. Yeni biri, yeni bir arkadaş sıkar beni. Neler konuşabilir insan yeni bir kişiyle. Yeni bir kişiyle dost olunabilir mi.? Bu yüzden diyorum ki insan anılarıdır. Kabul edeceğim tek yeni kişi Elif Zeyno olabilir. O da yeni sayılmaz; bizim (senin, benim, Memo'nun) yeni bir biçimlenişi, yeni bir dirim kazanması belki.
*
Selâm ona.
*
Selâm sana. (Sayfa: 79)
***
''Eskiden de hep gelip bu masaya otururdum. Sondan bir masa bırakarak en uçta oturmak. Huyumdur benim..''
(..)
Seni doyurmak.
Seni giydirmek.
Seni uyutmak.
Seni güldürmek.
Seni yaşatmak. (Sayfa: 83)
***
''.. Anılarla düşler iç içe gelişir. Birbirinden ayrılmaz. Düşler anıların kız çocuklarıdır. Sen yaprak bakışlı küçük kız, eğil bir yol öpeyim yanağından.
*
''Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de. (Aragon)
*
Bizi bir kamyona doldurdular.
Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü. Memo'ya ve sana duyduğum sevgide bu ölümleri de, bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin. Aşkımın tandırdan yeni çekilmiş bir yufka gibi her dem sıcak ve taze olduğunu anlamalısın. Yüksek öğrenim yıllarında Başkent sokaklarında ceplerimi ellerimle doldurarak yürürken ilerde bir karım olacağını, çocuklarım olacağını düşünürdüm. Yüzsüz, bedensiz bir şeydi bu kadın; bir gölge gibi düşlerimin arasından sıyrılır, geçer giderdi zaman zaman. Sensin o kadın. O çocuklar Memo ile Elif. Annemle babam Bilecik'te Şoşa'nın yanında yanyana iki mezarda uyuyorlar. Annem 1938'de, babam 1957'de öldü. İki ölüm arasında 20 yıllık bir ara var. Ama işte ikisi de yanyana yatıyor. Birgün gidelim. Gidelim mi.? Büyükannemle Hasan amcam da şu koyu yeşilliğin altındalar. Ama yanyana değiller. ''Sizin hiç babanız öldü mü.?''
*
Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız.
Biz kahkahamızı da gizleriz.
Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız.
*
Seni Seviyorum.
*
(Sayfa:85-87)
***
(..)
Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
*
Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.
*
Günümüz ekmeğimiz, türkümüz
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Trenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.
*
Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi.?
Üstüne titrrediğimi.?
*
Geldiğimi.?
Gittiğimi.?
*
Hadi.! (Sayfa: 93)
*******
''Sana o kadar alışmış, seni öyle sever olmuşum ki bunu şu birkaç günlük ayrılıkta daha da iyi anladım.''
(..)
''Hadi, bekle beni.
Sevgilerle gözlerinden öperim.
Şiir yazıyor musun.?'' (Sayfa: 97)
***
''Ne incesindir sen. İncelikler güldestesi dense yeridir.''
(Sayfa: 102)
***
''Burda hava son günlerde oldukça serin.. Buna sensizlik ve Memo'suzluk da ekleniyor. (Memo kimdir.? Atamdır, Memo'mdur. Kırmızı beresiyle o küçücük çobandır. Muhammed'lerin en proleteri ve en uzun donlusudur. Ve boynu kısa, pençe elli bir İsa'dır, çetin bir Musa. Kısacası, benim Bünyamin'im.) Sen kimsin.? Şirin'sin, Elif'sin yaralı Mahmud'um ak bakışlı çeşmesin. Öylesin. Çok seviyorum seni. Yakında bitecek ayrılık günleri..'' (Sayfa: 106)
***
''Şiir yaz. Şiirdir kişiyi kurtaran bu karanlık, bu yalnızlıkla, berbatlıklarla dolu evrende. Bir de sevgiler kurtarabilir: bu Memo Sevgisi, Elif sevgisi..
Kuş kanadı, at soluğu, ana sütü..
Bir kızım olsa, üçüncü cemrenin ılıklığında..
Adını ne koyardık bir kızımız olsa.
Ve ne gibi bir filmden dönüşte olurdu bizim kızımız.
Hadi.'' (Sayfa: 109)
***
''Kadınım.
Çayı en güzel sen demlersin.'' (Sayfa: 110)
***
''Hadi, canım, arkadaşım, altınım, Darphanem.
Mektuplar biter, yollar uzar, özlemler büyür.
Burda duman, orda sis.'' (Sayfa: 113)
***
(..
''Üçüz biz.''
Mutluluğu görmeliyiz. ''Gözüz''. Değil miyiz.?''
(..)
''Beş on satır karaladık
Şaire saydılar bizi.''
Eluard'ı okuyorsun değil mi.? Arada sırada dizeler düşürüyorsun değil mi.? Bir mutluluk hastalığıdır bu şiir. Kırılan dalın türküsüdür. Ne roman ne öykü, bana her çeşidinden şiirler getir yolcu.! Temiz, tertemiz olayım; serin, sepserin olayım; burkulursam burkulayım..
Saparsan sen sap ey iç temizliği.!
İşte biz, iki delikanlı, oğlun ve ben, başkentin bir köşesinde durmuşuz, sana sevgiler, özlemler, bozkır çiçekleri yolluyoruz.
İşte sevgili Elif, yitirdiğini sandığın gülü aslında elinde tutmaktasın. Bu böyle ya, neden hâlâ susmaktasın.?''
(Sayfa: 117)

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

''Sen birinci hamura basılmış dokuz punto beyaz karaktersin.
Alınyazımsın, daha doğrusu alınyazımın tek okunaklı yerisin.
Koru beni.
Ve güven bana.
Güvenildikçe yaşarım ben.
Ya güvenmezsen.?
O zaman da gider Cumhuriyetçi Güven Partisi'ne girerim. Yani kolumu kanadımı kırarım. Ölürüm yani.
Sana Ankara'dan Memo Emrah kokusu ve Cemâl Süreya soluğu.
Elif'imiz, günümüz, gecemiz, her şeyimiz.
Kaçız biz.?'' (Sayfa: 120-121)
***
''.. Ölüm bu, kimsenin bağışıklığı yok.'' (Sayfa: 125)
***
''Biletim öldü;
Gömleğim kirli.'' (Sayfa: 128)
***
''Seni çok özledim. Senin değerini, benim için ne ifade ettiğini senden uzakta daha iyi anlıyorum. Sen hikâye gibi ütü yapar, piyes gibi çay kaynatırsın. İncir kuşlarını hatırlatan bir sesin vardır. Ne kadar memnunum, ne kadar keyifliyim senden dolayı, bir bilsen.'' (Sayfa: 137)
***
''İstanbul bir özlem halinde masmavi akıyor içimde, seninle karışık. Seni nerelere götüreceğim. Sana neler alacağım. Dağlar var dağlardan yüce. Şöyle bir adam görüyorum: kumar oynuyor. Şiirle doluyorum.
(..)
bir bardak çay i çin
zencefil
zenci fil
inci fil
filelması.'' (Sayfa: 138)
***
''Sana rastlamak, mutluluktu; sana sahip olmak başka bir şey başka bir ad bulmak gerek; ''içine taşınması'' gibi bir şey insanın.'' (Sayfa: 139)
***
''Hadi gözlerinden her türlü tanımın üstündeki özlem duygularımla öperim.
Memo'mu bağrıma basar öylece kalırım.
Yakında görüşmek üzere.
Hadi. '' (Sayfa: 141)
***
''Seni nice sevdiğimi biliyorsun. Bilmiyorsan, ya da unutmuşsan, söyle, söylediklerimi yeniden yeniden tekrarlayayım.''
(..)
''Unutma: yalnız ikimiz. Her şeyde bu.'' (Sayfa: 146)
***
''O şarkılar, türküler söylediğimiz günü bir türlü unutamıyorum. Aşkımsın. Yalnız seni sevmişim hayatta. Yalnız seni seviyorum. Yalnız seni seveceğim.
*
Günler geceler..
*
Dağlar ovalar..'' (Sayfa: 149)

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

''Şiirin çok beğenildi. Cahit Külebi'ye göre o sayının en güzel şiiri o. Bu yüzden ''kuşa çevrilmiş'' falan diye üzülme. Ben onun gereksiz kısımlarını çıkardım, o kadar. Biliyorsun, şiir, her planda büyük bir ayıklama işidir. Ayıklamadan, atmadan soylu şiir ortaya çıkmıyor. Eluard'ın şiirlerinde görmüyor musun bunu.?
(Sayfa: 153)
***
''Ağzımın tadı.!
Nicesin.?''
(..)
''Tavşan aralığı,
Yurdumsun.!''
(..)
''Vagon gelincik tarlalarının arasından geçmeğe başladı. Kıpkırmızıydı hepsi de. Sana o kırmızıların tadını, tazeliğini, ileriye dönüklüğünü, kalabalıklığını gönderdim. Almadın mı.? Sen ki sümbülsün, leylaklaştın, ama haklı olarak manolya olmayı her zaman yadsıdın. Elif'sin sen, anısın ve geleceksin, gerçeksin ve düş. Şiirin takma adı, devrimin ağaç altı, alnımın yazısı. Evet, sende ıhlamur kokusu, bende tarçın kokusu. Yapıtlarını deniz kıyısında birbirine karıştıran iki eski uygarlık gibiyiz.''
(Sayfa: 154-155)
***
''Ey Ankara, Ankara. Bütün sevdiklerim İstanbul'da.!
Biraz yağmur yağıyor: için için.
Ey düzyazı, sen ancak uçağa binebilirsin.!
Biletim öldü;
Gömleğim kirli.
Hadi, gözlerinden öperim.
Resim yapmak istiyorum: kendi ölümümün resmini.!''
(Sayfa: 157)
***
''Biliyor musun başkentim nedense
Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de,
Sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun
Bense acılarıma yeterince
*
Tek boynuzlu yapılar arasında
İki katlı ve gözlüklü hayırevi
Dayandım ak bedenine öptüm öptüm
Aşkım değilsen haber ver benzerimi.!
(Sayfa: 161)

2 Kasım 2018 Cuma

Sylvia Plath - Sırça Fanus


Arka Kapak
*
Sylvia Plath'ın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı ve ilk kez 1963 yılında, ölümünden bir ay önce, başka bir isim altında yayımlatmayı başarabildiği Sırça Fanus, o günün olduğu kadar bugünün insanının da metropol yaşamındaki yabancılaşmasını anlatan modern bir klasik haline gelmiştir. 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesi Sylvia Plath'ın başyapıtı 50 yılı aşkın bir süredir okurları etkilemeye devam ediyor.
*
''Neşeli, hüzünlü, yalın, parlak ve doğal. En üstün niteliğiyse şaşırtıcı derecede dolaysız oluşu, tıpkı güpegündüz çekilmiş bir dizi fotoğraf gibi.''
*
-Time

Sessizlik bunaltıyordu beni. Sessizliğin sessizliği değildi bu. Benim kendi sessizliğimdi.'' (Sayfa: 23)
*
''.. Geceyle gündüz arasında birdenbire kayan ve hiç bitmeyecek olan bir üçüncü zaman diliminde yaşadığımız duygusuna kapılmıştım.'' (Sayfa: 25)

''Bu hain kentin seni üzmesine izin verme.'' (Sayfa: 43)
***
''..Birlikte kusmak kadar insanları birbirine yakınlaştıran bir şey yoktur.'' (Sayfa: 48)
***
''..Simsiyah bir uykunun derinliklerinden yukarıya doğru yavaşça yüzdüm..'' (Sayfa: 53)
***
''.. İşte şimdi yatağımda sırtüstü yatarken, Buddy'nin o soruyu soruşunu canlandırıyordum kafamda: ''Şiir nedir Esther, biliyor musun.?''
''Hayır, nedir.?'' diyordum.
''Bir parça toz.''
Sonra, tam gülümseyip gururlanmaya başlarken,''Senin kesip biçtiğin kadavralar da öyle,'' diyordum. ''Tedavi ettiğini sandığın insanlar da o kadar toz. Toz ne kadar tozsa onlar da o kadar toz. Sanırım iyi bir şiir o insanların yüzünün toplamından çok daha uzun yaşar.'' (Sayfa: 60)
***
''.. bir milyon yıllık evrim, diyordu acı acı, ve hâlâ hayvandan farkımız yok..'' (Sayfa: 83)


''.. Bir kadının bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa bir erkeğin biri temiz, öteki kirli iki yaşantısı olabileceği düşüncesi beni çileden çıkarıyordu.'' (Sayfa: 85)
***
''Hep aynı şey oluyordu.
Uzaklarda kusursuz bir erkek görüyor ama o erkeğin yakına gelir gelmez hiç de uygun biri olmadığını anlıyordum.'' (Sayfa: 87)
***
''Eğer iki karşıt şeyi aynı anda istemek nevrotiklikse ben tepeden tırnağa nevrotiğim. Hayatımın geri kalan kısmını karşıt şeylerin birinden öbürüne uçmakla geçireceğim.'' (Sayfa: 99)
***
''..kolları güçsüz antenler gibi sallanıp duruyordu..''
''..Gökyüzünün kocaman gri gözü de bana bakıyordu..''
(Sayfa:101)
***
''İki yanımda insanlar ve ağaçlar bir tünelin karanlık duvarları gibi geriye doğru akarken, ben tünelin ucundaki durgun, parlak noktaya, kuyunun dibindeki çakıla, annesinin karnında gizlenen tatlı, beyaz bebeğe doğru hızla atılıyordum.'' (Sayfa: 102)
***
''Her şeyi birden, ilk ve son kez yapıp kurtulmak istiyordum.''
(Sayfa: 133)
***
''Doktor Gordon başımın iki yanına birer metal plaka yerleştirdi. Sonra onları klipslerle, alnımı sımsıkı saran bir banda tutturdu, bana da ısırmam için bir tel verdi.
Gözlerimi yumdum.
İçeri çekilen bir soluk gibi kısa bir sessizlik oldu.
Sonra bir şey eğilip beni kavradı ve dünyanın sonu gelmiş gibi sarstı. Mavi ışıklarla çatırdayan havada tiz bir çığlık yankılanıyordu ve her parlamada büyük bir sarsıntı beni yerden yere vuruyordu, bir an kemiklerimin kırılacağını ve yarılmış bir bitki gibi özsuyumun akıp gideceğini sandım.
Bunu hak etmek için ne yaptığımı merak ediyordum.'' (Sayfa: 149)
***
''Romalı bir düşünüre nasıl ölmek istediğini sorduklarında damarlarını ılık banyo içinde kesip açacağını söylemişti. Bunun kolay olacağını sanıyordum, küvete uzanıp bileklerimde çiçeklenen kızıllığın berrak suyun içinde dalga dalga kabarışını izleyerek gelincik rengi köpüklerin altına kayıp uykuya dalacaktım.
Ama iş bunu yapmaya gelince, bileğimin derisi gözüme öylesine beyaz ve savunmasız göründü ki bir türlü yapamadım. Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da baş parmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, daha başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşılması çok daha güç bir yerdeydi.'' (Sayfa: 153-154)
***
''Bir dalga bir el gibi geri çekildi, sonra ilerleyip ayağıma dokundu.
(..)
Beyaz köpüklü ağzıyla ikinci bir dalga ayaklarımın üzerine yığıldı ve soğuk, ölümcül bir sancıyla bileklerimi kavradı.
Bedenim böyle bir ölümden korkakça irkildi.'' (Sayfa: 159)
***
''Başımı kaldırıp gözlerimi kısarak parlak mavi bir tabak gibi uzanan denize baktım -kirli kenarları olan parlak mavi bir tabak. Taşlı kıyıdan bir mil kadar uzakta iri, yuvarlak, gri bir kaya, kafasını br yumurtanın tepesi gibi sudan dışarı uzatmıştı.'' (Sayfa: 161)
***
''Durumun ne kadar umutsuzsa, seni o kadar uzağa saklamaya çalışırlar.'' (Sayfa: 166)
***
''Bir insan topluluğuyla konuşmaktan nefret ederim. Bir toplulukla konuşurken her zaman içlerinden bir tanesini seçip sözlerimi ona yöneltirim ve konuştuğum sürece ötekilerin de gizliden gizliye bana bakıp hakları olmadan dinledikleri duygusuna kapılırım. Nefret ettiğim bir şey daha varsa, o da insanların kendinizi berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup, 'iyiyim,' demenizi beklemeleridir.
''Berbat hissediyorum.''
(Sayfa: 183)
***
''.. nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris'te bir sokak kafesinde ya da Bangkok'ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım..''
(..)
''.. ırmağın suları dokunulmamış bir içki gibi yanımdan geçip gitmişti..'' (Sayfa: 192)
***
''Bir defasında Protestan Kilisesi'nin o hiç hoşlanmadığım papazını bile getirmişlerdi. Adam yanımda olduğu sürece müthiş tedirgindi, benim iyiden iyiye keçileri kaçırdığıma hükmettiğinin farkındaydım, çünkü ona cehenneme inandığımı ve benim gibi ölümden sonra yaşama inanmayanların öldükten sonraki cehennemi kaçıracakları için ölmeden önce cehennemde yaşamak zorunda olduklarını ve kim neye inanıyorsa öldüğü zaman başına onun geleceğini söylemiştim.'' (Sayfa: 209)
***
''Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.''
(..)
''Belki de unutkanlık, kar gibi her şeyi örtüp susturmalıydı.''
(Sayfa: 244)
***
''.. İkinci bir kez doğanlar için de bir dinsel tören olmalı, diye düşünüyordum. Yamanıp lastikleri değiştirilmiş ve tekrar yola çıkmaya uygun olanlar için bir tören..'' (Sayfa: 251)

Anton Çehov - Vişne Bahçesi

Arka Kapak
*
Rusya'da 19. yüzyılın ortalarında toprak köleliği kaldırılmış, burjuvazi yükselişe geçmiştir. Vişne Bahçesi ülkede değişen toplumsal, politik ve ekonomik düzenin gerçekliğiyle yüzleşemeyen aristokrat bir ailenin dokunaklı portresidir. İçinde büyük bir vişne bahçesinin bulunduğu aile çiftliğinin borçlar nedeniyle satılması söz konusudur. Çiftlik sahiplerinin çocukluk anılarıyla birlikte, vişne bahçeleri de geçmişte kalmıştır artık. Yeni düzen karşısında kararlı davranıp mülklerini ellerinde tutmaktan acizdirler. Vişne Bahçesi, 1904 yılında Moskova Sanat Tiyatrosu'nda Stanislavski tarafından sahneye kondu. Çehov yapıtının ''komedi, hatta yer yer fars'' olduğunu vurgulasa da, Stanislavski oyunu ''trajedi'' olarak ele almakta ısrar etmişti. Stanislavski o güne dek aşırı duygusal olan Rus tiyatrosuna doğal ve gösterişten uzak bir anlatım getirmesiyle ünlenmiş olsa da, Çehov'un kendi oyunları için istediği yalınlığı ve doğallığı yakalayamamıştı. *
''.. Ah çocukluğum benim, o lekesiz yıllar.! Bu odada uyur, buradan bahçeye bakardım, her sabah mutluluk da uyanırdı benimle..'' (Sayfa: 22)
***
''.. Sizi bir çift sözle rahatsız etmek istiyorum..'' (Sayfa: 33)
***
''.. Kim bilir.? Ve ne demektir ölüm.? Belki insanın yüz duygusu var da, insan öldüğünde bunlardan bizim tanıdığımız beş tanesi ölmektedir de, öteki doksan beş tanesi canlı kalmaktadır.''
(..)
İnsanlık, sahip olduğu güçleri yetkinleştirerek ileriye doğru gidiyor. Onun bugün akıl erdiremediği şeyler, bir zaman gelecek, elle tutulurcasına anlaşılır olacaktır; fakat çalışmalıyız, gerçeği arayanlara tüm gücümüzle destek olmalıyız. Rusyamızda şimdilik çok az kişi çalışıyor. Benim tanıdığım aydınların büyük çoğunluğu hiçbir şey araştırmaz, hiçbir şey yapmaz ve şimdilik kıllarını bile kıpırdatmazlar. Kendilerini aydın diye adlandırırlar ya, hizmetçi kadını ''sen'' diye çağırır, köylülere hayvana davranır gibi davranırlar. Doğru dürüst öğrenim görmezler, ciddi hiçbir şey okumazlar, hemen hemen hiçbir şey yapmazlar, bilimin sadece sözünü ederler, sanattan pek anlamazlar. Hepsi ciddidir, hepsinin yüzünden düşen bin parçadır, ciddiyet konusunda hiçbiri burnundan kıl aldırmaz, durmaksızın felsefe yaparlar.. Ama tüm bu aydınların gözleri önünde işçiler çok kötü beslenmekte, yastıksız uyumakta; tahtakurularının cirit attığı, leş kokulu, rutubetli, ahlaksızlığın hüküm sürdüğü tek göz odalarda otuz kırk kişi barınmaktadırlar. Nereye baksak karanlık, rutubet, ahlaksızlık.. Ve çok açık bir şey ki, bizde tüm iyi konuşmalar, sadece ve sadece başkalarını ve kendimizi kandırmak içindir. Gösterin bana, üstünde o kadar çok ve sık çene çaldığımız çocuk yuvalarımız hani nerde.? Nerde okuma salonlarımız.? Sadece romanlarda rastlıyoruz bunlara. Gerçek yaşamda kırıntıları bile yok. Var olan sadece pislik, bayağılık, Asyalılık.. Asık suratlardan korkarım ben, sevmem onları, ciddi konuşmalardan ben korkarım. En iyisi susalım.! (Sayfa: 44-45)
***
''.. Ey doğa, ey olağanüstü varlık, sonsuz bir aydınlıkta parlarsın, olağanüstü bir güzellikle ve umursamazca.. Ey kendisine anne dediğimiz; benliğinde yaşamın varlığını ve yokluğunu birleştirirsin. Can veren de, yok eden de sensin..'' (Sayfa: 45)
***
''.. bahçenizdeki her bir vişneden, her bir yapraktan, her bir ağaç gövdesinden size insanların baktığını hissetmiyor musunuz; seslerini işitmiyor musunuz onların.. Hepinizi, bugün yaşamakta olanlarınızı ve daha önce yaşamış atalarınızı, canlı insanların mülkiyetine sahip olmak çarpıklaştırdı.. Ve böylece, anneniz, siz ve dayınız, başkalarının hesabına, borç karşılığında, kapınızın eşiğinden bile içeri sokmadığınız başka insanların sırtından yaşadığınızın farkında bile değilsiniz..'' (Sayfa: 50)

1 Kasım 2018 Perşembe

Anton Çehov - Martı

Anton Çehov - Martı
Arka Kapak:
*
Çehov 1895'te tiyatro eleştirmeni ve dramaturg A.S Suvorin'e yazdığı mektupta Martı'dan şöyle söz eder:
''Üç kadın, altı erkek karakterin yer aldığı, manzaralı (göl görünecek arkada) dört perdelik bir komedi; bolca edebi lakırdı, az aksiyon, seksen kilo kadar da aşk.. Tüm dramaturji kaidelerinin aksine piyes forte başlayıp, pianissimo bitecek.''
Gerçekten de bu oyunda 19. yüzyılın geleneksel olay örgüsünü tersyüz etmiş, tıpkı Martı'daki genç oyun yazarı Treplev gibi, yeni biçimler keşfetmiştir. Gerçek hayata öykünerek dünyevi, gündelik ve sıradanla, önemli ve ciddi olanı yan yana getirmiştir. Oyunun karakterleri kendileriyle, hayattan beklentileriyle, özlemleriyle fazlasıyla meşguldür. Hepsi de başarı, mutluluk ve bütünlük arayışındadır. Onlarda ağır basan başka bir yerde olma özlemi; fırsatların boşa harcandığına, umutların boşa çıktığına dair bir duygu Çehov'un başlıca karakteristiğidir.
Anton Çehov - Martı
''..Hayatımı, bitmez tükenmez kuyruğu olan bir elbise gibi sürüklüyorum sırtımda..'' (Sayfa: 28)
Anton Çehov - Martı
''.. Bugün bu martıyı öldürmek alçaklığında bulundum. Onu ayaklarınızın dibine bırakıyorum.'' (Sayfa: 37)
***
''.. Kendimden rahat yoktur bana. Tanımadığım birilerine bal vermek için kendi hayatımı yok ettiğimi, en güzel çiçeklerimin tozunu yağmaladığımı, çiçeklerin kendilerini de koparıp köklerini ayaklarımın altında ezdiğimi hissederim..
(..)
En güzel yıllarım olan gençliğimde, yazarlığa başladığım o yıllarda da yazmak sürekli bir ıstıraptı benim için. Küçük yazar, hele şansı da yardım etmiyorsa, bir fazlalık gibi hisseder kendini. Beceriksiz, sakar, diken üstünde gibi tedirgindir. Karşı konulmaz bir güç, edebiyat ve sanat çevrelerine çeker onu. İnsanların gözlerine doğrudan doğruya ve cesurca bakmaya korkarak, silik ve ürkek, dolanıp durur ortalarda. Parasız bir kumar düşkününün korka korka kumar masalarına sokulması gibi. Okurlarımı tanımazdım, ama onları nedense hep dost olmayan, kuşkucu birileri olarak canlandırdım gözümde. Topluluktan korkardım, ürkütürdü beni ve ne zaman yeni bir oyunum sahnelenecek olsa, bana esmer seyirciler düşmanca bir tavır alıyor, sarışınlarsa umursamıyorlarmış gibi gelirdi hep. Of, ne korkunçtu bütün bunlar.! Ne ıstırap vericiydi.!'' (Sayfa: 41-42)
(..)
''.. Kendimi hiçbir zaman sevmedim. Bir yazar olarak hoşlanmam kendimden. Daha da kötüsü kafam puslu gibi hep, çoğu kez ne yazdığımın farkında bile değilim.. Bakın şu gölü, ağaçları gökyüzünü, doğayı seviyorum, hissediyorum, içimde bir tutku, karşı konulmaz bir yazma isteği uyandırıyorlar. Fakat sadece bir doğa betimcisi değilim ki ben, ülkemin yurttaşıyım aynı zamanda. Yurdumu ve onun insanlarını seviyorum. Yazdıklarımda halktan, onun çektiği acılardan, geleceğinden, bilimden, insan haklarından ve daha bunlar gibi birçok şeyden söz etmekle yükümlü olduğumu hissediyorum. İşte böylece çalakalem her şeyden söz ediyorum, dört bir yandan sıkıştırıyorlar beni, kızıp öfkeleniyorlar ve benköpeklerin kovaladığı küçük bir tilki gibi ordan oraya atıyorum kendimi.. Hayat ve bilim ileriye doğru gitmekteyken, hep geri, geri kaldığımı hissediyorum, tıpkı istasyona geldiğinde az önce kalkmış olan trene yetişmesinin olanaksız olduğunu gören bir köylü gibi.. En sonunda, bir doğa betimcisinden başka bir şey olmadığımı, geri kalan konularda iliklerime kadar sahte olduğumu hissediyorum.'' (Sayfa: 43-44)
***
''.. Küçük bir hikâye konusu. Çocukluğundan beri göl kıyısında yaşayan bir genç kız var, sizin gibi biri; tıpkı bir martı gibi seviyor bu gölü ve bir martı gibi de mutlu ve özgür. Günün birinde bir adam geliyor oraya, kızı görüyor ve yapacak başka bir işi olmadığından yazık ediyor kıza, tıpkı bu martı gibi..''
(Sayfa: 45)
***
''.. Eğer bir gün hayatım sana gerekecek olursa gel ve al onu..'' (Sayfa: 58)
***
''.. Ölüm korkusu hayvansal bir korkudur.. Onu alt etmek gerekir. Ancak ölümden sonraki hayata inananlar, bilinçli olarak korkarlar ölümden, çünkü günahlarının ağırlığı altında ezilirler.. Oysa siz, bir kere öteki dünyaya inanan biri değilsiniz; ikincisi ne günahınız var.? Yirmi beş yıl Adalet Bakanlığı'nda çalıştınız, hepsi bu.'' (Sayfa: 73-74)
***
''.. Ne güzel burası, kuytu. Rüzgârı işitiyor musunuz.? Bir cümle vardır Turgenyev'de: ''Böyle gecelerde, sıcak bir köşesi, bir yuvası olanlara ne mutlu.!'' Bense bir martıyım..'' (Sayfa: 87)
***
''Nina, nefret ettim sizden, lânetler yağdırdım; mektuplarınızı, fotoğraflarınızı yırtıp attım. Ama her an, bütün benliğimin, size sonsuza dek bağlı olduğunu biliyordum. Sizi sevmemek elimde değil Nina. Sizi yitirdiğim, yazdıklarımın yayınlanmaya başlandığı zamandan beri hayat dayanılmaz bir şey oldu benim için.. Sanki ansızın koparıldım gençliğimden ve bazen bu dünyada doksan yıldır yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Size sesleniyor, ayaklarınızın bastığı toprağı öpüyor; nereye baksam yüzünüzü, hayatımın en güzel yıllarında bana ışıldayan o sevimli gülümsemenizi görüyorum.'' (Sayfa: 88)

28 Ekim 2018 Pazar

Birhan Keskin - Küçük Şeyler

I
*
Denizde bir şey var
Deniz bembeyaz bir dañ.!
Köpürdelâ
Köpürcük
Köpürgân
*
II
Ne benim ellerim çalışkan eskisi gibi
Ne senin kalbin benimkiyle sıcak
Sevgilim sadece fakirlik
Her şeyi bir iken ayırmak
*
III
Ben bunu gözlerimle gördüm, yalan yok, kendi balkonumda.!
- Bir acı biber bile yanındaki bibere sarılıyordu.
*
IV
Taşta saklandım ben yıllarca taşta
Bu yüzden anlamıyorsun öfkem nasıl sert
Nasıl taze, nasıl bozulmadı taşıdığım aşk
Ağır bir taşla yaşadım nasıl,
Beni esirgeyen taştı da öyle söküldü sabrım
Nasıl benzedim taşa, ya da taş bana nasıl,
bilemezsin.
*
V
Mi'safirim ben;
taşıdığım taş
kadim bu
dünya
da.
*
VI
Bir küfür gibi evde oturuyorum. (
 Sayfa: 45-50)

Birhan Keskin - Küçük Şeyler


Taşta saklandım ben yıllarca taşta
Bu yüzden anlamıyorsun öfkem nasıl sert
Nasıl taze, nasıl bozulmadı taşıdığım aşk
Ağır bir taşla yaşadım nasıl,
Beni esirgeyen taştı da öyle söküldü sabrım
Nasıl benzedim taşa, ya da taş bana nasıl
bilemezsin.

Birhan Keskin - Küçük Şeyler
Fakir Kene'den

Birhan Keskin - Darıdünyalılar

Birhan Keskin - Darıdünyalılar
Darıdünyalılar
***

Bir taşın üstüne oturup uzun uzun bakışımız bundan

Evlerimiz sokağımızda bizim üst üste yığılmış, öyle yakınız.!
Biliriz yan yana sokulmak bu dünyadaki yoksulluğumuzdan.
Kimine dünya gerek, dünyaya kazzık gerek, çakmak gerek.!
Biz dünyada cevize sığdık nasılsa gideceğiz diye burdan.
*
Soğuk Kazı'dan

27 Ekim 2018 Cumartesi

Birhan Keskin - Ba

Dümen Suyu
***************
Ah, okumaya başlamadan önce
Çiçeklere su vermek lazımdır.
*
Melih Cevdet Anday
***
Bütün devrelerin birbirine girdiği bir dünya zamanıydı, viraneydi zahir. Bizi ilmek ilmek sökmüşlerdi, hiçbir şey söktükleri yerde değildi.
*
Burası yeni bir yer.. her şey dingin ve her şey huzurlu olacak burada, dediydin. Öyle oldu. Bugün, çünkü, sebzeli makarna yaptım. Her şey dingindi. Bugün o sebzeli makarnayı yedim. Her şey sessizdi. Sardunyalara ve mor şebboylara su verdim, çiçeklerle aramda yeni bir dil geliştirdim bugün. Ama ''şimdi'' bugünün anlatılmaz olduğunu biliyorum. Dinginlik, ne yazık ki takatsız bir şeydir. Hafızanın duvarlarında tutunamayacak kadar mecalsiz bir şey. Bugün değil, sonra, belki çok sonra o duvarlarda silik bir iz, kim bilir, kalır.?
Her şeyin dindiği, bir iki kekeme ruh kabarcığından başka, dümdüz kalakaldığı, kıpırtısız, çarşaf gibi bir dinginliğin içine vakumladım kendimi. Burada, Kırklar'da..
Nerede o başı dağlı, aşkı leyla.? Dibe,içimin en dibine yatırdığım, uyuttuğum kartal kanatlı.?
Sana gelmek için doğruldum ama olmuyor. Ben bu nezaketle ve boynumda yaralı iki salyangozla ancak durabiliyorum. Bölük pörçük bir cümle hatırlıyorum ama hatırladığım da hatırlamak olmayabilir.!
İnceliğim, dal gibiliğim, ellerim.. İnsanın hayatla kurduğu ilişki en çok ellerinden okunurmuş. Ellerimden okunuyor: Sakin, zarif, yavaş, kuru. Usul usul saça, yaprağa, suya, kapıya değiyor. Usulca günü geceye, geceyi güne çeviriyor. Ellerim, hayata karşı yeni bir merhamet.
Peki ya o dağlı, ya o leyla.?
Kar kıvamı, yanış, yakış, dönüş, düşüş tasarımı.?
Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza; dünyada bulunmanın bahaneleri, dünyada bulunmanın halleridir. İşte bunlar üstüne düşünüyorum, kaç zamandır, burada, bu dingin bahçede, bu sessiz odalarda. Sana gelmek için ağrımı uyandırmaya çalıştım ama olmuyor. Mayalanmış o, mantarlanmış, beni bilmiyor. Çok zamandır bunlar: Sessiz ayaklarım, sessiz konuşmalarım, sessizlikten neredeyse unuttuğum nefeslerim, iççekişlerim. Ellerim, çiçekler, bahçe. Burada, Kırklar'da, bu sakinlikte.
Sardunyaların, mor şebboyların suyunu vermek için bahçeye çıkıyorum, dilimde sabahtan beri dolanan bir şarkının sözleri:
''As ı sat Sadly by her side. As ı sat Sadly by her side.. At the window through the glass.''
Dışarıda, önce mütevazı bahçe, sonra Bakırcılar bedestenine inen caddenin yaz sessizliği. Yalnızca, çok uzaktan da olsa, bedestenin incecik gürültüsü. Yazın kavruk baharatlı kokusuna karışarak süzülen tozlu ince gürültüsü. Önce caddenin sessizliğini sonra yaz günlerinin ılık genişliğini taşıyarak bahçeye geliyor..
''En çok seni sevdim.'' diyerek suladım saksıların her birini. İpeğe dokunur gibi incecik bir duyguyla. Durmanın, oturmanın, yavaş ilerleyen bir zamanın içinden biraz sert bir rüzgâr esse sanki kırılıverecek, dağılıp dökülecekmiş duygusuyla.
Küçük, sallanan bir şezlong, demirişi nakışlı büyük yuvarlak bir masa ve üstünde eski beyaz mermer, etrafında yine aynı nakışlı demirişi sandalyeler. Yıllardır kullanılmamaktan paslı, dikenli. Alttan, yan bahçeden terasa dek uzanmış ve terasın arka yüzünü neredeyse tamamen kaplamış bir sarmaşık gül ağacı. Kendi haline bırakılmış, budanmamaktan kâh alıp başını gitmiş, kâh kalıvermiş. Gövdesinin bazı dallarını unutmuş, kurumuş.. bazı dalları arsızca sarmış etrafını. Üstünde pıtrak gibi açan beyaz katmer güller.. Burası kapalı bir yer: güllerin üstüne bu yağmur nereden yağıyor.?
Her şey, ama her şey yazın sıcak, ılık, hiç bitmeyecekmiş gibi duran beyaz çarşafına uzanmış, yatmış, uykulu, mahmur, mırıltılı..
*
Unutmakla unutmamak arasına gerili o sırat köprüsünden
geçiyordum. Karşımda iki eşek: ''Sen yana ben yana''.
Duruyor. ''İkimizin resmini çıkartmışlar yan yana''.
Hey, doktor.! Ruhumdaki kadim yırtık hâlâ yerinde mi.?
Karanlık ve içerlek bir cümbüş o, doktor.! Dik onu doktor. Hey, (Sayfa: 45-47)
Birhan Keskin - Ba

Birhan Keskin - Ba

Birhan Keskin - Ba
Taş
***
İlk benim yüzüme rastladınız, en eskisiyim buranın.
Karnıyım dünyanın. Yeryüzünün ağrısı bendedir.
Kum ve kayaç benim.
*
Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.
Durmanın ve kalmanın büyük planıyım.
*
Her şeyi gördüm, her şeyi. Suyun gidişini, ağacın çiçeklenişini.
Tekrar tekrar gördüm ben daha da görürüm. Büyük Zaman, benim.
*
Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgârlar yurt bildi zirvelerimi
Kırıldım, söküldüm, ufalandım; döndüm bitiştim tekrar kendime
açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde.
*
Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim, dilim çok uzun bir yankı.
En eskisiyim ben buranın.

25 Ekim 2018 Perşembe

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal


Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i 1914'te kurmay yarbay rütbesiyle askeri ateşe olarak görevli bulunduğu Sofya'da kaleme aldı. Kitabın adının kaynağı ve büyük ölçüde de yazılış nedeni, çocukluğundan beri yakın dostu ve sonradan meslektaşı da olan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı kitabıydı. Kurmay Binbaşı Nuri Conker, kitabında Osmanlı ordusunun uzun süredir ve neredeyse art arda yaşadığı başarısızlıkların sebeplerini tartışıyor; subayların sorumluluk ve görevleri üzerinden bu duruma çözüm önerileri getiriyordu. Kurmay Yarbay Mustafa Kemâl ise kitabında, yer yer onun kitabına doğrudan göndermelerle, aynı konuda kendi düşüncelerini, önerilerini dile getiriyordu.
Kitabın yazıldığı Nisan 1914'te, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının acıları henüz çok tazeydi; Birinci Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını ise henüz kimse ufukta bile göremiyordu. Ne var ki, Hasbihal'deki endişeler haklı çıkmakta gecikmedi, savaş yıl bitmeden patlak verdi; büyük olasılıkla savaşla ilgili nedenlerden dolayı, kitabın basılması 1919'a kadar gecikti. Anafartalar muharebelerinde Mustafa Kemâl ile Nuri Conker, kitaplarında gündeme getirdikleri sorunlara yönelik çözümleri, başarıyla hayata geçirdiler.
Aralık 1918'de Mütareke İstanbul'unda Mustafa Kemâl, Fethi Okyar'la birlikte Minber gazetesini yayımlarken, beş yıldır bekleyen Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bastırdı. Hasbihal'in bu ilk baskısı 1000 adetti. Mustafa Kemâl bunlardan bir kısmını dostlarına dağıtmak üzere alıkoydu, kalanlar piyasaya verildi. Ancak Mustafa Kemâl'in Mayıs 1919'da, kitabın basımından altı ay kadar sonra Anadolu'ya geçerek İstanbul Hükümeti'yle ilişiğini kesmesinin ardından; Mütareke ve İtilâf Devletleri'nin İstanbul'u işgaliyle birlikte anılan Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin emriyle, piyasadaki bu kitaplar toplanıp imha edildi. Bu yüzden Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in bu ilk baskısından çok az nüsha günümüze erişebilmiştir.
Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün sağlığında, Hasbihal yeniden basılmadı. Ta ki 1956'da, Hasan Âli Yücel yeni kurulan İş Bankası Kültür Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayımlayana dek. Bu kitabı Ruşen Eşref Ünaydın sadeleştirerek yayına hazırlamıştı. İş Bankası Kültür Yayınları Hasbihal'in özgün metnini de, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi'nin eski yazıdan çevirisiyle, Atatürk'ün Askerliğe Dair Eserleri içinde 1959'da yayımladı. Ünaydın'ın edisyonu 1973'te, Cumhuriyet'in 50. yılında bir kez daha basıldı.
Yayınevimiz Atatürk'ün 125. doğum yıldönümü vesilesiyle, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bu kez hem özgün metni, hem de günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş haliyle bir arada sunuyor. Hasbihal'in yazılmasına yol açan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan'ı da yine aynı biçimde, aslı ve sadeleştirilmişi paralel olarak ve de ilk kez Atatürk'ün eseriyle bir arada, bu edisyonda yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1956, Prof. Dr. Afet İnan'ın 1959 edisyonu için kaleme aldığı ve aşağıda derlenmiş bulunan sunuş yazıları da, hâlâ tazeliklerini koruyor..
Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal 1914 Mayısında Sofya'da yazılmıştır. Fakat ilk yaprakta da işaret edildiği üzere Birinci Cihan Savaşı boyunca şu bu kayıtlar yüzünden 1918'e kadar yayınlanamamıştır. Nihayet, Mustafa Kemâl'in öteden beri yakın arkadaşı ve Sofya'da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918 mütarekesi başlarında İstanbul'da bir müddet çıkardıkları Minber gazetesinin matbaasında, her ikisinin de dostu ve gazete idaresi işlerinde vekili sayılan Doktor Rasim Ferit Talay'dan öğrendiğime göre, Mustafa Kemâl Paşa'nın arzusu ve emri üzerine bin nüsha olarak basılmıştır. Ve her nüshası yedi buçuk kuruş fiyatla satışa çıkarılmıştır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Paşa almıştır. Geriye kalanı da, Paşa Anadolu'ya geçip Babıâlice askerlikle münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit Hükümeti tarafından toplattırılarak yok edilmiştir..
Bendeki nüsha Büyük Adam'ın o zaman İstanbul'da iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek bana vermek lûtfunda bulunmuş olduğu nüshadır. Bu nüshanın şimdiye kadar elimde kalmasını, eşim Saliha'nın -Mütareke'de gaalip bir İtilâf Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde eşyamızla birlikte apartmanımızdan kapı dışarı edilmek; İnebolu'ya geçerken, Ümit vapuru Anadolu'ya subay ve silâh kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında İtilâf kontrolünce dört gün dört gece alıkonarak köşesi bucağı bavul, çuval aranıp taranmak; Buhârâ'ya sefâret memurluğu ile giderken Batum'dan öte bırakılmamak gibi sergüzeştlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki taşınmalarımızda ve yurt dışındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan sağlamış bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı kendisine burada bir daha teşekkür ederim.
Mütareke şartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmış pembe kaplı küçücük bir risâle kılığındaki Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal, yıllar yılı kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam, ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene Ulus'ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra gerekli ve yetkili kaynakların onu yeni harflerle bastırarak okurların gözü önüne bir an önce koymasını dilemiştim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yoluyla ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecek- kaynaklar iyi niyetler belirttiler. Hattâ tehâlük (büyük istek ve heves) gösterdiler. Bununla beraber, şimdiye kadar gerçekleştirici bir yürürlükte henüz bulunulmadı. Başvurduklarım arasında yalnız Hasan Âli Yücel bununla çok alâkalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin İş Bankası Yayınları arasında yeni harflerle basılması için teşebbüsünü esirgemedi. Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak Banka'ca bir hayır işine bağlanmasına çalışmayı o, üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adam'ın hatırasına gösterdiği bağlılıktan ve kültürümüzün zenginleşmesine ettiği hizmetten dolayı İş Bankası'na çok teşekkür ederim.
*
Ruşen Eşref Ünaydın
(Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in sadeleştirilmiş ilk baskısı için yazdığı önsözden.) (
Sayfa: VII-IX)
*****
Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s: XVII

*****

Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmişti.?
Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım.
Sözgelimi, Mavi Kolordu'nun sağ kanadında hareket eden bir tümen komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi.
Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok.! Sebep.?!
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep.? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi..
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları.? 
Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanın yanından ayrılarak, ''Karıştıran'' yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. ''Şimdi'' dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt çıkardı. ''İşte, iki yazılı emir,'' dedi, ''birini gece aldım; birini sabahleyin. Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık..''
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, ''Önce birinciyi ve sonra ikinciyi'' diyordu.
Niçin.?
Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama nereye ve niçin.?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını izleyen hiç kimse de bilmiyordu.
O halde nereye gidiliyordu.?
Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti..
Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek istemiyorum. 
Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü olmak gerekmezdi.
Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, ''Bazı noktalara dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi sayarız'' demiştik.
Ve demiştik ki, ''Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir..''
''İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden -maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.''
Ve demiştik ki, ''Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh hallerini bilmemektir.
Ve rica etmiştik ki, ''Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.''
Ve açıklamıştık ki, ''Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları barınamayacakları gibi.. Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz..''
Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sakıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra;
''Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna izin vermez'' dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, ''Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları üzerlerine çekmekten çok, bu tür eyleri önleyecek biçimde konuşurlar.''
Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir..
Yok.. Yok.. O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve..
Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına koşarken..
Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken..
Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler tarafından- düşmana bağışlanmışlar.
Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok, kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum.. (Sayfa: 6-8)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal
Mustafa Kemâl Atatürk - Zabit ve Kumandan ile Hasbihal,

Subay ve Komutan'ın ikinci bölümü çok önemlidir. Subay, kalp, güven kazanacak ve arkasına alacağı insanlara moral desteği verecek..
Bu bölümün başından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra:
''Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır'' tanımına geri dönüyorum ve ''İnsanlar nasıl yönlendirilir.?'' diye bir daha kendi kendime soruyorum....
Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu sözlerini de işitir gibi oluyorum:
İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla yönlendirilebilir ve yönetilebilir.
Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu.
İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstıraplar devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan askerliğin şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü.
Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, düşüncenin yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün diğer mantık ve akla vurma yöntemlerinin hükmü olamaz.
Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emelleri, düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir.? Biz komuta edeceğimiz insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp somutlaştırarak onların kalplerini, onların güvenini kazanacağız.? Ve onlara moral güç kazandırmak için esin kaynağı olacak (hangi) araçları belirleyeceğiz.?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya geldiği gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz.?
Herhalde askerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevvere'de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi olmak koşuluyla.!
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişilerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bilinen ve belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz.! (Sayfa: 13-14)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...