25 Ekim 2018 Perşembe

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal


Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i 1914'te kurmay yarbay rütbesiyle askeri ateşe olarak görevli bulunduğu Sofya'da kaleme aldı. Kitabın adının kaynağı ve büyük ölçüde de yazılış nedeni, çocukluğundan beri yakın dostu ve sonradan meslektaşı da olan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı kitabıydı. Kurmay Binbaşı Nuri Conker, kitabında Osmanlı ordusunun uzun süredir ve neredeyse art arda yaşadığı başarısızlıkların sebeplerini tartışıyor; subayların sorumluluk ve görevleri üzerinden bu duruma çözüm önerileri getiriyordu. Kurmay Yarbay Mustafa Kemâl ise kitabında, yer yer onun kitabına doğrudan göndermelerle, aynı konuda kendi düşüncelerini, önerilerini dile getiriyordu.
Kitabın yazıldığı Nisan 1914'te, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının acıları henüz çok tazeydi; Birinci Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını ise henüz kimse ufukta bile göremiyordu. Ne var ki, Hasbihal'deki endişeler haklı çıkmakta gecikmedi, savaş yıl bitmeden patlak verdi; büyük olasılıkla savaşla ilgili nedenlerden dolayı, kitabın basılması 1919'a kadar gecikti. Anafartalar muharebelerinde Mustafa Kemâl ile Nuri Conker, kitaplarında gündeme getirdikleri sorunlara yönelik çözümleri, başarıyla hayata geçirdiler.
Aralık 1918'de Mütareke İstanbul'unda Mustafa Kemâl, Fethi Okyar'la birlikte Minber gazetesini yayımlarken, beş yıldır bekleyen Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bastırdı. Hasbihal'in bu ilk baskısı 1000 adetti. Mustafa Kemâl bunlardan bir kısmını dostlarına dağıtmak üzere alıkoydu, kalanlar piyasaya verildi. Ancak Mustafa Kemâl'in Mayıs 1919'da, kitabın basımından altı ay kadar sonra Anadolu'ya geçerek İstanbul Hükümeti'yle ilişiğini kesmesinin ardından; Mütareke ve İtilâf Devletleri'nin İstanbul'u işgaliyle birlikte anılan Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin emriyle, piyasadaki bu kitaplar toplanıp imha edildi. Bu yüzden Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in bu ilk baskısından çok az nüsha günümüze erişebilmiştir.
Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün sağlığında, Hasbihal yeniden basılmadı. Ta ki 1956'da, Hasan Âli Yücel yeni kurulan İş Bankası Kültür Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayımlayana dek. Bu kitabı Ruşen Eşref Ünaydın sadeleştirerek yayına hazırlamıştı. İş Bankası Kültür Yayınları Hasbihal'in özgün metnini de, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi'nin eski yazıdan çevirisiyle, Atatürk'ün Askerliğe Dair Eserleri içinde 1959'da yayımladı. Ünaydın'ın edisyonu 1973'te, Cumhuriyet'in 50. yılında bir kez daha basıldı.
Yayınevimiz Atatürk'ün 125. doğum yıldönümü vesilesiyle, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bu kez hem özgün metni, hem de günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş haliyle bir arada sunuyor. Hasbihal'in yazılmasına yol açan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan'ı da yine aynı biçimde, aslı ve sadeleştirilmişi paralel olarak ve de ilk kez Atatürk'ün eseriyle bir arada, bu edisyonda yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1956, Prof. Dr. Afet İnan'ın 1959 edisyonu için kaleme aldığı ve aşağıda derlenmiş bulunan sunuş yazıları da, hâlâ tazeliklerini koruyor..
Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal 1914 Mayısında Sofya'da yazılmıştır. Fakat ilk yaprakta da işaret edildiği üzere Birinci Cihan Savaşı boyunca şu bu kayıtlar yüzünden 1918'e kadar yayınlanamamıştır. Nihayet, Mustafa Kemâl'in öteden beri yakın arkadaşı ve Sofya'da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918 mütarekesi başlarında İstanbul'da bir müddet çıkardıkları Minber gazetesinin matbaasında, her ikisinin de dostu ve gazete idaresi işlerinde vekili sayılan Doktor Rasim Ferit Talay'dan öğrendiğime göre, Mustafa Kemâl Paşa'nın arzusu ve emri üzerine bin nüsha olarak basılmıştır. Ve her nüshası yedi buçuk kuruş fiyatla satışa çıkarılmıştır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Paşa almıştır. Geriye kalanı da, Paşa Anadolu'ya geçip Babıâlice askerlikle münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit Hükümeti tarafından toplattırılarak yok edilmiştir..
Bendeki nüsha Büyük Adam'ın o zaman İstanbul'da iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek bana vermek lûtfunda bulunmuş olduğu nüshadır. Bu nüshanın şimdiye kadar elimde kalmasını, eşim Saliha'nın -Mütareke'de gaalip bir İtilâf Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde eşyamızla birlikte apartmanımızdan kapı dışarı edilmek; İnebolu'ya geçerken, Ümit vapuru Anadolu'ya subay ve silâh kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında İtilâf kontrolünce dört gün dört gece alıkonarak köşesi bucağı bavul, çuval aranıp taranmak; Buhârâ'ya sefâret memurluğu ile giderken Batum'dan öte bırakılmamak gibi sergüzeştlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki taşınmalarımızda ve yurt dışındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan sağlamış bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı kendisine burada bir daha teşekkür ederim.
Mütareke şartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmış pembe kaplı küçücük bir risâle kılığındaki Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal, yıllar yılı kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam, ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene Ulus'ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra gerekli ve yetkili kaynakların onu yeni harflerle bastırarak okurların gözü önüne bir an önce koymasını dilemiştim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yoluyla ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecek- kaynaklar iyi niyetler belirttiler. Hattâ tehâlük (büyük istek ve heves) gösterdiler. Bununla beraber, şimdiye kadar gerçekleştirici bir yürürlükte henüz bulunulmadı. Başvurduklarım arasında yalnız Hasan Âli Yücel bununla çok alâkalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin İş Bankası Yayınları arasında yeni harflerle basılması için teşebbüsünü esirgemedi. Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak Banka'ca bir hayır işine bağlanmasına çalışmayı o, üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adam'ın hatırasına gösterdiği bağlılıktan ve kültürümüzün zenginleşmesine ettiği hizmetten dolayı İş Bankası'na çok teşekkür ederim.
*
Ruşen Eşref Ünaydın
(Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in sadeleştirilmiş ilk baskısı için yazdığı önsözden.) (
Sayfa: VII-IX)
*****
Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s: XVII

*****

Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmişti.?
Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım.
Sözgelimi, Mavi Kolordu'nun sağ kanadında hareket eden bir tümen komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi.
Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok.! Sebep.?!
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep.? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi..
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları.? 
Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanın yanından ayrılarak, ''Karıştıran'' yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. ''Şimdi'' dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt çıkardı. ''İşte, iki yazılı emir,'' dedi, ''birini gece aldım; birini sabahleyin. Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık..''
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, ''Önce birinciyi ve sonra ikinciyi'' diyordu.
Niçin.?
Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama nereye ve niçin.?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını izleyen hiç kimse de bilmiyordu.
O halde nereye gidiliyordu.?
Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti..
Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek istemiyorum. 
Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü olmak gerekmezdi.
Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, ''Bazı noktalara dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi sayarız'' demiştik.
Ve demiştik ki, ''Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir..''
''İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden -maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.''
Ve demiştik ki, ''Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh hallerini bilmemektir.
Ve rica etmiştik ki, ''Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.''
Ve açıklamıştık ki, ''Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları barınamayacakları gibi.. Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz..''
Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sakıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra;
''Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna izin vermez'' dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, ''Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları üzerlerine çekmekten çok, bu tür eyleri önleyecek biçimde konuşurlar.''
Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir..
Yok.. Yok.. O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve..
Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına koşarken..
Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken..
Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler tarafından- düşmana bağışlanmışlar.
Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok, kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum.. (Sayfa: 6-8)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal
Mustafa Kemâl Atatürk - Zabit ve Kumandan ile Hasbihal,

Subay ve Komutan'ın ikinci bölümü çok önemlidir. Subay, kalp, güven kazanacak ve arkasına alacağı insanlara moral desteği verecek..
Bu bölümün başından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra:
''Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır'' tanımına geri dönüyorum ve ''İnsanlar nasıl yönlendirilir.?'' diye bir daha kendi kendime soruyorum....
Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu sözlerini de işitir gibi oluyorum:
İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla yönlendirilebilir ve yönetilebilir.
Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu.
İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstıraplar devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan askerliğin şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü.
Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, düşüncenin yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün diğer mantık ve akla vurma yöntemlerinin hükmü olamaz.
Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emelleri, düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir.? Biz komuta edeceğimiz insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp somutlaştırarak onların kalplerini, onların güvenini kazanacağız.? Ve onlara moral güç kazandırmak için esin kaynağı olacak (hangi) araçları belirleyeceğiz.?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya geldiği gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz.?
Herhalde askerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevvere'de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi olmak koşuluyla.!
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişilerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bilinen ve belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz.! (Sayfa: 13-14)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal

20 Ekim 2018 Cumartesi

Gülten Akın - Ağıtlar ve Türküler Kitabından:


Sardunya 
🌿🍀🌱🌿🍀🌱🌿🍀
Yasadır anımsatalım:
Tohum ekenlerin, fide dikenlerin
Kimse durduramaz yağmurunu
Güneşini kimse kesemez
🌿🍀🌱🌿🍀🌱🌿🍀
Fesleğen ekiyorum, sardunya dikiyorum
Arsızmış, öyle diyor komşum
Artık siz istemeseniz de
Açar tohumunu, yayılır toprağınızda
🌿🍀🌱🌿🍀🌱🌿🍀
Ne güzel ne güzel ne güzel tanrım
Fesleğen ekiyor, sardunya dikiyorum
Bitiyorum arsızlığına çimenin çiçeğin
Arsızlık bugünden geri
Umut ve direnç demektir
Sokulmak demektir yaşamın koynuna
Özdeşlik demektir yaşamla
İnan olsun dostlar, inan olsun
Dalından kopan sardunya
Bozulmadı bi kez, eğmedi başını
Açmayı sürdürdü diktiğim toprakta  (Sayfa: 120)


ŞİFAHİ
*
Gövdem çürüyordu
Leylaklar zakkumlar içinde
Kafesim göğsümü bırakıp gitmiş
Dar boynum lale
Çürük bir köpeği kokluyordum
Kendi işemiği içirilmiş
Baldıran yerine
İlk kez çocukluktan çıktığımdı
Uygulamalı tarih dersinde
Çarmıhtan başlattılar
İsa'nın kolları kan içinde
Sonra bu kollarla çağımızda
Bir kuşu bile kaldıramadı İsa
Elleri kendinde değildi
*
Kimse
O kimse kimse
Kimse soruyordu
Yanıtı önceden verilmiş sorularla
Buna saldırmak denirdi
Başka zaman olsa
*
Derken gerilmiş bacağımızda
İçerden tınlayan haşarı diyapozon
Kopuyordu sinirlerimiz
Davuldu tabanımız vura vura
Patlatıyorlardı,
Çıksın diye tın tın tınlayan
Al diyapozon
O inatçı şeytan
Direnç havlıyordu
*
Nasıl üremiştik gösteriyorlardı
Burgaçlar burgaçlar burgaçlar içinde
Bu yanlıştı bence
Ya da uyutmuşlar bizi anatomi dersinde
*
Kan dereler gibi, o gerçek o
Nerde taşır bunca kanı şaşıp kalır insan
Karsa dağlar, çıplaksınız kar içinde
Ya da bir kış gölüdür,
Ateş sanıp sizi, söndürüyorlar
*
İncelmiş azalmış gibiyiz çoğumuz
Büsbütün kurtulur kimimiz ağırlığından
Çarpa çarpa başımızı duvarlara
(Onlar öyle derler sonradan)
Kurtulmuştur kimimiz ağırlığından.
*
Ölüm erkencidir, bekleyemez orda
Demir odalarda
Bir de yüreğimiz durmamışsa
Durmamışsa
Canımız örsüne vuruyorsa hâlâ
Dağılanı toplar sararız zamanla
Zamanla
İnsan
Bazan
İçinden içinden büyür insan bazan
Kök salar kendi derinlerine
Bedenini bağışlar egemenliğinden
Kırılmış bir parmak, bükülmeyen bir diz
Ertelenir eklem, ertelenir kas
Susturulur kan
Derin toplar güllerini
İner yarın bahçesine (Sayfa: 134-136)
*****
*****
İğneli Dost
*
İster ki herkes ölsün
Neler besleyip büyütmüş
Gömmüştür neleri gizli gizli
Belleği sıra
İster ki herkes ölsün
*
Şarap olacakken sirkeye dönmüş
Üzüm suyu şaşkınlığında
Gidişi kelebek, gelişi beygir
Kişnemesi çöplük sanrılarıyla
*
Yollarda ipekler halılar, çağırır evine
Eli dili soylu kırmanç güzelliğinde
Tarih düşersiniz artık İsa doğmuştur
Dostluktan önce, dostluktan sonra
Arınmıştır kirlerinden insan ve dünya
Belli belirsiz bir sızıyla
Dönüşte eliniz varırsa sırtınıza
Kocaman paslı bir iğne
*
Onların
Çimen bitmez bastıkları yerde
Sevgi buruşur (Sayfa: 148)


Bedrettin Koçaklaması
*
Bir Türkmen kocası söyledi son kez
Hayattan değerli yoktur, bilesin
Ama körpenin, palazın kanıyla
Kanayan bir yol olduğunda hayat
Asma kendi ışgınını kuruttuğunda
Her Bedrettin ölümle uzlaşır
Uzlaşılacaksa
*
Erdem midir susma, öyle denildi
Ört kepenklerini sıkıca
Sana değmeyene karışma
Yüz alışılmışın sığ sularında
*
Bilim yumuşak bir döşekse
Bedrettin ayakta
*
Halk birikir cellat ölür
Zulum bir başına kalır
İp çürür, kurşun çözülür
Bedrettin yaşamakta
*
Onlar benlerinin kölesi oldular
Değiller
Bir kendi sözlerinin bile sahabı
Gülten çok dostu gördün
Kalsınlar sağlıcakla (Sayfa: 149)
*****
*****
Büyü
*
Büyü de baban sana
Büyü de
Acılar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de
Yokluklar alacak
Büyü de baban sana büyü de
Bitmez işsizlikler açlıklar alacak
Büyü de
büyü de baban sana
Baskılar işkenceler alacak
Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak
Büyü de
Büyüyüp on yedine geldiğinde
Büyü de baban sana
İdamlar alacak (Sayfa: 235)

19 Ekim 2018 Cuma

Fahrenheit 451


''Kitaplar bize yardımcı olacak mı.?''

''Eğer üçüncü gerekli olan şey bize verilebilirse.

Bir, söylediğim gibi bilginin niteliği.

İki, onu hazmedebilmek için gerekli zaman

ve üç; ilk ikisinin birbirini etkilemesinden

öğrendiklerimize dayanan edimlerde bulunabilme hakkı.''

(Sayfa: 129)

Samuel Beckett - Gotot'yu Beklerken


POZZO: Tam olarak neyi bilmek istiyordunuz.?
VLADIMIR: Yükünü neden-
POZZO: (öfkeyle). Lafımı kesmeyin.! (Bir an. Daha sakin.) Hep bir ağızdan konuşursak hiçbir şeyi halledemeyiz. (Bir an.) Ne diyordum.? (Bir an. Daha yüksek sesle.) Ne diyordum.?
*
Vladimir ağır yük taşıyan birini taklit eder. Pozzo şaşkın şaşkın onu seyreder.
*
ESTRAGON: (güçlü). Yük.! (Parmağıyla Lucky'yi işaret eder.) Neden.? Hep tutmak. (Dizleri bükülmüş, soluk soluğa kalmış birini taklit ederek.) Hiç yere bırakmamak. (Ellerini açar, doğrulur, rahatlamıştır.) Neden.?
PUZZO: Hah.! Bunu daha önce ifade etseydiniz ya.! Neden rahatına bakmıyor.? Açıklamaya gayret edeyim. Buna hakkı yok mu.? Kesinlikle var. Demek ki arzu etmiyor. İşte muhakeme diye buna denir. Peki neden arzu etmiyor.? (Bir an.) Beyler, sebebi şu.
VLADIMIR: (Estragon'a). İyi dinle.
POZZO: Beni etkilemek istiyor, onu yanımda tutayım diye.
ESTRAGON: Ne.?
POZZO: Galiba pek anlatamadım. Kendine acındırmak ve beni ondan ayrılma fikrinden caydırmak için yapıyor bunu. Yo, aslında tam öyle de değil.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz.?
POZZO: Beni yumuşatacak aklınca, avucunu yalasın.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz.?
(...)
(...)
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz.?
POZZO: Evet. Ama pekâlâ yapabileceğim gibi kıçına bir tekme atıp kapının önüne koymak varken zahmete giriyorum, bari iyi fiyata satılsın diye panayıra götürüyorum. Ah bu yufka yüreğim.! İşin aslı, bu tür yaratıkları kovmak imkânsızdır. Yapılacak en iyi şey bunları öldürmek.
*
Lucky ağlamaya başlar.
*
ESTRAGON: Ağlıyor.!
POZZO: İhtiyar bir sokak köpeği bile bundan vakurdur.(Estragon'a mendili uzatır.) Yatıştırın bari, madem acıyorsunuz.(Estragon duraksar.) Alın hadi. (Estragon mendili alır.) Silin gözlerinin yaşını. Terk edilme hüznü hafifler böylece.
*
Estragon duraksar.
*
VLADIMIR: Ver, ben yaparım.
*
Estragon mendili vermek istemez. Çocuksu hareketler yapar.
*
POZZO: Tez davranın, ağlaması bitmeden. (Estragon Lucky'ye yaklaşır, gözlerini silecek konuma geçer. Lucky diz altına korkunç bir tekme patlatır. Estragon mendili düşürüp sahnenin gerisine fırlar ve acıyla haykırır.) Sinsi herif.!
*
Lucky valizle sepeti yere bırakır, mendili alır, ilerleyip Puzzo'ya verir, geri çekilir, valizle sepeti tekrar alır.
*
ESTRAGON: İt herif.! (Pantolon paçasını sıyırır.) Sakat bıraktı beni.
PUZZO: Yabancılardan haz etmediğini söylemiştim.(
Sayfa: 38-41)


POZZO: (.. Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı..) (Sayfa: 41)


POZZO: Ağ. Kendini bir ağa dolanmış sanıyor. (Sayfa: 51)

ESTRAGON: (Hikmet yumurtlarcasına). Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız öyle kalır.
(Sayfa: 105)
*****
ESTRAGON: Başka isimler denesek
VLADIMIR: Ölüyor galiba, malesef.
ESTRAGON: Eğlenceli olur.
VLADIMIR: Ne eğlenceli olur.?
ESTRAGON: Başka isimler denemek, art arda. Vakit geçer, er geç doğrusunu buluruz.
VLADIMIR: Adı Puzzo diyorum sana.
ESTRAGON: Anlarız şimdi. Bakalım. (Düşünür.) Habil.! Habil.!
PUZZO: İmdat.!
ESTRAGON: Bir defada bildim.!
VLADIMIR: Bu konu bıkkınlık vermeye başladı.
ESTRAGON: Belki ötekinin adı da Kabil'dir.? Kabil.! Kabil.!
PUZZO: İmdat.!
ESTRAGON: Bu adam bütün insanlık.! (Sessizlik.) (Sayfa: 109)

Hermann Hesse - Siddhartha ( Çeviri: Kamuran Şipal)

''...alnı seçkin ve yüce düşünceler barındırıyordu.'' ( sayfa 17)
*
''Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü.'' ( sayfa 23)
*
''Bir hedef bulunuyordu Siddhartha'nın önünde tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksi düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönlündeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık ben olmayan öz, o büyük giz.'' ( sayfa 24)
*
'' Duyularını öldürüyor, belleğini öldürüyor, binlerce yabancı kılıkta Ben'inden sıyrılıp çıkıyor dışarı, hayvan oluyor, leş oluyor, taş oluyor, tahta oluyor, su oluyor ve her defasında yeniden uyanarak kendi kendisine kavuşuyor, gökyüzünde ister güneş parlasın, ister ay, yine Ben olup devridaim içinde salınımını sürdürüyor, susuyor, susuzluğunu dindiriyor, yeniden susuyordu.'' ( sayfa 25)
*
''Yanı başında Govinda vardı, gölgesi Govinda; o da aynı yolları izliyor, aynı zahmetlere katlanıyordu. Tapınma ve egzersizlerin zorunlu kıldığından başka bir konuşma seyrek geçiyordu aralarında. Zaman zaman birlikte köyleri dolaşıyor, kendileri ve öğretmenleri için yiyecek dileniyorlardı.'' ( sayfa 26)
*
'' Hiçbir şey öğrenilemeyeceğini öğrenmek için hayli zaman harcadım ve harcıyorum hala, dostum Govinda; şimdiye kadar öğrendiğim tek şey, hiçbir şey öğrenemeyeceğim oldu. İnanıyorum ki bizim ''öğrenme'' dediğimiz şey gerçekte yok. Tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da Atman'dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz.'' ( sayfa 29)

*
'' Bir insan gördüm, diye geçirdi içinden Siddhartha, bir tek insan gördüm şimdiye kadar önünde gözlerimi yere indirmeden duramadığım. Bundan böyle kimsenin önünde gözlerimi yere indirmeye niyetim yok., kimsenin.'' ( sayfa 45)
*
'' ''Peki ama, nedir senin öğretilerinden ve öğretmenlerden öğrenmek istediğin ve sana öğretmenlik edenlerin bir türlü sana öğretemediği?'' Ve şu yanıtı verdi soruya: '' Hikmetini ve iç yüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben'di. Kurtulmak, alt etmek istediğim şey, Ben'di. Ama alt edemedim, sadece yanılttım, sadece kaçtım ondan, sadece saklanıp gizlendim. Doğrusu, dünyada bu Ben'im kadar, bu yaşıyor olduğum, başkaları gibi ve başkalarından ayrı biri olduğum, Siddhartha olduğum bilmecesi kadar kafamı başka hiçbir şey kurcalamadı. Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok!'' (sayfa 47)
*
''Anlamını çıkarmak istediği bir yazıyı okuyan biri, işaretleri ve harfleri küçümsemez; yanılsama, rastlantı ve değersiz bir kabuk diye bakmayıp okur, inceler ve sever onları, her harf karşısında böyle davranır. Oysa dünya kitabını ve kendi varlığımın kitabını okumak isteyen ben ne yaptım, önceden varsaydığım bir anlam uğruna işaretleri ve harfleri hor gördüm, görüngüler dünyasına yanılsama, dedim; Kendi gözümü ve kendi dilimi nasılsa var olmuş değersiz nesneler saydım. Olamaz böyle şey, geride kaldı bu, artık uyandım, gerçekten uyandım ve ancak bugün açtım dünyaya gözlerimi.'' ( sayfa 49)

*
'' ''Güzel bir ırmak,'' dedi Siddhartha kayıkçıya.
''Evet,'' diye cevapladı kayıkçı, ''pek güzel bir ırmaktır, onu her şeyden çok severim. Sesine sık sık kulak verip dinlemişimdir, sık sık gözlerinin içine bakmışımdır. Her zaman bir şeyler öğrenmişimdir ondan. Bir ırmak insana çok şey öğretebilir.''
( sayfa 56)

*
'' Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçirilemez.'' ( sayfa 62-63)
*
Hiç kimse bir başkasının yürüdüğü yolda ne kadar ilerlemiş olduğunu göremez, haydutların ve zar atıp kumar oynayanların içinde bekleyen bir Buddha, Brahmanların içinde bekleyen bir haydut vardır. Yoğun bir meditasyonla zamanı yok etme, var olmuş olan, var olan, var olacak olan tüm yaşamı bir eşzamanlılık içinde görme olanağı ele geçirilir, böyle bir durumda her şey iyidir, her şey mükemmel, her şey Brahman'dır. Bu yüzden var olan her yer iyi görünüyor bana, ölüm yaşam gibi, günah kutsallık gibi, akıllılık aptallık gibi görünüyor, her şeyin öyle olması gerekir, her şey benim onayımı, benim istekliliğimi, benim sevecen rızamı beklemektedir, benim için iyidir o zaman, bana zararı dokunamaz. Günaha pek çok gereksinim olduğunu kendi bedenimde ve kendi ruhumda yaşadım, diretmekten vazgeçip dünyayı sevmeyi öğrenmek, onu kendi arzuladığım, kendi hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kendi uydurduğum bir mükemmellikle karşılaştırmayıp nasılsa öyle bırakmak ve onu sevmek, gönülden onun içinde yer almak için şehvete, mal ve mülke, kendini beğenmişliğe gereksinim duydum, en rezilce umarsızlıklara kapılmayı gereksindim. ( sayfa 141)

Hermann Hesse - Öldürmeyeceksin

SANATÇI VE PSİKANALİZ
*
''Düşü görendi sanatçı, psikanalist ise görülen düşün yorumlayıcısıydı.'' (sayfa 121)
****
''...... Psikanaliz yolunda atılacak daha ilk adımlar insan için güçlü hatta muazzam bir yaşantı oluşturacak, insanı temelden sarsan bir durumla karşı karşıya bırakacaktır. NE VAR Kİ, BU SARSINTIYA DAYANIP DA AYNI YOLDA İLERLEMEYİ SÜRDÜRENLER KENDİLERİNİ HER ADIMDA DAHA ÇOK YALNIZLAŞMIŞ GÖRECEK, GELENEKLE GEÇMİŞTEN AKTARILAGELEN GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERLE BAĞLARININ GİDEREK DAHA ÇOK KOPTUĞUNU HİSSEDECEKTİR.'' (sayfa 122-123)
****
''Psikanalizin bu eğitici, ileriye götürücü ve kamçılayıcı gücünden en çok yararlanacak bir kimse varsa, o da sanatçıdır. ÇÜNKÜ SANATÇI İÇİN EN ÖNEMLİ OLAN, DÜNYAYA, BU DÜNYANIN GELENEK VE GÖRENEKLERİNE ELDEN GELDİĞİNCE RAHAT BİR UYUM SAĞLAMAK DEĞİL, KENDİ KİŞİLİĞİNDEKİ BİRİCİKLİĞİ ELE GEÇİRMEKTİR.'' (sayfa 123)
****
''.......ilk kez Otto Rank, Schiller tarafından yazılıp bilinçaltı psikolojisini alabildiğine şaşırtıcı şekilde doğrulayan bir mektubun şu bölümüne değinmiştir. Üretkenliğindeki aksaklıklardan yakınan Körner'e yazdığı mektubunbu bölümünde şöyle der Schiller:
''Bana öyle geliyor ki şikayetlerin us'unun hayal gücünün üzerindeki baskısından kaynaklanıyor. US'UN HAYAL GÜCÜNDEN AKIP GELEN DÜŞÜNCELERİ ADETA DAHA KAPININ EŞİĞİNDE KARŞILAYIP PEK SIKI BİR DENETİMDEN GEÇİRMESİ ÖYLE ANLAŞILIYOR Kİ İYİ DEĞİL, TERSİNE RUHUN YARATICILIĞI AÇISINDAN ZARARLI BİR ŞEYDİR. ÖTEKİLERDEN SOYUTLANIP TEK BAŞINA ELE ALINAN BİR DÜŞÜNCE, ÇOK ÖNEMSİZ VE PEK ACAYİP GÖRÜNEBİLİR, AMA BELKİ HEMEN KENDİSİNİ İZLEYECEK DÜŞÜNCE ONU ÖNEMLİ KILACAK, BELKİ KENDİSİ GİBİ TEK BAŞLARINA AYNI ŞEKİLDE TATSIZ İZLENİM BIRAKABİLECEK OLAN BAŞKA DÜŞÜNCELERLE BELLİ BİR İLİŞKİ İÇİNDE GAYET TUTARLI BİR BÜTÜN OLUŞTURACAKTIR. BİR DÜŞÜNCEYİ, ÖTEKİLERLE İLİŞKİ İÇİNDE GÖREBİLECEK KADAR SABREDEMEYEN US, BU KONUDA BİR DEĞER YARGISI VEREBİLECEK KONUMDA DEĞİLDİR. yARATICI BİR BEYİNDE İSE, BANA ÖYLE GELİYOR Kİ, US HAYAL GÜCÜNÜN KAPILARININ ÖNÜNDEKİ NÖBETÇİLERİNİ GERİYE ÇEKER, DÜŞÜNCELER OLDUĞU GİBİ KARMAKARIŞIK DOLUŞUR US'TAN İÇERİ; ANCAK BUNDAN SONRASIDIR Kİ US O BÜYÜK DÜŞÜNCE KALABALIĞINI TOPLUCA ELE ALIP GÖZDEN GEÇİRİR.'' ( sayfa124)

HERMAN HESSE/ ÖLDÜRMEYECEKSİN

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...