28 Nisan 2019 Pazar

Selahattin Demirtaş - Seher



Arka Kapak:
*
Seher'deki hikâyeler, heveskâr işi değil insana ve yaşama duyulan derin sevginin ince bir mizahla harmanlandığı has yazar işi metinler. Karşımızda, tutsaklık günlerinde vakit doldurmak için yazan biri değil, bugüne kadar ortaya çıkmamış, okura ulaşmamış bir edebiyatçı var.
Demirtaş'ın hikâyelerini okuyunca, keşke halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumluluk ağır basmasaydı da yazar olsaydı diye hayıflandım. Sonra, edebiyat-sanat damarımın bencilliğinden utandım: o zaman, edebiyat bir yazar kazanacak ama Türkiye Demirtaş kalibresinde bir siyasetçiden, geleceğin önemli bir liderinden, barış ve özgürlük umudundan yoksun kalacaktı.
*
Oya Baydar
*
Siyaset ve sanat disiplinleri birbirine benzemez. Siyaset; doğru zamanda siyasi açıdan doğru olanı söylemek ve gerçek düşünceleri saklamak ilkesine sahipken, sanatçı deyim yerindeyse yüreğini kazıyarak en gizli duygularını en büyük kitleyle paylaşmaya koşullanmıştır. Bu açıdan Selahattin Demirtaş'ın değerli öykülerini özel bir yere koymamız gerekir diye düşünüyorum. Acılar karşısında duyarlı bir yüreğin çığlığını yansıtan bu öyküler, siyasetten çok daha derin bir insani damara dokunuyor.
Kitabın özenli ve akıcı bir Türkçeyle yazılmış olması, hem estetik hem de toplumsal açıdan övgüye değer. Bu ülkedeki herkesi birleştirecek olan ortak payda sanatın büyülü yaratıcılığında gizli. Çünkü sanat, vicdanın dilidir. Selahattin Demirtaş da bu dili konuşuyor.
*
Zülfü Livaneli

26 Nisan 2019 Cuma

Gabriel García Márquez - Benim Hüzünlü Orospularım (Çeviri: İnci Kut)

#GabrielGarcíaMárquez #BenimOrospularım
Arka Kapak
*
Yüzyıllık Yalnızlık'ı bin yılın en önemli kitaplarından sayılan Gabriel García Márquez, büyülü gerçekçilik akımının en önemli yazarıdır.
*
Benim Hüzünlü Orospularım'ın başkişisi, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden sevişmemiş yaşlı bir gazeteci. Yalnızlığının çaresini günlük, sıradan ilişkilerde aramış bu çirkin ve çekingen ihtiyar, 90. yaş gününde kendine hiç alışılmamış bir armağan vermeye kalkışıyor. Eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesini arayıp el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söylüyor. Patroniçe, onun bu isteğini yerine getirecek, ama yaşlı adam her ziyaretinde ''uyuyan güzel'' Delgadina'yı seyretmekle yetinmek zorunda kalacak, yaşamının gözünde kendisine böylesi bir oyun oynayan yazgısına boyun eğecek; ne ki bu çok özel ilişkiden o güne değin hiç tatmadığı bir aşk doğacaktır.
Gabriel García Márquez, yaşlılığın hüznünü olağandışı bir aşkın coşkusuna dönüştürüyor. Belki de ölümü güzelleştirmek için.. Ustanın elinden yaşlılığa, cinselliğe, aşka ve ölüme bir güzelleme..

*****

Beşinci on yıla varıp da yaşlılığın ne olduğunu tahmin etmeye başladığımda belleğimdeki ilk boşlukların farkına vardım. Gözlüğümü aranarak evin içinde dört dönüyor, sonunda gözümde olduğunu keşfediyordum, ya da gözümde gözlükle duşa giriyor, bazen de uzak gözlüğümü çıkarmadan üstüne okuma gözlüğümü takıyordum. Günlerden bir gün iki kez kahvaltı ettim, çünkü birincisini unutmuştum; sonra da arkadaşlarımın bir önceki hafta anlattığım aynı öyküyü anlatırken beni uyarmaya cesaret edemediklerinde yaşadıkları telaşı fark etmeyi öğrendim. Artık o zamanlar kafamın içinde biri tanıdığım yüzlere, biri de her birinin adlarına ait olan iki ayrı liste vardı, ama sıra selam vermeye geldi mi yüzlerle adları örtüştürmeyi beceremiyordum. (Sayfa: 16)

*****

"Seks, insanın aşkı bulamadığında, elinde kalan bir tesellidir." (Sayfa: 60)

*****
"Yavrucuğum, bu dünyada yalnızız. (Sayfa: 62)

#GabrielGarcíaMárquez #BenimOrospularım

25 Nisan 2019 Perşembe

Suat Derviş - Fosforlu Cevriye


Suat Derviş'in adı birçoğumuz için bir tür söylence, hatta efsane gibi söylenen, eserlerine kolay erişilemese de çeşitli açılardan hep anılan bir nitelik taşır. Modern edebiyatımızın ilk ve öncü kadın yazarlarından, çok iyi bir eğitim alıp Avrupa'da okuduğu halde kimi romanlarında toplumun en alt katmanlarından kadınları tasvir etmede usta, hepsi toplumca tanınmış birer aydın olan dört eşinin yanı sıra, örneğin Nâzım Hikmet'i de kendisine âşık etmeyi başarmış bir gönül avcısı, sosyetik sayılabilecek bir çevreye karşın komünizme sempati duyan ve kimi örgütlere katılan biri. Müthiş bir değişim ve/veya dönüşüm çağında, yaşamında olmadık çelişkileri bir arada bulunduran, kendince bir macera yaşayan kişilikli bir kadın. Yani aslında, insana bahşedilmiş tüm fırsat ve olanakları kendi hikâyesinde toplamış biri. Hem sıradan hem de olağanüstü bir hikâye.
Bu sunuşu hazırlamak için Fosforlu Cevriye'yi okurken, tüm bunları duyumsadım. 1940'ların Türkiye'sinde popüler bir gazetede tefrika edilerek geniş bir kesime sunulan bu romanın anlattığı, hayatı Beyoğlu ve Galata'nın en izbe sokaklarında geçen, erkeklerle yaşadığı gece maceraları için kentin Tekfur Sarayı'ndan Tarlabaşı'na, İnönü Gezisi'nden Dolmabahçe sırtlarına kadar çeşitli açık mekânlarını seçen, anne babasını hiç tanımamış, erkek sarrafı ve yaşam işçisi küçük fahişe Cevriye'yi nasıl, nereden tanımış olabilirdi Suat Derviş.? Gazetelerin üçüncü sayfalarından mı, yoksa keskin bir gözlem ve araştırma gücünden mi beslenmişti.?
Ne olursa olsun, Fosforlu Cevriye; kadın-erkek ilişkilerinin henüz (ve hâlâ) evrensel ölçülere göre çok geri olduğu ve özel bakanlığı kurulsa bile, çözümün ufukta gözükmediği ataerkil toplum yapımız içinde hep önemsenen bir figürün, fahişe figürünün edebiyatımıza ve oradan da sinemaya atlayan en ilginç örneklerinden biri olup çıkmış ve sinemada karşılığını bulmuştu. O yılların Yeşilçam'ında bir yandan ''altın yürekli fahişe'' tiplemesi yan rollerde, hatta başkarakterlerde boy gösteriyor, öte yandan yazar-senaryocu Attilâ İlhan'ın gözdesi ''erkek-kadın'' figürü Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt gibi sofistike veya Şoför Nebahat gibi popüler film kahramanlarıyla sinemaya geçiyordu.
Aslında 1944-45 yıllarında gazetede yayımlanan Fosforlu Cevriye'nin sinema macerası gecikmiş sayılabilir. Bunun için Yeşilçam'ın gerçek anlamda şaha kalktığı ve birden çoğalan film sayısıyla farklı ve özgün karakterler aramaya çıktığı 60'lı yılları beklemek gerekti. İlk Fosforlu Cevriye filmi, romanı uyarlayıp yöneten eski kuşaktan Aydın Arakon'un çabasıyla 1959 yılında çekildi. Başrollerde dönemin çok cazibeli, ama karakter olarak da ''erkek gibi kadın'' dedirten ünlü oyuncusu Neriman Köksal vardı. Yanı başındaysa, Cevriye'nin roman boyunca Necatibey Caddesi üzerindeki bir han odasında asla eyleme dönüşmeyen, adı konmamış bir aşk yaşadığı, adını bile öğrenemeden sevdiği erkek olarak da Orhan Günşiray vardı. Üç yıl sonra 1962'de Fosforlu Oyuna Gelmez adıyla ve tıpatıp aynı kadroyla filmin devamı çekilecekti.
Ama bu kadarla kalmadı. Bir kuşak sonrasında, 1969'da bu kez Fosforlu Cevriyem geldi. Bülent Oran senaryoyu yazmış, Nejat Saydam çekmiş ve başrolleriyse Türkan Şoray ile Tanju Gürsu yüklenmişti. Yine bir kuşak sonra, 1978'de Memduh Ün hikâyeyi yeniden ele aldı. Ancak bu kez ciddi anlamda telif sorunlarıyla karşılaştı ve filmin adını Cevriyem yaptı. Her şeyi bir ölçüde yenileştirmek, bu kez emektar Safa Önal'a nasip olmuştu ve Türkan'a bu kez Kadir İnanır eşlik ediyordu. Ayrıca 1966-67'de bu kez Halit Refiğ üst üste Karakolda Ayna Var ve Kız Kolunda Damga Var ikilemesini çekti. Kahramanlar da, oyuncular da farklıydı (Fatma Girik ve Sadri Alışık). Ancak bu filmler adları ve atmosferleriyle Suat Derviş'in romanını akla getirirler. Çünkü bu iki deyiş de romanda sık sık karşımıza gelmektedir. 1989 yılında İbrahim Tatlıses'in yönettiği ve karşısında Sevtap Parman'ın oynadığı Fosforlu'da Suat Derviş'ten ne kalmıştır, kendi adıma hiç bilmiyorum.
Bugünlerden bakıldığında Fosforlu Cevriye, yalnızca edebiyatımız için o dönemde hayli özgün bir kadını (ve çevresindeki bir avuç yan kişiliği) ustaca çizen bir toplumsal-gerçekçi çaba değil, aynı zamanda İstanbul'a adanmış bir kitap da.. O dar çevre içinde dönenip duran küçük insanların arasında önemli bir ölçüde azınlıktan kişilerin bulunması bu dönem duygusunu pekiştiriyor. Çatlak Marika'dan meyhaneci Barba ve Kosti'ye, vaktiyle Ernani (Victor Hugo) oyununu oynayıp kanto söylemiş Ermeni Dikranui, yani Sümbül Dudu'dan kahveci Mavro'ya, Şimamn Hayganos'tan Tatavla Gülü Elonikos'a, yaşlı Mayrık'tan suflör Haçik Efendi'ye tüm bu kişilikler, azınlıkların henüz kovulmadığı bir İstanbul mozaiğini bize yaşatıyorlar. Bu da bu ilginç ve ayrıksı romanın temel özelliklerinden biri olup çıkıyor.
*
SUAT DERVİŞİN KÜÇÜK İNSANLARI
Atilla Dorsay, Eylül 2013 (Sayfa: 7-9)

12 Nisan 2019 Cuma

Ölümsüz - Vassilis Vassilikos

Arka Kapak
*
Vassilis Vassilikos, 1934 yılında Yunanistan'ın Kavala kentinde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği Selanik'te geçti. İlk Kitabı ''Jason'un Öyküsü'' 1953 yılında yayımlandı. Bunu, 1956'da çıkan ''Barışın Kurbanları'' ile üç ayrı öykünün anlatıldığı ''Üçlü'' (1961) izledi. Üçlü ile Vassilikos, Yunanistan'ın en büyük roman ödülü olan ''12'er Ödülü''nü kazanan en genç yazar oldu. 1964'te ''Amerika Mitolojisi'', 1966'da röportajlarından oluşan ''Duvarların Dışında'', 1967'de de ''Ölümsüz'' (Z) adlı ünlü romanını yayımladı. Yunanistan'da Albaylar Cuntasından önce Karamanlis'in başbakanlığı döneminde ılımlı bir solcu olan milletvekili Lambrakis'in öldürülmesi olayını ve genç bir sorgu yargıcının dirençli sorgulaması sonucu bu öldürülme olayının devlet güçlerinin kesin bir komplosu olduğu gerçeğini ustaca romanlaştıran Vassilikos, bu romanıyla dünya çapında ün kazandı. Bilindiği gibi, bugün Yunanistan'ın yeni seçilen Cumhurbaşkanı, bu cinayet olayının sorgulamasını yapan o zamanların genç sorgu yargıcıdır. Bu roman, ünlü Yunanlı yönetmen Kosta Gavras tarafından sinemaya da uyarlandı ve filmin başrollerini Yves Montand, Jean-Louis Trintignant ve İrene Papas paylaştılar. 1967 yılında, yurt dışındayken Albaylar Cuntası'nın yönetime el koyduğunu öğrenen Vassilikos, Fransa'ya yerleşti ve Cunta devrilip ülkesine demokrasi yerleşene kadar da Paris'te yaşadı. Daha sonra ''Fotoğraflar'' ve ''Zıpkın'' adlı öykülerini biraraya getiren ''Lunik II'' ve ''Hikğmdarlar'' adlı kitapları yayımlanan Vassilis Vassilikos'un ünlü ve yeniden güncellik kazanan romanı ''Ölümsüz''ü Aydın Emeç'in Türkçesiyle sunuyoruz.



''..Ölüler konuşmaz. Sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. Soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran toprak..'' (Sayfa: 43)
*
''..İnsanoğlunun acılarının, bireyin çabasıyla geçmeyeceğine sonunda inanmıştı.Salı ve cuma günü öğleden sonraları, muayenehanesine dolan yoksul yığınlarına parasız bakması da bir işe yaramıyordu. Dehşete düşmek için, hastalarıyla en basit ilacın parasını veremeyen halk yığınlarının sayısını karşılaştırması yetiyordu. Yardımseverlikte de durum aynıydı: Bir yoksula para vermek neye yarardı.? Nasılsa, yeryüzündeki yoksulların yüzdesinde hiçbir değişiklik olmuyordu. Dünyanın değişebilmesi için düzenin değişmesi gerekliydi. (Sayfa: 44-45)
*
Yalnızca sağduyunun, en basit sağduyunun her şeye yeniden egemen olacağına inanıyordu. Bazı sözcükler gerçek anlamına kavuşacak, bazı davranışlar başlangıçtaki ağırlığını kazanacaktı.
(..) Kimsenin yararlanmadığı kaynak bir türlü kurumaz. Oysa kaynaktan yararlanmak, yerinde bir davranıştır. Büyük bir soğuğun egemen olduğu toprağın derinliklerinde, demir, çelik, bakır, altın gibi madenler yatar. Günün birinde, bu madenlere ihtiyaç duyan insanlar, gelir ve onları karanlıktan kurtarırlar. (Sayfa: 45)
*Hangi yöntem - parti dememek için yöntem sözcüğünü kullanıyoruz- kişilerin değil de, toplumun gelişimine inanır, bizleri açlık, yoksulluk ve felaketten kurtarmaya çalışır, yüzyıllardan beri içimizi buran, zavallı balıkların sırtındaki sülükleri andıran alışkanlıklara saplanıp kalmak yerine ileri bir hayvan katına yükselmemizi ister.? (Sayfa: 46)
*
Düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır. Aşkın değişkenleri gövdeleridir. Neyse ki gövdeler değişebilir, ama aşk, her yüzün, her çift saydam gözün ardında hep aynıdır. Özlem, bizi aşan, çevremizdeki duvarları, engelleri istemeyen, öteleri arzulayan bir şeyin özlemidir bu. Sesime karışan senin sesin, çift ses, hiçbir ses, çağların ötesinden gelen bir uyumla güneş kadar değişmez bir şeyi tekrarlayan, gerçekte sen ve ben olmasak da yine biziz aşk.
(..)
''Seni seviyorum'' diyordu ona, bu beceriksizce sözle yeryüzü, yürek boyutlarına ulaşan bir güzellik kazanıyordu. Ve yeniden, gençliğinin derinliklerine gömülü, solukluğu içinde esmer, yanında hissedeceği an'a kardar hep aynı, dinmek bilmeyen ''gelecek mi, gelmeyecek mi.?'' kuşkusu. Ve de ellerinin topraksı tadı. (Sayfa: 47)
*
..insanın söyleyecek şeyi olursa, konuşmak hiç güç değildi. Güç olan, söyleyecek şeyi olmayanların konuşmasıydı. (Sayfa: 49)

Menelaos Lundemis - Şimşekler Çakarken

Yunan edebiyatının önde gelen yazarlarından Menelaos Lundemis 1912'de İstanbul'da doğmuş, 1977'de küçük yaşta yerleştiği Atina'da ölmüştür. Yapıtlarında, genellikle roman ve öykülerinde köylülerin, ekicilerin, göçmenlerin sorunlarına değinir; özellikle sevgi, kardeşlik, uygarlık, bağımsızlık temalarını işler. 1938'de Atina'da yayınlanan ilk öykü kitabı, Devlet Ödülünü almıştır.
Alman işgali sırasında ''Ulusal Kurtuluş Cephesi''ne katılmış, işgalden sonra yazılarıyla, yapıtlarıyla egemen sınıflara karşı çıkmış, bu yüzden çeşitli baskılara uğramış, sonuçta Vrettakos, Riços, Teodorakis gibi devrimci yazar ve bestecilerin sürgün yeri olan ''Makronisos'' adasına sürülmüştür.
Sürgünde iken Nâzım Hikmet'in sürgünlere gönderdiği mektuptan duygulanmış, birçok dile çevrilen ''Nâzım'a Mektup'' başlıklı uzun şiiri yazmıştır. 1956'da yayınlanan bir romanı nedeniyle yargılanan ve mahkum olan yazar, 1958'de yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır. 1962'de Yunan Cuntası elinden vatandaşlık hakkını almış, 1976'da uzun süre yaşadığı Romanya'dan, bu kez Karamanlis Hükümeti'nin özel izniyle Yunan vatandaşı olarak ülkesine dönmüştür.
Yapıtları Polonya, Romanya, Bulgaristan, Çin, Vietnam gibi ülkelerde yayınlanmıştır.
''Şimşekler Çakarken'' piyesi ilk olarak, seksenli yıllarda, Üsküdar'da, İstanbul Devlet Opera ve Balesi mensuplarınca kurulan İstanbul Akademik Sanat Topluluğu'nda, Yüksel Özkök'ün yönetiminde sahneye konmuştur.
''Şimşekler Çakarken'', ünlü İspanyol viyolonselisti ''Pablo Casals''ın yaşamından bir kesittir.
Casals, İspanya'nın bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşım vermiş ve sanatını bu yolda bir silah gibi kullanmıştır.
Franco Diktatoryası'nın ülkeye egemen olmasıyla birlikte yurt dışına çıkan Casals, Prades'e yerleşerek bir sanat şenliği oluşturdu.
Çalgısını sürekli, bağımsızlık, özgürlük ve barış için çalmış, İspanya iç savaşından sonra bestelediği oratoryosu ile de bir barış simgesi olmuştur.
Menelaos Lundemis'in 19 romanı, 5 öykü kitabı, 6 şiir kitabı, 5 piyesi ve 3 deneme kitabı yayınlanmıştır. (Sayfa: 5-6)

4 Nisan 2019 Perşembe

Friedrıch Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

''Aile, diyor Morgan, ''etkin unsurdur; asla durağan değildir, toplum alt bir koşuldan daha yüksek bir konuma ilerledikçe o da alt bir biçimden daha yüksek bir biçime doğru ilerler. Buna karşılık, akrabalık sistemleri edilgindir; yalnızca uzun zaman aralıklarında ailenin zamanın akışı içinde yaptığı ilerlemeyi kaydeder ve ancak aile kökten değiştikten sonra kökten değişir.''
*
''Öte yandan,'' diye ekliyor Marx, ''genel olarak siyasi, hukuki, dini, felsefi sistemlerde de durum aynıdır.'' Aile varlığını sürdürürken, akrabalık sistemi kemikleşir ve bu sistem bir alışkanlık halinde devam ederken, aile onun içinde serpilir. Gelgelelim, Cuvier'nin Paris'te bulduğu, bir hayvan iskeletine ait kese kemiğinden, bunun bir keseli hayvana ait olduğu ve bir zamanlar o yörede artık nesli tükenmiş keseli hayvanların yaşadığı sonucunu çıkarabildiği kesinlikle, biz de tarihsel olarak günümüze ulaşmış bir akrabalık sisteminde, bu sisteme karşılık gelen, artık ortadan kalkmış bir aile biçiminin bir zamanlar var olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Yukarıda anılan akrabalık sistemleri ve aile biçimleri, şimdi hâkim olan sistemlerden, her çocuğun birden fazla babasının ve annesinin oluşuyla ayrılır. Hawaii ailesinin karşılık geldiği Amerikan akrabalık sisteminde, erkek ve kız kardeşler aynı çocuğun babası ve annesi olamaz, oysa Hawaii akrabalık sistemi tam tersine bunun kural olduğu bir aileyi gerektirir. Burada, şimdiye kadar genellikle tek geçerli biçim olarak kabul edilenle doğrudan doğruya çelişen bir dizi aile biçimiyle karşılaşıyoruz. Geleneksel düşünce, yalnızca tekeşli evliliği, bunun yanı sıra bir erkeğin çokkarılılığını, olsun olsun bir kadının çokocalılığını biliyor ve ahlâkçı bir cahile yakışır biçimde davranıp pratiğin, resmi toplumun buyurduğu bu sınırları sessizce ama utanmadan ihlal ettiği konusunu susarak geçiştiriyor. Buna karşılık, ilkel durumların incelenmesi bizi erkeklerin çokkarılılık, kadınların da çokkocalılık yaşadığı ve bu yüzden ortak çocukların da eşlerin hepsine birden ait kabul edildiği durumlara götürüyor; bu durumlar da yine tekeşli evlilikle birlikte tamamen ortadan kalkana dek, bir dizi değişiklikten geçmişlerdir. Bu değişiklikler, ortak evlilik bağının kapsadığı ve başlangıçta çok geniş olan çemberin gitgide daraldığı ve sonunda yalnızca, bugün hâkim olan tekeşli çifte yer verecek tarzda gerçekleşmişlerdir. (Sayfa: 15-16)

Yeni, uygar, sınıflı toplumun açılışını yapanlar en bayağı çıkarlardır -sıradan açgözlülük, gaddarca haz düşkünlüğü, pis cimrilik, ortak mülkiyeti bencilce çalma; eski, sınıfsız, soylara dayalı toplumun altını oyan ve çökertenler en alçak yöntemlerdir- hırsızlık, ırza geçme, hile, ihânet. Yeni toplumun kendisi de, varoluşunun tüm üç bin beş yüz yıl boyunca, küçük bir azınlığın sömürülen ve ezilen büyük çoğunluğun sırtından gelişmesinden başka bir şey olmamıştır ve şimdi her zamankinden daha fazla böyledir.
(Sayfa: 93)

Morgan'ın uygarlık hakkındaki yargısı:
*
Uygarlığın başlamasından bu yana servetin artışı öyle muazzam boyutlara ulaştı, biçimleri öyle çeşitlendi, uygulaması öyle kapsamlı ve idaresi mülk sahiplerinin çıkarına öyle ustalıklı bir hale geldi ki, bu zenginlik halkın karşısında, yenilemez bir güç haline geldi. İnsan zihni, kendi yarattığı şey karşısında, çaresiz ve büyülenmiş gibi durmaktadır. Yine de, insan aklının, hem devletin koruduğu mülkiyetle ilişkisini, hem de mülk sahiplerinin haklarının sınırlarını saptayarak, zenginlik üzerinde tahakküm kuracak kadar güçleneceği günler gelecektir. Toplumun çıkarları bireysel çıkarlardan kesinlikle önce gelir, her ikisinin de adil ve uyumlu bir ilişki içine sokulması gerekir. İlerleme, nasıl geçmişin yasasıysa, aynı şekilde geleceğin yasası olarak da kalacaksa, salt zenginlik peşinde koşmak insanlığın nihai kaderi olamaz. Uygarlığın doğuşundan bu yana geçen zaman, insanlığın geçmiş ömrünün yalnızca küçük bir parçasıdır; insanlığın önündeki yaşamın da yalnızca küçük bir parçasıdır. Toplumun çözülüşü, biricik nihai hedefi zenginlik olan tarihsel rotanın sonucu olarak, bize tehdit oluşturuyor, çünkü böyle bir rota, kendi yok oluşunun unsurlarını içerir. Yönetimde demokrasi, toplumda kardeşlik, haklarda eşitlik, yaygın eğitim, deneyimin, aklın ve bilimin sürekli ulaşmaya çalıştıkları bir üst toplum aşamasını müjdeliyorlar. Bu aşama eski soyların özgürlük, eşitlik ve kardeşliğinin -daha yüce bir biçimde- dirilişi olacaktır.
*
(Morgan, Ancient Society, s. 532) (Sayfa: 200)


3 Nisan 2019 Çarşamba

Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar


''Sesinizi bastırmak için, burnumun dibindeki kötülüğünüzü yok etmek için, uzak kötülükler düşüneceğim.'' (Sayfa: 17)


''Belki yarın sabah soğukta uyanmanın bir anlamı olur, sana çay pişirmek gibi. Ayaklarımın ucuna basarak yürürüm yataktan kalkınca. Tahtalar gıcırdar. Hayır, zamanla öğrenirim hangi tahtaların ses vermediğini. Sonra ne yaparım.? Uyanmadı, çayın hazırlandığından haberi yok diye sevinirim. 
Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım. Artık ne olacaksa olsun istiyorum.'' (Sayfa: 21)


''Belki yaşantım kolaylaşıyordu; fakat, her olayı yaşamadan eskitiyordum böylece. Üstelik hayallerimin içine itirazlar karışıyordu.'' (Sayfa: 23)


''Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar, birikmeğe başladı; kurduğum hayaller, bir bekâr odasının dağınıklığında boğuldu. Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belirli noktalara biriken eşya, odanın çıplaklığını daha da çok ortaya çıkardı.'' (Sayfa: 24)


''Duvarlarına takvimler asan evlere bir türlü benzeyemedik. Evinizi daireye çevirdiniz bu takvimlerle, diyordum onlara. Bana gülerlerdi: Evi olmayan ukala aydınların bu öfkesine, yuva sahibi cahil insanların rahatlığıyla gülerlerdi.'' (Sayfa: 24)


''Yalnızlığın dinini yayıyordum. 
(Başarılı olduğum söylenemezdi.)
Ben tanrı misafiriyim; kendisinin çok selâmı var sizlere. (Gülerlerdi.) Bu akşam da size yolladı beni. (Birbirlerine bakarak, gene bir şeye canı sıkılmış bunun, derlerdi içlerinden.) Yukarıdakilerin biraz canı sıkılıyor da, sen git biraz dolaş dediler bana. (İşimiz Allaha kalmıştı.) Benim hüzünlü görünüşüme saygı duyarlardı, benim için bir şeyler yapmak isterlerdi. Sana da birini bulsak Hikmet, bu bitip tükenmez dolaşmalarının bir sonu gelse. (Geldi.)'' (Sayfa: 24-25)


''Söyle evlâdım, diye teselli ederdi annem beni.. Söyle de içine hicran olmasın. Hicran oldu anne.'' (Sayfa: 25)


''İnsan, birbirine benzeyen bütün yaşantılarını kesintisiz sürdürmeli albayım; çok uzun bir gün boyunca hayatının bütün içkilerini içmeli meselâ.'' (Sayfa: 26)


''Karanlığa dikti gözlerini: Işık mı azdı.? Yoksa insan aynı parlaklıkta görmüyor mu kafasından geçenleri.?'' (Sayfa: 31)


''Aynı meyhaneye iki kere girilmiyormuş. (Buna benzer bir felsefe vardı, değil mi albayım.?)'' (Sayfa: 33)


''Karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım.? Siz hiç görebildiniz mi.?'' (Sayfa: 33)


''Nerede olursa olsun, bir insanın üstüne bu kadar yaşantı yığılsın da, bir başkası onlardan bir şey çıkarmasın, mümkün mü.?'' (Sayfa: 56)


''Sigara dumanları masayı kapladı. Mavi dumanlar eşyayı inceltti, şimdiki zamanın katı görüntülerini dağıttı; geçmiş zamana gidildi.'' (Sayfa: 59)


''Benim hayatım sürekli bir büyük oyundan ibaretti.'' (Sayfa: 63)


''İşte ondan sonra, kardeşim Hidayet, insanlığa öfkem başlıyordu; belki de ilk öfkelerimi bu oyunlar sırasında duymuştum. Çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Kendime kızıyordum: Çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum Hidayet.? oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim, bana oyun oynanmamalıydı. Bütün gücümle uyanık kalmalıydım; başkalarının rüyalarını görmemeliydim. Ve kardeşim Hidayet, öfkelenince de onların bütün kusurlarını, küçüklüklerini, daha önce hoşgörüyle karşıladığım kendini beğenmişliklerini daha şiddetle görüyordum ve unutmuyordum. Onları kıskanıyordum, onları beğenmiyordum. Oynadıkları oyunu hiç anlamıyorlardı. Yaşamak istiyorlardı, en çok buna kızıyordum.'' (Sayfa: 63)


''Bazı sözler vardır, oğlum Hidayet, insan onlarsız edemez. Ölü noktaya gelmiş olan bir oyun, onlarla birden canlanır; akıcı, sürükleyici bir duruma gelir. Cümlelerin üstüne bir ağırbaşlılık gelir; seyredenler, neden olduğunu bilmeden, birden duygulanır. Oysa, insan kendine ait gizli bir kötülüğü, can sıkıcı bir küçüklüğü farketmiştir tam o sırada; içinden yüzünü buruşturur. Fakat, oyunu, ne pahasına olursa olsun sürdürmek gerekmektedir; oyunun kuralı budur.'' (Sayfa: 64)


''Mektubumuz, karışık olmakla birlikte; ruhumuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır. Acele edelim beyler.!'' (Sayfa: 64)


''Bir yaşantıyı tam bitirmeli. Hiç bir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için. Yeni yaşantılar için. Bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum. HA-Ha.'' (Sayfa: 65)


''Ben de kendimi hoşgörüyle karşılamak istiyorum albayım. Uğraştıkça daha derin bir bataklığa gömüldüğümü hissediyorum.'' (Sayfa: 68)


''Bana vurdular albaylarım, bana vuruluyordu. Merak etme Hikmet oğlum, sen düzelirsin. Öyle deniliyordu albaylarım, yarım kalmış generallerim; sen elbette bir yolunu bulursun diyorlardı.'' (Sayfa: 68)


''Herkes, tarih okuyor albayım; bugüne değer veren kalmadı. Bugün, zaten yaşanıyor; asıl, geçmişte ne olmuş bakalım.? Sararmış vesaikin kararmış fotokopilerinin kirlenmiş baskıları. Bugünü daha iyi anlamak içinmiş aslında. Ne olacak anlayacaksın da.? Daha mı iyi yaşayacaksın.? Öyle deme, öğren, öğren: Nâzım Paşayı Ruslar nasıl aldatmış.? Bakkal Rıza'nın beni aldatmasına karşı yararı dokunur mu.? Anlamıyorsun, meseleleri ayağa düşürüyorsun. Anlamıyorsunuz, meseleler hiç bir zaman başa çıkmadı. Hele sizler, hele sizler, kimsesizler için hiç.
(..)
Canım. Seni görmek istiyordum kısacası. İnsan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir, avunabilir, hayal kurmağa devam edebilir. Sen anlamazsın tabii. Anlamak için, insanın bazı eksik yönleri olmalı.'' (Sayfa: 140)
*
''Bana kötü bakmıştınız. Okurken sayfalarımı buruşturmuştunuz.'' (Sayfa: 143)
*
''Kendinden veriyorsun ve durmadan eksiliyorsun. Oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak, elde ederler istediklerini. Ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum.''
*
''Oysa, birikmiş alacaklarım vardı bu dünyadan. Çünkü kötü bir yaşantıydı.''
*
''Bu yaşantının sonu kötü bitecekti. Kitaplar da öyle yazıyordu. Bu yaşantının sonu da kötü bitecek albayım. Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. Uşak rolünde sahneye çıkarlar. Kötü bir yaşantı, fakat iyi bir oyun.''
*
''Here I come. Come come come. Ey kalem.! Bu eser senin değildir. Ey gece.! Bu seher senin değildir.'' (Sayfa: 158-159)

*
''Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı..''
*
''Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil mi.?''
*
''.. kelimeler aldatıcıydı, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı..'' 
(Sayfa: 209-210)
*
''Ne var ki, dünyada 'sizi anlıyorum' gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. 'Sizi-anlıyorum konuşmanıza-ihtiyaç yok' ya da 'siz-onlara-bakmayın-yalnız-gözlerime-inanın' bakışlarının çoğu aslında 'bugünü-geçirmek-için-bir-bedene-ihtiyacım-var' kalıbından ibaretti. İnsanın, böyle sahtekârlıkları görünce, başı ağrıyordu.'' (Sayfa: 214)



''Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre. 'Yahu insanlık öldü mü.?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'İnsanlık öldü mü.?' ya da 'İnsanlık ölür mü.?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes, insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat, insanlık âleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir âlemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not: Merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet Caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı Ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.'' (Sayfa: 255-256)


''Ben ve benim gibi, kâbuslarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan ruh proletaryası, bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. Ayrıca ülkemiz de, kendi oyunu içinde dünyada hiçbir ülkenin bu çeşit proletaryaya tanımadığı hakları vermiştir bizlere. İnsan, ancak bu ülkenin dışında, manevi bakımdan yüksek bir yerde durursa, bizim özümüzü ve biçimimizi görebilir. Akıl ve ruh proletaryasının en büyük akılsızlığı, akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.'' (Sayfa: 351)



Aydın İnsanın Düşünsel Bunalımlarını Eleştiren Yazar: Oğuz Atay
*
(..) Oğuz Atay nesir edebiyatımıza çok değişik bir ses, yer yer yadırgatan çok değişik bir anlatım, çok değişik, biraz karmaşık da olsa çok değişik bir üslup getirmişti. İnsan yaşamının olgularını -daha çok da ruhsallığımızın olgularını- doğdukları anda saptamaya ve belirlemeye çalışan, bu olguları önceden iyice düzenlenmiş, ilkeleri ve kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğindenliğin savruk çarpıcılığına göre ve bir çeşit çağrışım düzeninde, ama elbette tasarlanmış bir çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım tekniği geliştirmişti Oğuz Atay.
(..) Oğuz Atay'ın tutarlılığı kendini sınıfsal konumu içinde alıp değerlendirmeye, değerlendirirken de eleştirmeye çalışan insan duyarlığında ortaya çıkıyordu. Kendi dünyasını anlatmaya çalışıyordu o, kendisini çevresiyle, ortamıyla, sınıfıyla sınırlıyordu, kendi dışındakini, yaşamadığı, duymadığı, görmediği, bilemeyeceği şeyleri anlatmayı düşünmüyordu. Bu yüzden çabası daha anlamlı ve saygıdeğer oluyordu. (..) O, küçük burjuva aydınının özeleştirisini getirmeye çalışıyordu diyebilir miyiz.? Diyebiliriz sanırım. Ama getirmeye çalıştığı o kadar değildi. Oğuz Atay, daha ileriye giderek, genel aydın insan örneğinin bunalımlarını, her şeyden önce düşünsel bunalımlarını ortaya koyuyordu.
(..) Yazdığı şeyler kurulu düzenin iteceği şeyler değildi, baş tacı edeceği şeyler de değildi. Toplumsal ya da sınıfsal özeleştiri eleştiriden dada acımasız ama daha yapıcı olur genellikle. Öte yandan, özeleştiriyle güçlenir, gelişir eleştiri. Her eleştiride birazcık özeleştiri, her özeleştiride birazcık eleştiri vardır. Onun yazısı eleştiriden çok özeleştiriydi. Ancak, aydın insanın toplumsal, sınıfsal, kişisel düzeydeki zorluklarını ben süzgecinden geçirerek görmek ve göstermek hiç de ters bir anlam taşımıyordu. Hele birçok kalemin yurt sorunlarını bilir bilmez çözümleme çocukluğu uğruna kendilerini boşa harcadıkları bir ortamda, böyle bir çaba hem değerli, hem yararlı bir çabaydı. Eleştirmeciler Oğuz Atay'ın üstünde durmalıydılar, gene de durmalılar, onlar böyle bir çabayı göze almış olsalardı sınıfsal özeleştiri açısından çok verimli bir kaynağı açığa çıkarmış olurlardı.

*
Afşar Timuçin, Milliyet Sanat Dergisi
Tehlikeli Oyunlar: Sayfa: 478

5 Şubat 2019 Salı

Nâzım Hikmet Ran - 835 Satır


Güneşi İçenlerin Türküsü
*
*
Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü.!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü.!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların.!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim.!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü.!
*
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik.!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik.!
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını.!
*
Akın var
güneşe akın.!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın.!
*
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar.!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar.!
İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor.!
*
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at.!
*
Akın var
güneşe akın.!
Güneşi zaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın.!
*
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk.!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız.!
Neş'emiz sıcak.!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o «an»
kadar sıcak.!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru.!
*
Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya.!
*
Akın var
güneşe akın.!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın.!
*
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor.!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor.!
Haykırdı en önde giden,
emreden.!
Bu ses.!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet.!
Emret ki ölelim
emret.!
Güneşi içiyoruz sesinde.!
Coşuyoruz,
coşuyor.!
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor.!
*
Akın var
güneşe akın.!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın.!
*
Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım.!  (Sayfa: 9-13)
Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar.! Atları rüzgâr kanat.. Atları rüzgâr.. Atları.. At..
Salkımsöğüt
*
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını.!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere.!
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından.!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına.!
Ah ne yazık.!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak.!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde.!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar.!
Atları rüzgâr kanat..
Atları rüzgâr..
Atları..
At..
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat.!
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine.!
Ağlama salkımsöğüt
ağlama,
Kara suyun aynasında el bağlama.!
el bağlama.!
ağlama.!  (Sayfa: 14-15)


Orkestra
*
Bana bak.!
Hey.!
Avanak.!
Elinden o zırıltıyı bıraksana.!
Sana,
üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
yaramaz.!
*
Bana bak.!
Hey.!
Avanak.!
Üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
dağlarla dalgalarla kütleleri
ileri
atlatamaz.!
*
Üç telli saz
yatağını değiştirmek isteyen
nehirlerden:-
köylerden, şehirlerden
aldığı hızla,
milyonlarla ağzı
bir tek
ağızla
güldüremez.!
Ağlatamaz.!
hey.!
hey.!
üç telli sazın
üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından.
Onu attım
köşeye.!
hey.!
hey.!
üç telli sazın
ağacından
deli tiryakilere
içi afyon lüleli
bir çubuk
yaptılar.!
*
Hey.!
Hey.!
Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi
dağ-lar-la
başladı orkestram.!
Hey.!
Hey.!
Ağır sesli çekiçler
sağır
örslerin kulağına
Hay-kır-dı.!.
Sabanlar güleşiyor tarlalarla,
tarlalarla.!
Coştu çalgıcı başı,
esiyor orkestram
dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi
dağ-lar-la. (Sayfa: 16-17)


 Piyer Loti
*
''Esrar.!
Tevekkül.!
Kısmet.!
Kafes, han, kervan
şadırvan.!
Gümüş tepsilerde rakseden sultan.!
Mihrace, padişah,
bin bir yaşında bir şah.
Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor.!''
*
İşte frenk şairinin gördüğü şark.!
İşte
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
şarkı.!
Lâkin
ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir şark
yoktu,
olmayacak.!
*
Şark
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak.!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket.!
Açlığın kıtlıktan öldüğü diyar.!
Ağzına kadar
buğdayla dolu ambar.!
Avrupa’nın ambarı.!
*
Asya.!
Amerikan dretnotlarının tel direklerine
senin Çinlilerin
uzun saçlarından
sarı mumlar gibi asıyorlar kendilerini.!
Himalayanın
en yüksek
en dik
en karlı tepesinde
Britanya zabitleri cazbant çaldırıyorlar,
kara tırnaklı ayaklarını daldırıyorlar,
Paryaların
beyaz dişli ölülerini attığı Ganja.!
Anadolu baştan başa
Armistrongun
talim meydanı oldu.!
Asyanın bağrı doldu.!
Şark
yutmayacak
artık.!
Bıktık be bıktık.!
İçinizden biri
can verebilse bile
açlıktan ölen öküzümüze,
burjuvaysa eğer
gözükmesin gözümüze.!
Hattâ sen
sen Pier Loti.!
Sarı muşamba derilerimizden
birbirimize
geçen
tifüsün biti
senden daha yakındır bize
Fransız zabiti.!
Fransız zabiti sen
o üzüm gözlü Azadeyi
bir orospudan
daha çabuk unuttun.!
Kalbimize diktiğin
Azadenin taşını
bir tahta hedef gibi topa tuttun.!
Bilmeyenler
bilsin:
sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin.!
Şarlatan.!
Çürük Fransız kumaşlarını
yüzde beş yüz ihtikârla şarka satan:
Piyer Loti.!
Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer.!
Maddeden ayrı ruha inansaydım eğer,
Şarkın kurtulduğu gün
senin ruhunu
köprü başında çarmıha gerer
karşısında cıgara içerdim.!
Ben elimi size verdim,
size verdik bir elimizi
kucaklayın bizi
Avrupanın sankülotları.!
Sürelim yan yana bindiğimiz al atları.!
Menzil yakın
bakın
kurtuluş günü artık sayılı.
Önümüzde şarkın kurtuluş yılı
bize kanlı mendilini sallıyor.
Al atlarımız emperyalizmin göbeğini nallıyor. (Sayfa: 18-21)


MAKİNALAŞMAK
*
trrrum,
trrrum,
trrrum.!
trak tiki tak.!
makinalaşmak istiyorum.!
*
beynimden, etimden, iskeletimden
geliyor bu.!
Her dinamoyu
altıma almak için
çıldırıyorum.!
Tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri.!
*
trrrum,
trrrum,
trrrum.!
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum.!
*
Mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün.!
*
trrrum.!
trrrum.!
trrrum.!
trak tiki tak
Makinalaşmak istiyorum.!  (Sayfa: 22-23)


AÇLARIN GÖZBEBEKLERİ
*
Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç bizim.!
Onlar
bizim.!
Biz
onların.!
Dalgalar
denizin.!
Deniz
dalgaların.!
Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000.!
Açlar dizilmiş açlar.!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar.!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar.!
Bunlar.!
yürüyen parçaları
o kurak
toprakların.!
Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak bir karın
taşıyor.!
Kimi
deri.. deri.!
Yalnız yaşıyor gözleri.!
Uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman başlı bir nalın çivisi gibi
Deli gözbebekleri, gözbebekleri!
Deli gözbebekleri,
gözbebekleri.!
Hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar öyle bakarlar ki.!
Ağrımız büyük.!
büyük.!
büyük.!
Fakat
artık imanımıza inemez tokat.!
Demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri.!
gözbebekleri.!
Ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam.!
Belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
"kaçık"
diyen, adam.!
Sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mânâ
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
Deli gözbebekleri.!
gözbebekleri.! (Sayfa: 24-27)


GÖVDEMDEKİ KURT
*
Sen
benim
minare boyunda çam gövdeme,
yumuşak
beyaz
bir kurt gibi girdin,
kemirdin.!
Ben
barsaklarında solucan Makdonaldı besleyen
İngiliz amelesi gibi taşıyorum
seni içimde.!
*
Biliyorum
kabahat kimde.!
*
Ey ruhu lordlar kamarası kadın.!
Ey uzun entarili tüysüz Puankare.!
Karşımda:
demirleri kıpkızıl
bir şimendifer ocağı gibi yanmak
senin en basit hünerin;
yine en basit hünerin senin
buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak.!
*
Soğuk.!
Sıcak.!
Kaltak.!
dur.!
Yumuşak
beyaz
kıvrılışlarınla
beynime giriyorsun
kemiriyorsun.!
Oraya giremezsin.!
Onu kemiremezsin.!
*
Yumuşak
beyaz
kıvrılışlarıyla
beynime giren kurdu
çürük bir diş çeker gibi söktüm.!
Epeyce ter döktüm.!
Bu sonuncuydu
bir daha olmayacak.! (Sayfa: 28-29)


BAHRİ HAZER
*
Ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşıyor balam,
konuşup coşuyordu.!
Kim demiş "çört vazmi.!"
Hazer ölü bir göle benzer.!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer.!
Hazerde dost gezer, e.....y.!
düşman gezer.!
*
Dalga bir dağdır
kayık bir geyik.!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova.!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık.!
*
Ve Türkmen kayıkçı
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
Başında kocaman kara bir papak;
bu papak değil:
tüylü bir koyunu karnından yarıp
geçirmiş başına.!
Koyunun tüyleri düşmüş kaşına.!
*
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
*
Ve kayıkçı
"Türkmenistanlı bir Buda heykeli" gibi
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş,
fakat, sanma ki Hazerin karşısında elpençe divan durmuş.!
O da bir Buda heykelinin
taştan sükûnu gibi kendinden emin
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
*
Bakmıyor
kayığa
sarılan
sulara.!
Bakmıyor
çatlayıp
yarılan
sulara.!
*
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyor kayık.!
*
- Yaman esiyor be karayel yaman.!
Sakın özünü Hazerin hilesinden aman.!
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr.!
*
- Aldırma anam ne çıkar.?
Ne çıkar
kudurtsun
karayel
suları,
Hazerde doğanın
Hazerdir mezarı.!
*
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
çıkıyor ka...
iniyor ka...
Çık...
in...
çık... (Sayfa: 30-33)


SAN'AT TELAKKİSİ
*
Bazen ben de gönül ahlarımı
çekerim birer birer
kan kırmızı yakut bir tesbih gibi,
ve bu kızıl pırıltılı tesbihin ipi
sırma saç tellerindendir..
*
Fakat benim
şiirime ilham veren perimin
omuzlarında açılan kanat:
asma köprülerimin
demir putrellerindendir.!
*
Dinlenir,
dinlenmez değil
bülbülün güle karşı feryatları..
Fakat asıl
benim anladığım dil:-
Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan
Bethovenin sonatları..
*
Sen istediğin kadar
tozu dumana katar
sürebilirsin atını.!
Ben değişmem
en halüsüddem
arap atına;
saatte 110 kilometrelik sür`atini
demir raylarda koşan
demir beygirimin.!
*
İri şaşkın bir sinek gibi takılır bazan gözüm
odamın köşesindeki usta örümcek ağlarına..
Lakin asıl hayranım ben:-
halikleri mavi gömlekli mimarlarım olan
77 katlı beton-arme dağlarına.!
*
Erkek güzeli
«Biblos ilahı genç Adonis »
köprübaşında karşıma çıksa,
belki bakmadan geçerim de;
Filozofumun yuvarlak gözlüklü gözüne,
ve ateşçimin
dört köşe terli bir güneş gibi yanan yüzüne
bakmadan geçemem.!
*
Ben elektrikli tezgâhlarımda doldurulan
üçüncü nevi hazır cıgara içerim de,
isterse Samsunun olsun
tütünü kâğıda elimle sarıp içemem.!
Değişmedim
değişemem
Havvanın çırılçıplaklığına
meşin kasketli meşin ceketli karımı.!
Belki benim «tab`ı şairanem » yok.?!
Neyleyim.!
Toprak anamın çocuklarından çok
seviyorum:-
kendi çocuklarımı.! (Sayfa: 36-37)


 KORSAN TÜRKÜSÜ
*
İşte..
geniş ağızlı palalar gibi parıldıyor güneşte,
kulakları altın küpeli korsanların türküsü:
*
Donna Madonnanın yuvarlak
kalçaları gibi oynak
fıçılardan
içtik İspanyol şarabını.!
Karıştı Madrit orospularının kanı
kanımıza.!
*
Beş yüz baş zenciyi zincire vurduk,
üç direkli kadırgayı doldurduk,
aldık yükü geliyoruz.!
Taze balık gibi çıktık denizden;
korkma bizden
tombul, esmer kollarını aç Madonna.!
Afrikada gözü kanlı korsanız amma
Lizbonda namuslu bezirgânız.!
*
Kaçıyor kara çıplak derilerin sürüsü.!
Kaçırma vur bir yandan
durma doldur öbür yandan:
Donna Madonnanın yuvarlak
kalçaları gibi oynak
fıçılardan
erimiş altın gibi akan
İspanyol şarabını.!
*
Karışsın Madrit orospularının kanı
kanımıza.! (Sayfa: 38-39)


RODOS HEYKELİ
*
Ayağına 45 numro Amerikan kundurası geçirmiş
bir RODOS HEYKELİ gibiyim.!
*
Sigorta şirketleri
sigortalıyor beni 101 seneye.
Herkes
gözlerinin bebeğine sığmayan vücudumu
yekpare mermer sanıyor.
*
Halbuki ben
dev gövdemin
kof bir alçı kalıp olduğunu biliyorum.
Biliyorum
hesabettim:
Sayısı 10 lar evini doldurmayan senelerden sonra
geniş göğsüm
çatlıyacak.!
*
Kafamda bunun yalnız bir ağrısı var,
o da şu:
Buradan
oraya
gitmek için
asma köprü kuranlara,
daha ben
cüsseme yaraşan putrelleri götürmedim.!
Zaman az.!
Geniş göğsüm
çatlıyacak.!
45 numro Amerikan kunduralarımla
dekametroluk adımlar atsam da kâfi değil.
*
Koşmak lâzım,
Olimpiyat yarışlarında gibi koşmak,
KOOOOOOŞ-MAK.!! (Sayfa: 39-40)


JOKONDUN HATIRA DEFTERİNDEN PARÇALAR
*
Paris, 15 Mart 1924, Luvur Müzesi
***
(''Jokond'' isimli manzum romanın birinci kısmından bir iki kroki)
*
Luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
Can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor.
Bıktım artık canımın sıkıntısından.
İçimdeki bu ruh yıkıntısından
aldı fikrim şu hisseyi:
Müzeyi
gezmek iyi,
müzelik olmak fena.!
*
Ben bu maziyi hapseden saraya
öyle ağır bir hükümle kondum ki,
çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlı boya
mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya.
Çünki
ben o Floransalı Jokondum ki
Floransadan daha meşhurdur tebessümüm.
*
Luvur müzesinde artık canım sıkılıyor,
ve mademki maziyle konuşmaktan çabuk bıkılıyor,
ben
karar verdim bugünden itibaren
bir hatıra defteri tutmağa.
Belki dahli olur bugünü yazmanın
dünü unutmağa.
*
Lâkin acayip bir yerdir Luvur.
Burda belki bulunur:
İskenderi Kebirin
kronometreli Lonjin saatı.
Fakat
bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
ve bir tabaka temiz defter kâadı.
*
Lânet olsun Luvruna, Parisine
Yazarım ben de hatıratı
muşambamın tersine.
*
Ve işte:
Kırmızı burnunu eteklerime sokan,
saçları şarap kokan
miyop bir Amerikalının
aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
başladım hatıratıma.
Yazıyorum sırtıma:
Tebessümü meşhur olmanın elemini.!
*
18 Mart. Gece
*****************
Luvur uyudu.
Zulmette Venüsün kolsuz vücudu
benziyor bir harbi umumi neferine.
Palıyor bir Şövalyenin altın miğferi:
vurdukça gece bekçilerinin feneri
karanlık bir resmin üzerine.
Burda
Luvurda
benziyor günlerim birbirine
tahta bir mik'abın dört tarafı gibi.
Başım keskin kokularla dolu
bir ecza dolabının rafı gibi.
*
20 Mart
*********
Hayranım Felemenk ressamlarına:
Süt ve sucuk tacirlerinin tombul madamlarına
kolay mı üryan bir ilâhe edası vermek.?
Lâkin
isterse ipekli don giyinsin
inek + ipekli don = inek.!
*
Dün gece
bir pencere
açık kalmış.
Felemenkli üryan ilâheler soğuk almış.
*
Bugün
bütün gün
ziyaretçilere
çevirip dağ gibi pembe çıplak gerilerini
aksırıp öksürdüler.
Tutulmuşum ben de nezleye.
Nezleli bir tebessümle gülünç olmayım diye,
ziyaretçilerden gizliye gizliye
burnumu çekip durdum.
*
1 Nisan
*********
Bugün bir Çinli gördüm.
Başı perçemli Çinlilere benzer yeri yok.!
Ne de çok
baktı bana.!
Bilirim ki ben
Fildişini ipek gibi işliyen
Çinlilerin teveccühü
atılamaz yabana.
----------------------
----------------------
----------------------
----------------------
----------------------
----------------------
*
20 Nisan
**********
Çin hadisatıyla meşgul gazeteler.
Anlıyorum ki artık,
Kaf dağından gelen eder
altın semasında Çinimâçin yurdunun
gerdi kanat.
Fakat
bu işte yalnız Britanya lordunun
tüyleri yolunmuş bir kuş
gibi matruş
gırtlağı değil,
kesilecek
Konfuçyusun
uzun
seyrek
sakalı da.
*
22 Nisan
**********
Dün gece bir Amerikan zurnasıyla
12 beygirlik bir Fordun kornasıyla
bir rüyadan uyandım.
Ve bir lahza gördüğüm
bir lahzada öldü.
*
Gördüğüm durgun mavi bir göldü.!
Bu gölde canımın çekik gözlü canı
yaldızlı bir balığın sarılmıştı boynuna.
Ben gidiyorum ona
sandalım çinişi bir çay fincanı,
açtığım yelken
kamış bir Japon
şemsiyesinin
nakışlı ipeğinden.
*
2 Mayıs
*********
Bugün Çinlim gelmedi.
*
5 Mayıs
*********
Bugün de yok.
*
8 Mayıs
*********
Benziyor günlerim
bir istasyonun
bekleme salonuna.
Gözlerim dikili demiryoluna.
*
10 Mayıs
***********
Yunan heykeltraşları.!
Selçuk elinin çini nakkaşları.!
Cemşide ateşle halı dokuyanlar.!
Çölde hecinlere kaside okuyanlar.!
Vücudunun rakısı rüzgâr gibi esen.!
Bir kırat mücevheri 36 köşeli kesen.!
Ve sen
beş parmağında beş hüner taşıyan
Mikel Anj usta.!
Haykırın ilân edin düşmana dosta:
Pariste fazla bağırmış diye,
sevgilisi Jokondun,
Fransa hududunun
atılmış haricine.!
*
Çinden gelen sevgilim gitti Çine.!
Ve ben artık
bilemem kimlere derler Leylâ ile Mecnun.?
O pantolonlu Leylâ
Ben eteklikli Mecnun değisem.!
*
Ağlayabilsem a...h
ağlayabilsem.!
*
13 Mayıs
***********
Bugün tam benim önümde
kanlı ağzının
boyasını tazeleyen
bir ev kızının
elindeki aynaya ilişince gözüm,
parçalandı kafamda şöhretimin teneke tacı.
İçimde kıvranırken ağlamak ihtiyacı
dudaklarım kırıtıyor,
pişmiş bir domuz kellesi gibi suratım sırıtıyor.
*
Dilerim ki
kübist bir ressama fırça olsun kemikleri
Leonar da Vinçinin,
boyalı elleriyle sarılıp boğazıma,
altın kaplama bir diş gibi ağzıma,
bu mel'un tebessümü taktığı için.!
*
(Yakında bu romanın tamamı çıkacak.) (Sayfa: 41-48)


BERKLEY
*
Behey
Berkley.!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
dizüstü süründürmek içindir.
*
Behey
Berkley,
Behey Allahın
Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili.!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
her gece titreyerek
görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
evlerinin
camlarında.!
Hâlâ
kanlı beş parmağının izi var
o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında.!
*
Behey
Berkley.!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
Kıralın şövalyesi,
sermayenin altın sesi,
ve Allahın peskoposu.!
Felsefenden tüten günlük kokusu
başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
dizüstü süründürmek içindir.!
*
Her kelimen
kelepçelerken
bileklerimizi,
kıvrılan
bir yılan
gibi satırların
sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
sivri yosunlu ucundan
kızıl kan
damlıyan
yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
diz çökmüş önünde Rabbın
kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
inandıracaktın.?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
bir rahibe değiliz ki.!
*
Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki.!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
hemen anlaşmak için
bir kapı açıyorsun,
binip Allahının sırtına
soldan geri kaçıyorsun.!
Kaçma dur.!
Her yol Romaya gider,
— bu belki doğrudur —
fakat
fikri evvel gören her felsefenin
safsata iklimidir yelken açtığı yer.!
Bu bir hakikat
— hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
parlak
yuvarlak
elmaya:
«Fikirlerin bir
terkibidir,»
diyorsun.!
Dışımızda bize bağlanmadan
var olan
varlığı
inkâr ediyorsun.!
*
Şu mavi deniz
şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi.?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
ne mekân.!
Ne senin haricinde bir vücut
ne senden evvel kimse mevcut,
ne senden sonra kâinat baki
bir sen
bir de Allah hakikî.
*
Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı.!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı.?
Yoksa kendi altında sen
kendinle mi yattın.?
Diyelim ki senden evvel baban yok
İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
Meryem gibi bir anan da mı yok.!
Diyelim ki yapyalnızsın
Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık.! Tevratını okuyan da mı yok.!
Çok yalan söylemişsin çok.
*
Sen emin ol ki Berkley
— olmasan da zarar yok —
bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
biraz alay
biraz şaka
ve birkaç tokat
— eldivensiz cinsinden —
Neyleyim.?
Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
— baş döndürmezse eğer —
ve işte bizimkiler
güldüler mi,
ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
yoksa ne sende
ne de bende.!
*
Dinle Berkley.!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
bir kovan.
Ona balı dolduran
arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
sonsuz derin
pınarıdır kâinat.!
Kâinat geniş
kâinat derin
kâinat uçsuz bucaksız.!
Biz onun parçaları,
biz ondan doğan bir sürü bacaksız.!
Biz o bacaksızların
— anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
emredenlere emir verenlerden değiliz.!
Bağlıyız toprağa
kalın halatlar gibi kollarımızla.!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
koparırken kara toprağın esrarını,
biz
seyretmedeyiz
cihan içinden cihanların
doğuşunu;
kehkeşanların
gümüş aydınlığında.!
Görmüşüz,
görmedeyiz
yılların yollarında toprak oluşunu
kızıl kadife dudaklı kızların.!
Çiziyor hareketi gözlerimize
sonsuz maviliklerde
kuyrukluyıldızların
sırma saçlarından kalan izler.
*
Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler.!
*
Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
hakikati gizler..
*
Her yeni ummanla beraber
bir yeni imkân.!
Kâinat geniş
kâinat derin
kâinat uçsuz bucaksız.!
*
Behey.!
Berkley.!
Behey bir karış boyuna bakmadan
Karpatları inkâr eden cüce.!
Ahrete gittiysen eğer
oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını.!
Fakat buradan
topla hemen tarağını tasını,
Haraç mezat.!
Haraç mezat.!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
göğe çıkan tahtını.!
*
Yok üstünde tabiatın
tabiattan gayri kuvvet.!
Tabiat geniş
tabiat derin
tabiat uçsuz bucaksız.! (Sayfa: 49-56)


HER KİTABIMIN SON SÖZÜ
*
Sen sanma ki san'atın
damağımda tadı var
acı bir hıyar
lezzeti gibi..
Mısralarımda yook benim
göz yaşlarının tadı,
Şiirlerim içilmez
İngiliz tuzu gibi.. (Sayfa: 57)


Şang-Hay'da kafası kesilen arkadaşım SI-YA-U'nun hatırasına
*
JOKOND İLE Sİ-YA-U
*
Rönesans devrinin İtalyan ressamlarından Leonar da Vinci'nin meşhur eserlerinden birinin ismi Jokond'dur. Jokond tebessümüyle meşhurdur. Bu kitaptaki acayip sergüzeşt işte bu Jokond ile Sİ-YA-U isminde bir Çinlinin macerasına dairdir.
*
Nâzım Hikmet Ran - Bir İddia
#835Satır, 1928, Sayfa: 61-63
-----------------------------------------
Leonardo nâm
nakkaşı dehrin
meşhur Jokondu
basmıştır kadem
rahı firâre.
Ve firarîden
boşalan yere
taklidi kondu.
*
işbû risaleyi
tastir eden şair
çok şeyler biliyor
hakikî Jokondun
encamına dair.
*
Ol fettan âhû
bir yâr severdi:
bir Çinli âdem
ismiii Sİ-YA-Û.
Gözleriiii badem
sözleriii şirin.
Bu yârin peşine
takılmıştır Jokond
bir Çin beldesinde
yakılmıştır Jokond.
*
Ben Nâzım Hikmet
râkımülhuruf
işbû hususta
düşmanaaa dosta
çekip yürekten
günde beş növbet
yuf üstüne yuf
idda ediyorum,
isbat edeceğim;
isbat edemezsem
sahni suhanden
yıkılıp gideceğim.  (Sayfa: 61-63)


JOKONDUN HATIRA DEFTERİNDEN PARÇALAR
*
1 Nisan
*
Bugün bir Çinli gördüm;
başı perçemli Çinlilere benzer yeri yok.
Ne de çok
baktı bana.
Bilirim ki ben
fildişini ipek gibi işliyen
Çinlilerin teveccühü
atılamaz yabana..
-------------------------------
11 Nisan
*
İsmini öğrendim her gün gelen Çinlinin:
Sİ-YA-U
-------------------------------
16 Nisan
*
Bugün gözlerin sesiyle
konuştuk kendisiyle.
Gündüzleri kumaş dokuyormuş,
gece okuyormuş.
İşte çoktandır ki gece
kara gömlekli bir Faşist ordusu gibi geldi.
Kendini Sen nehrine atan bir işsizin
karanlık sudan sesi yükseldi.
Ve ey yumruk kadar başında
dağ gibi rüzgârlar esen
ben eminim ki bu anda sen
cevap almak için yıldızlara sorduğun
cevaplardan,
kuleler kuruyorsun kalın meşin kaplı
kitaplardan,
oku
Sİ-YA-U
OKU..
Ve gözlerin satırlarda isteneni bulunca
gözlerin yorulunca
bırak yorgun başını
siyah sarı bir Japon krizantemi gibi
kitapların üstüne..
UYU
Sİ-YA-U
UYU..
-------------------------------
18 Nisan
*
Başladım unutmaya
tombul Rönesans üstatlarının isimlerini.
Görmek istiyorum
çekik gözlü Çin nakkaşlarının
ince uzun kamış fırçalarından
damlıyan
siyah suluboya kuş ve çiçek
resimlerini..
-------------------------------
PARİS Telsizinin Haberleri
-------------------------------
ALLO
ALLO
ALLO
PARİS
PARİS
PARİS..
*
Havada sesler
ateş tazılar gibi koşuyor.
Eyfel kulesinin telsizi konuşuyor:
*
ALLO
ALLO
ALLO
PARİS
PARİS
PARİS..
*
-- BİZ DE şarklıyız bu ses bizedir
bizim de kulaklarımız bir ahizedir
biz de Eyfeli dinlemeliyiz --
Çinden haber
Çinden haber
Çinden haber:
Kaf dağından gelen ejder
Altın semasında Çinimaçin yurdunun
gerdi kanat.
Fakat
bu işte sade Britanya lordunun
tüyleri yolunmuş
kalın boyunlu bir kuş
gibi matruş
gırtlağı değil,
kesilecek
Konfuçyusun
uzun
seyrek
sakalı da.!
*
JOKONDun Hatıra Defterinden

-------------------------------
21 Nisan
*
Bugün Çinlim
gözbebeklerimin içinde durdu;
ve sordu:
''Tanklarının kırk ayaklı tekerlekleriyle
pirinç tarlalarımızı ezenler,
şehirlerimizde
cehennem imparatorları gibi gezenler:
SENİN
seni YARATANIN nesli mi.?''
Az kaldı ''hayır'' diye haykırarak
kaldıracaktım elimi..
-------------------------------
27 Nisan
*
Bu gece bir Amerikan zurnasıyla
12 beygirlik bir Fordun kornasıyla
bir rüyadan uyandım,
ve bir lahza gördüğüm
bir lahzada öldü.
Gördüğüm durgun mavi bir göldü.
Bu gölde canımın çekik gözlü canı
yıldızlı bir balığın sarılmıştı boynuna.
Ben gidiyordum ona
sandalım çinişi bir çay fincanı;
açtığım yelken
kamış bir japon
şemsiyesinin
nakışlı ipeğinden..
-------------------------------
PARİS Telsizinin Haberleri
-------------------------------
ALLO
ALLO
ALLO
PARİS
PARİS
PARİS
Radyo - Stasyon duruyor.
Parisi yine
mavi gömlekli Parisliler
kırmızı sesler
ve kırmızı renklerle dolduruyor..  (Sayfa: 64-74)


İkinci Kısım, Firar
*
MUHARİRin Not Defterinden
*
A dostlar hali berbat Jokondun..
Siz emin olun ki onun
çok uzaklardan haber
almak ümidi olmasaydı eğer
ölümün rengini vermek için
dudaklarındaki mel'un tebessüme,
bir müze bekçisinin tabancasını çalar
boşaltırdı muşamba göğsüne..
------------------------------------------
JOKONDun Not Defterinden
*
Ne olurdu fırçası Leonar da Vinçinin
yaratsaydı beni
yaldızlı güneşinde Çinin.
Arkamdaki dağ resmi
şeker kellesi şeklinde bir Çin dağı olsaydı,
pembe beyaz rengi uzun yüzümün
solsaydı,
alsaydı gözlerim bir badem biçimini.
Ve tebessümüm
gösterseydi göğsümün içini.!
O zaman uzaklardakinin kolunda
dolaşabilirdim Çini.. (Sayfa: 76)


MUHARRİRin Hatıra Defterinden
--------------------------------------------
Jokondla bugün baş başa verdik
Meraklı bir kitabın
yapraklarını çevirir gibi,
birbiri ardınca saatleri çevirdik.
Ve öyle bir karara geldik ki,
bu karar
bölecek bir bıçak gibi ikiye
Jokondun hayatını..
Yarın gece görürsünüz tatbikatını..
*
MUHARRİRin Not Defterinden
--------------------------------------------
Notr Dam dö Parinin saatı
çaldı gece yarısını.
Gece yarısı
gece yarısı.
Kim bilir tam bu anda:
hangi sarhoş öldürüyor karısını.?
Kim bilir tam bu anda:
hangi hortlak
bir şatonun
dehlizinde dolaşıyor.?
Kim bilir tam bu anda:
hangi hırsız
en aşılmaz
bir duvarı aşıyor.?
Gece yarısı.. Gece yarısı..
Kim bilir tam bu anda..
Bilirim ki her romanda
en karanlık saat budur.
Gece yarısı
her kariin yüreğinde bir korkudur..
Fakat neyleyim.?
Tek satıhlı tayyarem
Luvurun damına konduğu anda,
Notr Dam dö Parinin saatı
çaldı gece yarısını.
Ve ben
tuhaftır ki hiçbir korku hissetmeden
okşıyarak tayyaremin alüminyum sağrısını
damın üstüne indim..
Çözerek belime sardığım 50 kulaç ipi
şakuli bir sırat köprüsü gibi
sarkıttım Jokondun penceresine.
Üç keskin düdük çaldım.
Ve derhal cevap aldım
bu üç düdük sesine.
Açtı ardına kadar Jokond penceresini.
Meryem Ana kılığına sokulan
bu fakir bahçıvan kızı
sıyırdı sırtından yaldızlı çerçevesini
ve ipe sarılarak tırmandı yukarıya..*
*
Dostum Sİ-YA-U
talihin varmış doğrusu
düşmüşsün aslan gibi karıya..  (Sayfa: 77-78)


JOKONDun Hatıra Defterinden
------------------------------------------
Bu tayyare dedikleri
kanatlı demir bir at.
Altımızda Paris
Eyfel kulesiyle
sivri burunlu, çopur ablak bir surat.
Yükseliyoruz
yükseliyoruz
karanlığı
ateş bir ok
gibi deliyoruz..
Gökler üstümüze
yaklaşır gibi,
gökyüzü çiçekli bir çayır gibi.
Yükseliyoruz
yükseliyoruz..
----------------
----------------
----------------
Uyumuşum
uyandım.
Sabahın şafak demi.
Gökler durgun bir denizz,
tayyaremiz bir gemi.
Tereyağından kıl çeker gibi gidiyoruz.
Kalıyor arkamızda bir duman yolu.
Pırıltılı yuvarlaklarla dolu
mavi boşlukları seyrediyoruz..
Altımızda benziyor dünya
güneşte yaldızlanan
bir yafa portakalına..
Fakat ne hikmettir ki ben
yükselmiştim de yerden
yüzlerce minare boyu,
yine dünyaya bakıp
aktı ağzımın suyu.. (Sayfa: 79-80)


MUHARRİRin Not Defterinden
----------------------------------------
Şimdi tayyaremiz
Afrikanın üstünde gezen
sıcak rüzgârların içindedir.
Yukardan bakınca Afrika bir
kocaman keman biçimindedir.
Bana öyle geldi ki
çeloyla çalıyorlar Çaykofskiyi
kızgın karanlık ada
Afrikada.
Ve sallıyarak tüylü uzun kollarını
bir goril ağlamada..
*
MUHARRİRin Not Defterinden
----------------------------------------
Bahri Muhiti Hindiyi geçiyoruz.
Havaları, baygın kokulu
koyu bir şurup gibi içiyoruz..
Ve Singapurun sarı fenerine bakarak
Avustralyayı sağda
Madagaskarı solda bırakarak,
ve güvenerek depodaki benzine
rotayı çizdik Çin denizine..
*
Çin denizinde sefer edn bir İngiliz gemizsindeki Con isimli güverte neferinin hatıratından-------------------------------------
*
O akşam
birdenbire fırtına çıktı.
Ama ne fırtına babam
ama ne fırtına..
İsanın anası binmiş sarı bir şeytanın sırtına
havaları karıştırıp fır dönüyor.
Ben de aksi gibi
pruva çanaklığında vardiyadayım.
Koskocaman gemi
altımda nah şu kadar görünüyor.
Esiyor rüzgâr
rüzgâr üstüne
rüzgâr
rüzgâr üstüne
rüzgâr..
Bir yay gibi vınlıyarak yaylanıyor direk.*
Hayda bir çıkıyoruz yukarıya
kafam bulutları yarıyor.
(*: Ta tepede ne işin var
leylek misin be mübarek.? N.H)
Hayda bir aşağı iniyoruz
parmaklarım denizin dibini tarıyor.
Sola yatıyoruz, sağa yatıyoruz.
Yani iskeleye sancağa yatıyoruz.
Ha şimdi battık aman
ha şimdi batıyoruz.
Dalgalar:
Bengale kaplanları gibi
sıçrayıp başımdan aşıyor.
Karşımda dolaşıyor
Cavalı melez bir orospu
gibi korku.
Şaka mı bu be Çin denizi bu..*
Neyse lafı uzatmıyalım.
KÜT..
O ne.?
Havadan mustatil bir muşamba düştü
çanaklığın içine.
Bu muşamba
hoşur bir kadındı.
Düşündüm ki bu göklerden gelen madam
bizim gemici dilinden usulünden
çakmazdı anam.
Hemen önünde bel kırıp öptüm elinden
bir şair ağzı kullanarak dedim ona ki:
- Sen ey bana göklerden gelen muşamba kadın.!
Söyle hangi ilahi vasfa benziyor adın.?
Niye indin buraya nedir büyük maksadın.?
(*: Gemici haklıdır korkusunda
Çin denizinin hiddetini yabana atmıyalım. N.H)
Dedi bana ki:
- Motoru 550 beygirlik
bir tayyareden düştüm.
İsmim Jokond,
Floransalıyım.
Şang-Hay limanına bir an evvel
varmalıyım. (Sayfa: 80-83)

*****
ŞAİR
*
Şairim
şimşek şekillerini şiirlerimin
caddelerde ıslık çalarak
kazırım
duvarlara..
100 metreden
çiftleşen iki sineği seçebilen iki gözüm,
elbette gördü
iki ayaklıların
ikiye ayrıldığını..
Sen
benim
hangisinden olduğumu anlamak istiyorsan
cebime sok
kafanı:
orda
aydınlığı okuyan kara ekmek
sana doğruyu söyler..
Şairim
şiirden anlarım
en sevdiğim gazel
Anti Düringidir Engelsin..
Şairim
bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..
Fakat asıl
şaheserime
başlamak için
Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.
Futbolda eski kurdum.
Fenerbahçenin forvetleri
mahallede kaydırak oynıyan birer piç kurusuyken
ben
en ağır hafbekleri yere vururdum.
Futbolda eski kurdum.
Santırdan alınca pası
çakarım
Hoooooooooooooooooooooop.!
5 numro top
açık ağzından girer golkipin karnına.
Bana mahsustur bu vuruş
futbol potinlerim
kurşunkalemimden öğrendi bu zanaatı.!
O kurşunkalemim ki
9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra
işkembenizde taş.
Şairiz be,
şairiz dedik ya be arkadaş. (Sayfa: 97-98)


PROVOKATÖR
*
Bu adam
..........sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını..
*
Bu adamın ayaklarında dolaşıyor
..........korku,
..........gölgesi gibi..
*
Karanlık bir su gibi yaşıyor
..........bu adam.
*
Güneş batınca her akşam,
kaldırımlarda karısının donunu sürüyerek,
parmaklarının ucuna basıp yürüyerek
..........size doğru yaklaşan odur.
*
Siz tanıyın onu
..........kalbinin boynunda sallanarak seslenen
..........mel'un çıngırağından,
ve bilin ki onun
döküyor parça parça cüzzam illeti
..........ruhunun
..........etini..
*
Bu adam bugün açtır.
Açtır ama,
kaybetti bu adamda
kudretli ve büyük açlık bile kudsiyetini..
*
A dostlar, bu adam
güneş batınca bir akşam
..........sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
..........kanlı, kesik başını.. (Sayfa: 121-122)


MEŞİN KAPLI KİTAP
*
Yaldızlı meşin kabı
Paralanmış kitabı,
Ay altında dün gece
Deli bir derviş gibi,
Mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi,
Okudum saatlerce..
*
Yaldızlı meşin kabın
Parçalanmış koynunda uyuklıyan kitabın,
Çevirdikçe küf kokan her sarı yaprağını
Sandım ki eşiyorum bir mezar toprağını.
*
İnce el yazıları canlandı birer birer
Masallarda çizilen yüzleri gösterdiler:
İblis bir yılan oldu, Âdem Havva'ya kandı,
kardeşini öldüren lânetli ruhu gördüm.
Koca tahta bir gemi ummanlarda çalkandı,
Ufuklardan güvercin bekleyen Nuh'u gördüm.
İsmail'in topuğu kumdan çıkardı zemzem.
Turu Sina'da Musa kaldırdı kollarını,
Asasını vurunca yarıldı Bahri Kulzem
Buldu Beni İsrail Kudüs'ün yollarını.
Zekeriya zikrini
bir sonsuz aha verdi,
Doğdu İsa bikrini
Meryem Allaha verdi,
Kureyşi Muhammed'e kucak açtı Medine.
Bir ateş mezar oldu Kerbelâ Hüseyin'e..
*
Sayfalar dönükçe bunlar hep birer birer
Doğrulup devrildiler.
Ay battı güneş doğdu,
Kalbimde ateş doğdu.
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya
Attım kör bir kuyuya..
*
Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık.!
Karanlıkta çizilen izleri görmek için,
Görüp yüz sürmek için,
Yazık, yazık bize ki bir çırağ gibi yandık..
Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet.
Çalışan esirlere İsa, Musa, Muhammet,
Sade bir satır dua, bir tütsü, buhur verdi
Masal cennetlerinin yollarını gösterdi.
Ne beş vaktin ezanı, ne Anjelüs çanları
Zincirden kurtarmadı yoksul çalışanları.
Yine biz köleleriz, efendilerimiz var,
Yine her mel'un taşı yosunlanmış bir duvar,
Esir-efendi diye koymuş da adlarını,
İki bahta ayırmış arzın evlâtlarını.
Efendi işletiyor, esir işliyor yine.
Yine efendilerin gümüşlü sofrasından,
Kar gibi ekmeğinden, şarap dolu tasından
Kırıntı, artık bile düşmüyor işleyene.
Yine biz esir geçen her günün akşamında
Eve sade bir lokma ekmek getiriyoruz.
*
Gece yağmur inlerken evimizin damında,
Isınabilmek için güneşi bekler gibi
Birbirine sokulan hasta köpekler gibi
Yırtık yorganımızın altında titriyoruz.
Çiftimiz, balyozumuz, sonsuz çalışmamızla,
Asırlardır bağrında inleyen kazmamızla
Heyecana geldi de kara toprağın kalbi,
Kendini teslim eden taze bir kadın gibi
Çiçeklerle donandı dünya isimli ağaç.
Biz bu ağacımızın dibinde ölürken aç,
Efendiler gösterip sırıtan dişlerini
Birer birer topluyor bütün yemişlerini..
*
Efendiler, ağalar, evliyalar, keşişler
Ebedi karanlığın boğulsun kollarında.
Artık temiz ruhların aydınlık yollarında
Sade bir din, bir kanun, bir hak:
---------------------------İşleyen-dişler.. (Sayfa: 176-178)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...