20 Ekim 2018 Cumartesi

Gülten Akın - Ağıtlar ve Türküler Kitabından:


Sardunya 
🌿🍀🌱🌿🍀🌱🌿🍀
Yasadır anımsatalım:
Tohum ekenlerin, fide dikenlerin
Kimse durduramaz yağmurunu
Güneşini kimse kesemez
🌿🍀🌱🌿🍀🌱🌿🍀
Fesleğen ekiyorum, sardunya dikiyorum
Arsızmış, öyle diyor komşum
Artık siz istemeseniz de
Açar tohumunu, yayılır toprağınızda
🌿🍀🌱🌿🍀🌱🌿🍀
Ne güzel ne güzel ne güzel tanrım
Fesleğen ekiyor, sardunya dikiyorum
Bitiyorum arsızlığına çimenin çiçeğin
Arsızlık bugünden geri
Umut ve direnç demektir
Sokulmak demektir yaşamın koynuna
Özdeşlik demektir yaşamla
İnan olsun dostlar, inan olsun
Dalından kopan sardunya
Bozulmadı bi kez, eğmedi başını
Açmayı sürdürdü diktiğim toprakta  (Sayfa: 120)


ŞİFAHİ
*
Gövdem çürüyordu
Leylaklar zakkumlar içinde
Kafesim göğsümü bırakıp gitmiş
Dar boynum lale
Çürük bir köpeği kokluyordum
Kendi işemiği içirilmiş
Baldıran yerine
İlk kez çocukluktan çıktığımdı
Uygulamalı tarih dersinde
Çarmıhtan başlattılar
İsa'nın kolları kan içinde
Sonra bu kollarla çağımızda
Bir kuşu bile kaldıramadı İsa
Elleri kendinde değildi
*
Kimse
O kimse kimse
Kimse soruyordu
Yanıtı önceden verilmiş sorularla
Buna saldırmak denirdi
Başka zaman olsa
*
Derken gerilmiş bacağımızda
İçerden tınlayan haşarı diyapozon
Kopuyordu sinirlerimiz
Davuldu tabanımız vura vura
Patlatıyorlardı,
Çıksın diye tın tın tınlayan
Al diyapozon
O inatçı şeytan
Direnç havlıyordu
*
Nasıl üremiştik gösteriyorlardı
Burgaçlar burgaçlar burgaçlar içinde
Bu yanlıştı bence
Ya da uyutmuşlar bizi anatomi dersinde
*
Kan dereler gibi, o gerçek o
Nerde taşır bunca kanı şaşıp kalır insan
Karsa dağlar, çıplaksınız kar içinde
Ya da bir kış gölüdür,
Ateş sanıp sizi, söndürüyorlar
*
İncelmiş azalmış gibiyiz çoğumuz
Büsbütün kurtulur kimimiz ağırlığından
Çarpa çarpa başımızı duvarlara
(Onlar öyle derler sonradan)
Kurtulmuştur kimimiz ağırlığından.
*
Ölüm erkencidir, bekleyemez orda
Demir odalarda
Bir de yüreğimiz durmamışsa
Durmamışsa
Canımız örsüne vuruyorsa hâlâ
Dağılanı toplar sararız zamanla
Zamanla
İnsan
Bazan
İçinden içinden büyür insan bazan
Kök salar kendi derinlerine
Bedenini bağışlar egemenliğinden
Kırılmış bir parmak, bükülmeyen bir diz
Ertelenir eklem, ertelenir kas
Susturulur kan
Derin toplar güllerini
İner yarın bahçesine (Sayfa: 134-136)
*****
*****
İğneli Dost
*
İster ki herkes ölsün
Neler besleyip büyütmüş
Gömmüştür neleri gizli gizli
Belleği sıra
İster ki herkes ölsün
*
Şarap olacakken sirkeye dönmüş
Üzüm suyu şaşkınlığında
Gidişi kelebek, gelişi beygir
Kişnemesi çöplük sanrılarıyla
*
Yollarda ipekler halılar, çağırır evine
Eli dili soylu kırmanç güzelliğinde
Tarih düşersiniz artık İsa doğmuştur
Dostluktan önce, dostluktan sonra
Arınmıştır kirlerinden insan ve dünya
Belli belirsiz bir sızıyla
Dönüşte eliniz varırsa sırtınıza
Kocaman paslı bir iğne
*
Onların
Çimen bitmez bastıkları yerde
Sevgi buruşur (Sayfa: 148)


Bedrettin Koçaklaması
*
Bir Türkmen kocası söyledi son kez
Hayattan değerli yoktur, bilesin
Ama körpenin, palazın kanıyla
Kanayan bir yol olduğunda hayat
Asma kendi ışgınını kuruttuğunda
Her Bedrettin ölümle uzlaşır
Uzlaşılacaksa
*
Erdem midir susma, öyle denildi
Ört kepenklerini sıkıca
Sana değmeyene karışma
Yüz alışılmışın sığ sularında
*
Bilim yumuşak bir döşekse
Bedrettin ayakta
*
Halk birikir cellat ölür
Zulum bir başına kalır
İp çürür, kurşun çözülür
Bedrettin yaşamakta
*
Onlar benlerinin kölesi oldular
Değiller
Bir kendi sözlerinin bile sahabı
Gülten çok dostu gördün
Kalsınlar sağlıcakla (Sayfa: 149)
*****
*****
Büyü
*
Büyü de baban sana
Büyü de
Acılar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de
Yokluklar alacak
Büyü de baban sana büyü de
Bitmez işsizlikler açlıklar alacak
Büyü de
büyü de baban sana
Baskılar işkenceler alacak
Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak
Büyü de
Büyüyüp on yedine geldiğinde
Büyü de baban sana
İdamlar alacak (Sayfa: 235)

19 Ekim 2018 Cuma

Fahrenheit 451


''Kitaplar bize yardımcı olacak mı.?''

''Eğer üçüncü gerekli olan şey bize verilebilirse.

Bir, söylediğim gibi bilginin niteliği.

İki, onu hazmedebilmek için gerekli zaman

ve üç; ilk ikisinin birbirini etkilemesinden

öğrendiklerimize dayanan edimlerde bulunabilme hakkı.''

(Sayfa: 129)

Samuel Beckett - Gotot'yu Beklerken


POZZO: Tam olarak neyi bilmek istiyordunuz.?
VLADIMIR: Yükünü neden-
POZZO: (öfkeyle). Lafımı kesmeyin.! (Bir an. Daha sakin.) Hep bir ağızdan konuşursak hiçbir şeyi halledemeyiz. (Bir an.) Ne diyordum.? (Bir an. Daha yüksek sesle.) Ne diyordum.?
*
Vladimir ağır yük taşıyan birini taklit eder. Pozzo şaşkın şaşkın onu seyreder.
*
ESTRAGON: (güçlü). Yük.! (Parmağıyla Lucky'yi işaret eder.) Neden.? Hep tutmak. (Dizleri bükülmüş, soluk soluğa kalmış birini taklit ederek.) Hiç yere bırakmamak. (Ellerini açar, doğrulur, rahatlamıştır.) Neden.?
PUZZO: Hah.! Bunu daha önce ifade etseydiniz ya.! Neden rahatına bakmıyor.? Açıklamaya gayret edeyim. Buna hakkı yok mu.? Kesinlikle var. Demek ki arzu etmiyor. İşte muhakeme diye buna denir. Peki neden arzu etmiyor.? (Bir an.) Beyler, sebebi şu.
VLADIMIR: (Estragon'a). İyi dinle.
POZZO: Beni etkilemek istiyor, onu yanımda tutayım diye.
ESTRAGON: Ne.?
POZZO: Galiba pek anlatamadım. Kendine acındırmak ve beni ondan ayrılma fikrinden caydırmak için yapıyor bunu. Yo, aslında tam öyle de değil.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz.?
POZZO: Beni yumuşatacak aklınca, avucunu yalasın.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz.?
(...)
(...)
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz.?
POZZO: Evet. Ama pekâlâ yapabileceğim gibi kıçına bir tekme atıp kapının önüne koymak varken zahmete giriyorum, bari iyi fiyata satılsın diye panayıra götürüyorum. Ah bu yufka yüreğim.! İşin aslı, bu tür yaratıkları kovmak imkânsızdır. Yapılacak en iyi şey bunları öldürmek.
*
Lucky ağlamaya başlar.
*
ESTRAGON: Ağlıyor.!
POZZO: İhtiyar bir sokak köpeği bile bundan vakurdur.(Estragon'a mendili uzatır.) Yatıştırın bari, madem acıyorsunuz.(Estragon duraksar.) Alın hadi. (Estragon mendili alır.) Silin gözlerinin yaşını. Terk edilme hüznü hafifler böylece.
*
Estragon duraksar.
*
VLADIMIR: Ver, ben yaparım.
*
Estragon mendili vermek istemez. Çocuksu hareketler yapar.
*
POZZO: Tez davranın, ağlaması bitmeden. (Estragon Lucky'ye yaklaşır, gözlerini silecek konuma geçer. Lucky diz altına korkunç bir tekme patlatır. Estragon mendili düşürüp sahnenin gerisine fırlar ve acıyla haykırır.) Sinsi herif.!
*
Lucky valizle sepeti yere bırakır, mendili alır, ilerleyip Puzzo'ya verir, geri çekilir, valizle sepeti tekrar alır.
*
ESTRAGON: İt herif.! (Pantolon paçasını sıyırır.) Sakat bıraktı beni.
PUZZO: Yabancılardan haz etmediğini söylemiştim.(
Sayfa: 38-41)


POZZO: (.. Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı..) (Sayfa: 41)


POZZO: Ağ. Kendini bir ağa dolanmış sanıyor. (Sayfa: 51)

ESTRAGON: (Hikmet yumurtlarcasına). Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız öyle kalır.
(Sayfa: 105)
*****
ESTRAGON: Başka isimler denesek
VLADIMIR: Ölüyor galiba, malesef.
ESTRAGON: Eğlenceli olur.
VLADIMIR: Ne eğlenceli olur.?
ESTRAGON: Başka isimler denemek, art arda. Vakit geçer, er geç doğrusunu buluruz.
VLADIMIR: Adı Puzzo diyorum sana.
ESTRAGON: Anlarız şimdi. Bakalım. (Düşünür.) Habil.! Habil.!
PUZZO: İmdat.!
ESTRAGON: Bir defada bildim.!
VLADIMIR: Bu konu bıkkınlık vermeye başladı.
ESTRAGON: Belki ötekinin adı da Kabil'dir.? Kabil.! Kabil.!
PUZZO: İmdat.!
ESTRAGON: Bu adam bütün insanlık.! (Sessizlik.) (Sayfa: 109)

Hermann Hesse - Siddhartha ( Çeviri: Kamuran Şipal)

''...alnı seçkin ve yüce düşünceler barındırıyordu.'' ( sayfa 17)
*
''Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü.'' ( sayfa 23)
*
''Bir hedef bulunuyordu Siddhartha'nın önünde tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksi düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönlündeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık ben olmayan öz, o büyük giz.'' ( sayfa 24)
*
'' Duyularını öldürüyor, belleğini öldürüyor, binlerce yabancı kılıkta Ben'inden sıyrılıp çıkıyor dışarı, hayvan oluyor, leş oluyor, taş oluyor, tahta oluyor, su oluyor ve her defasında yeniden uyanarak kendi kendisine kavuşuyor, gökyüzünde ister güneş parlasın, ister ay, yine Ben olup devridaim içinde salınımını sürdürüyor, susuyor, susuzluğunu dindiriyor, yeniden susuyordu.'' ( sayfa 25)
*
''Yanı başında Govinda vardı, gölgesi Govinda; o da aynı yolları izliyor, aynı zahmetlere katlanıyordu. Tapınma ve egzersizlerin zorunlu kıldığından başka bir konuşma seyrek geçiyordu aralarında. Zaman zaman birlikte köyleri dolaşıyor, kendileri ve öğretmenleri için yiyecek dileniyorlardı.'' ( sayfa 26)
*
'' Hiçbir şey öğrenilemeyeceğini öğrenmek için hayli zaman harcadım ve harcıyorum hala, dostum Govinda; şimdiye kadar öğrendiğim tek şey, hiçbir şey öğrenemeyeceğim oldu. İnanıyorum ki bizim ''öğrenme'' dediğimiz şey gerçekte yok. Tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da Atman'dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz.'' ( sayfa 29)

*
'' Bir insan gördüm, diye geçirdi içinden Siddhartha, bir tek insan gördüm şimdiye kadar önünde gözlerimi yere indirmeden duramadığım. Bundan böyle kimsenin önünde gözlerimi yere indirmeye niyetim yok., kimsenin.'' ( sayfa 45)
*
'' ''Peki ama, nedir senin öğretilerinden ve öğretmenlerden öğrenmek istediğin ve sana öğretmenlik edenlerin bir türlü sana öğretemediği?'' Ve şu yanıtı verdi soruya: '' Hikmetini ve iç yüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben'di. Kurtulmak, alt etmek istediğim şey, Ben'di. Ama alt edemedim, sadece yanılttım, sadece kaçtım ondan, sadece saklanıp gizlendim. Doğrusu, dünyada bu Ben'im kadar, bu yaşıyor olduğum, başkaları gibi ve başkalarından ayrı biri olduğum, Siddhartha olduğum bilmecesi kadar kafamı başka hiçbir şey kurcalamadı. Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok!'' (sayfa 47)
*
''Anlamını çıkarmak istediği bir yazıyı okuyan biri, işaretleri ve harfleri küçümsemez; yanılsama, rastlantı ve değersiz bir kabuk diye bakmayıp okur, inceler ve sever onları, her harf karşısında böyle davranır. Oysa dünya kitabını ve kendi varlığımın kitabını okumak isteyen ben ne yaptım, önceden varsaydığım bir anlam uğruna işaretleri ve harfleri hor gördüm, görüngüler dünyasına yanılsama, dedim; Kendi gözümü ve kendi dilimi nasılsa var olmuş değersiz nesneler saydım. Olamaz böyle şey, geride kaldı bu, artık uyandım, gerçekten uyandım ve ancak bugün açtım dünyaya gözlerimi.'' ( sayfa 49)

*
'' ''Güzel bir ırmak,'' dedi Siddhartha kayıkçıya.
''Evet,'' diye cevapladı kayıkçı, ''pek güzel bir ırmaktır, onu her şeyden çok severim. Sesine sık sık kulak verip dinlemişimdir, sık sık gözlerinin içine bakmışımdır. Her zaman bir şeyler öğrenmişimdir ondan. Bir ırmak insana çok şey öğretebilir.''
( sayfa 56)

*
'' Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçirilemez.'' ( sayfa 62-63)
*
Hiç kimse bir başkasının yürüdüğü yolda ne kadar ilerlemiş olduğunu göremez, haydutların ve zar atıp kumar oynayanların içinde bekleyen bir Buddha, Brahmanların içinde bekleyen bir haydut vardır. Yoğun bir meditasyonla zamanı yok etme, var olmuş olan, var olan, var olacak olan tüm yaşamı bir eşzamanlılık içinde görme olanağı ele geçirilir, böyle bir durumda her şey iyidir, her şey mükemmel, her şey Brahman'dır. Bu yüzden var olan her yer iyi görünüyor bana, ölüm yaşam gibi, günah kutsallık gibi, akıllılık aptallık gibi görünüyor, her şeyin öyle olması gerekir, her şey benim onayımı, benim istekliliğimi, benim sevecen rızamı beklemektedir, benim için iyidir o zaman, bana zararı dokunamaz. Günaha pek çok gereksinim olduğunu kendi bedenimde ve kendi ruhumda yaşadım, diretmekten vazgeçip dünyayı sevmeyi öğrenmek, onu kendi arzuladığım, kendi hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kendi uydurduğum bir mükemmellikle karşılaştırmayıp nasılsa öyle bırakmak ve onu sevmek, gönülden onun içinde yer almak için şehvete, mal ve mülke, kendini beğenmişliğe gereksinim duydum, en rezilce umarsızlıklara kapılmayı gereksindim. ( sayfa 141)

Hermann Hesse - Öldürmeyeceksin

SANATÇI VE PSİKANALİZ
*
''Düşü görendi sanatçı, psikanalist ise görülen düşün yorumlayıcısıydı.'' (sayfa 121)
****
''...... Psikanaliz yolunda atılacak daha ilk adımlar insan için güçlü hatta muazzam bir yaşantı oluşturacak, insanı temelden sarsan bir durumla karşı karşıya bırakacaktır. NE VAR Kİ, BU SARSINTIYA DAYANIP DA AYNI YOLDA İLERLEMEYİ SÜRDÜRENLER KENDİLERİNİ HER ADIMDA DAHA ÇOK YALNIZLAŞMIŞ GÖRECEK, GELENEKLE GEÇMİŞTEN AKTARILAGELEN GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERLE BAĞLARININ GİDEREK DAHA ÇOK KOPTUĞUNU HİSSEDECEKTİR.'' (sayfa 122-123)
****
''Psikanalizin bu eğitici, ileriye götürücü ve kamçılayıcı gücünden en çok yararlanacak bir kimse varsa, o da sanatçıdır. ÇÜNKÜ SANATÇI İÇİN EN ÖNEMLİ OLAN, DÜNYAYA, BU DÜNYANIN GELENEK VE GÖRENEKLERİNE ELDEN GELDİĞİNCE RAHAT BİR UYUM SAĞLAMAK DEĞİL, KENDİ KİŞİLİĞİNDEKİ BİRİCİKLİĞİ ELE GEÇİRMEKTİR.'' (sayfa 123)
****
''.......ilk kez Otto Rank, Schiller tarafından yazılıp bilinçaltı psikolojisini alabildiğine şaşırtıcı şekilde doğrulayan bir mektubun şu bölümüne değinmiştir. Üretkenliğindeki aksaklıklardan yakınan Körner'e yazdığı mektubunbu bölümünde şöyle der Schiller:
''Bana öyle geliyor ki şikayetlerin us'unun hayal gücünün üzerindeki baskısından kaynaklanıyor. US'UN HAYAL GÜCÜNDEN AKIP GELEN DÜŞÜNCELERİ ADETA DAHA KAPININ EŞİĞİNDE KARŞILAYIP PEK SIKI BİR DENETİMDEN GEÇİRMESİ ÖYLE ANLAŞILIYOR Kİ İYİ DEĞİL, TERSİNE RUHUN YARATICILIĞI AÇISINDAN ZARARLI BİR ŞEYDİR. ÖTEKİLERDEN SOYUTLANIP TEK BAŞINA ELE ALINAN BİR DÜŞÜNCE, ÇOK ÖNEMSİZ VE PEK ACAYİP GÖRÜNEBİLİR, AMA BELKİ HEMEN KENDİSİNİ İZLEYECEK DÜŞÜNCE ONU ÖNEMLİ KILACAK, BELKİ KENDİSİ GİBİ TEK BAŞLARINA AYNI ŞEKİLDE TATSIZ İZLENİM BIRAKABİLECEK OLAN BAŞKA DÜŞÜNCELERLE BELLİ BİR İLİŞKİ İÇİNDE GAYET TUTARLI BİR BÜTÜN OLUŞTURACAKTIR. BİR DÜŞÜNCEYİ, ÖTEKİLERLE İLİŞKİ İÇİNDE GÖREBİLECEK KADAR SABREDEMEYEN US, BU KONUDA BİR DEĞER YARGISI VEREBİLECEK KONUMDA DEĞİLDİR. yARATICI BİR BEYİNDE İSE, BANA ÖYLE GELİYOR Kİ, US HAYAL GÜCÜNÜN KAPILARININ ÖNÜNDEKİ NÖBETÇİLERİNİ GERİYE ÇEKER, DÜŞÜNCELER OLDUĞU GİBİ KARMAKARIŞIK DOLUŞUR US'TAN İÇERİ; ANCAK BUNDAN SONRASIDIR Kİ US O BÜYÜK DÜŞÜNCE KALABALIĞINI TOPLUCA ELE ALIP GÖZDEN GEÇİRİR.'' ( sayfa124)

HERMAN HESSE/ ÖLDÜRMEYECEKSİN

18 Ekim 2018 Perşembe

Sevgi Soysal - Tante Rosa

Sevgi Soysal - Tante Rosa


''Her şey aynı ölçüde kutsal ve aynı ölçüde aşağılık olabilir.'' 
*
Bir yeni pabuç altı gibiydi Tante Rosa. Hiçbir yaşantısına basmamıştı.. (Sayfa: 44)

Orhan Karaveli - Sakallı Celâl (Celâl Yalınız)


Bir keresinde yanına yaklaşıp:
- Kimi arıyordunuz üstat.?
Öyle ya belki bir yakınını arıyor veya bekliyordu ve ben bir koşu okula gidip aradığı ya da beklediği arkadaşı bularak haber verir, üstadı fazla bekletmemesini söyleyebilirdim.
Yumuşak, sıcak, çocuksu gözlerle beni süzmüştü gülerek.
Sol elini inanılmaz bir babacanlıkla sağ omzuma koymuş ve elindeki gazeteyi –o zaman nedenini bilmiyordum- yüzümle ağzı arasında tutarak:
- Kimi mi arıyorum.? Demişti.
- Evet, kimi arıyorsunuz.? Belki yardımcı olabilirim bulmanıza.
- Sen keyfine bak evlat.! Çünkü ben, kendimi arıyorum, kendimi.! (Sayfa: 15)





Dönemin ünlü karikatüristlerinden Ramiz'in çizgileriyle
''Sakalını ele vermeyen Sakallı Celâl Bey.!'' (Sayfa: 27)


Ölümünü izleyen günlerde Sakallı Celâl’le ilgili olarak yayımlanan yazılar günlük gazetelerle sınırlı kalmamış, haftalık dergilerde sayfalarını onun hâtırasına cömertçe açmıştı. Bunlardan ikisi yıllanmış mizah dergisi Akbaba ile 27 Mayıs 1960 devriminin getirdiği özgürlük ortamında yayın hayatına atılan Yön idi.
Ozan ve yazar Yusuf Ziya Ortaç, başarıyla yayımladığı haftalık mizah dergisi Akbaba’nın 20 Haziran 1962 tarihli sayısında şunları yazıyordu:
Sakallı Celâl’in cenazesine gidemedim. İnsan, kendi tabutunun arkasından yürüyebilir mi.?
Onu tanıdığım zaman benim yaşım yirminin bir iki yıl üstündeydi. Onunki otuzun bir iki yıl altında. Benim bıyığım yoktu, onun sakalı vardı: Güzel, uzun, altın kıvılcımlı, kumral ışıklı bir sakal.! Celâl’in sakalsız yüzünü bilen yoktur. Sakallı mı doğmuştu acaba.?
İlk tanışıklığımız İzmit’te başlamıştır: Ben edebiyat hocasıydım, o Fransızca.. Mektepte sevdiğim, sevebildiğim iki kişi vardı: öğretmen kadrosunda Celâl, öğrenci kadrosunda Remzi Oğuz Arık (Düşünce ve siyaset adamı, arkeolog Profesör, 1899-1954). Birincisini geçen hafta toprağa verdik. İkincisi, bir uçak kazasında, kafa ve gönül çapında yükseklerden düştü.. Celâl ile dostluğumuz, aralıksız, küskünlüksüz, tam yarım yüzyıllıktır. İçimde sık sık özlemini duyduğum acı çeşnideki tek insandı..
Fransızca öğretmeni Sakallı Celâl, lise müdürü Sakallı Celâl, gitti, Denizyolları’nın bir gemisinde ateşçi oldu.. Gitti, bir incir kooperatifinde işçi oldu.. Gitti.. Hayır, hiçbir yerde rahat yoktu ona; artakalan maaşını dört çocuklu yarı aç arkadaşına verince, çalıştığı işte bilgisini artıracak kitap getirtip okuyunca damgayı vurdular: komünist.! Ama Celâl, Fikret’in çelik kılıcı yapısında adamdı: ‘’Kıran da olsa kırıl sen, fakat bükülme sakın.!’’ Dediği adam.. Onu hiçbir şey bükemezdi; açlığın dayanılmaz gücü bile.!
En zeki, en ışıklı Türkçe’yi Ahmet Haşim’le konuşurlarken dinlerdim; ne güzel, ne acı, ne insafsız hicvederlerdi birbirlerini.. Kızdığı zaman ise mitolojinin ilâhları gazaba gelmiş sanırdınız. Yobaz kafa karşısında Celâl sahiden ‘’celâllenirdi’’..
Yusuf Ziya Ortaç, Sakallı Celâl’in son günlerindeki beden ve umut yorgunluğunu yazısının sonundaki birkaç satırlar ne güzel özetliyordu:
Bir gün bu ‘’dev adam’’a Bâb-ı Âli yokuşunda rastladım. Hıçkırığa benzer bir gülüşle, ‘’Biliyor musun Ziya’’ dedi, ‘’eskiden bu yokuşu çıkarken şimdi inerkenki kadar yorulmazdım..’’ Tutumumuzu ve gidişimizi hiç ama hiç beğenmiyordu. Kırgındı, kötümserdi ama gene de gülebiliyordu. Sanırım, ağlamaktan utandığı için. Soyadı ‘’Yalnız’’dı Celâl’in. Ölümünden sonra ben de yalnızım. Her zamankinden daha yalnız.. (Sayfa: 31-32)


Osmanlıda kısaca ''Piyale'' diye anılan Piyalepaşa semtine adını veren Mehmet Paşa. Kanuni Sultan Süleyman döneminde on dört yıl ''kaptanıderya''lık etmiş ve büyük başarılara imza atmış bir denizciydi. 1577'de ölmüş ve ilginç mimari tarzı ve gemi direği gibi orta yerinden yükselen minaresiyle dikkat çeken, kendi yaptırdığı Piyalepaşa Camii'nin ''hazire''sine defnedilmiştir. Sakallı Celâl Bey'in babası Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa da -halen maalesef tam bir ''cangıl'' durumundaki- aynı yerde gömülüdür.  (Sayfa: 51)


Yön dergisinin aynı tarihli (20 Haziran 1962) sayısında ise Hüseyin Korkmazgil, toplumcu ve solcu niteliği sebebiyle olacak, Sakallı Celâl’lin kaybına diyalektik açıdan yaklaşıyor ve diyordu ki:
Sakallı Celâl bireyci miydi.? Hayır.! Güçsüz müydü.? Hayır.! O gerçekten aydın, güçlü, mutlu, seven, ileriyi gören bir insandı. Fakat içinde yaşadığı toplum düzeni ona yararlı olma fırsatı vermedi. Zaten bu toplum, aydınları, ileriyi görenleri, erken doğmuşları yiyerek geliştiği içindir ki ilerleme kaplumbağa hızına eşit olmaktadır. Bu düzensiz toplumda mert insanın, aydın insanın manevra alanı çok dardır. Sakallı Celâl gericilikle savaşta yalnız bırakıldığını anladığı andan itibaren kendi kabuğuna çekilmiş; kimseye boyun eğmeden, inançlarından vazgeçmeden, dilediği gibi yararlı olamamanın büyük acısını çekerek yaşamış ve ölmüştür.. Tarih, tek başına kavganın topluma, insanlığa pek bir şey kazandırmadığını açıkça göstermektedir. Aydınlar birleşmedikçe, birlik olmadıkça, çalışan kitlenin desteğini sağlamadıkça kurtuluş çok gecikecek. Kim bilir, daha nice Sakallı Celâl’ler kendi kabuklarına çekilip aydın kişi olmanın çilesini çekeceklerdir..
Korkmazgil yazısına Sakallı Celâl’le ilgili az bilinen bir de ‘’anekdot’’ ekliyor:
Sakallı Celâl Kastamonu Lisesi’nde öğretmenken, öğrenciler, ‘’Efendim’’ diyorlar, ‘’sizin anlattıklarınızla ‘ulûm-ı diniye’ hocasının anlattıkları birbirini tutmuyor.! Ona göre dünya öküzün boynuzlarında durmaktadır.! Halbuki siz böyle demiyorsunuz.. Ona göre dünya bir günde kurulmuştur.! Halbuki siz başka türlü söylüyorsunuz. Şimdi biz din hocasının sorularını nasıl cevaplandıralım.?’’ Sakallı Celâl, ‘’İmtihanda bu gibi sorularla karşılaşırsanız imtihan kâğıtlarına ‘Aklın ve müspet ilmin ispat etmediği safsatalara inanmıyoruz’ diye yazarsınız’’ karşılığını veriyor. Öğrenciler de Sakallı Celâl’lin öğüdüne göre hareket ediyorlar. Sonunda, bu, tahkikat konusu olduğundan Sakallı Celâl’li İstanbul’a, Maarif Nezareti’ne çağırıyorlar. Burada kendisine, ‘Celâl Efendi’ deniyor, ‘söyledikleriniz doğru ama böyle de konuşulmaz ki.!’’ Ve olay öylece kapatılıyor.. (Sayfa: 33)



''Bak evlâdım, yozlaşmış toplumlarda yaşamak durumunda olmak öyle bir şeydir ki, insan kazara bir çukurun içine düşse ve -tesadüf bu ya- düştüğü yer bir lâğım çukuru olsa ama nasılsa üstüne bir damla bile pislik sıçratmadan bir kenarda durmayı başarıp imdat istese ve birileri gelip onu oradan kurtarsa, gene de kolay kolay atamaz üstüne sinen pis kokuyu.'' (Sayfa: 168)


''Bak İlhan kardeşim. Pazar günleri Kadıköy'e geçerim. Orada dostlarım var. Onları ziyarete.. Geçen pazar biraz erken ayrıldım evlerinden. 'Çoktandır görmedim. Şöyle bir Fener Burnu'na kadar uzanayım..' dedim. Yürüdüm gittim. Etraf yemyeşil. Bembeyaz badanalı bir 'fener'. Dibine kadar yürüyüp bir yüce ağacın gölgesine oturdum. Kendi kendime düşünmeye başladım. Eksik olmasınlar, Prevezeli Kâzım'ın Doğan Apartmanı'nın veya Münevver Hanım'ın okulunun bir odasında ömür tüketeceğime şu fenerin bekçisi yapsalardı beni ne kadar rahat ederdim.! Ne kadar mutlu olurdum. Belli saatlerde feneri yak, söndür. Karışanın görüşenin yok. Bir başınasın. Seyret istediğin kadar ufku, gelip geçen gemileri.! Gurubun turuncuya varan kırmızısını, morunu. Düşün düşünebildiğin kadar. Üstelik bir işin de var. Üç kuruş para da veriyorlar ve hak ediyorsun bunu. Gemiler gece karanlığında senin yaktığın fenerle yollarını buluyor. Bir sıfatın bile var: Fener Bekçisi Celâl'sin ve karanlıktakilere yol gösteriyorsun.! Az şey mi bu.?''
*
diyerek, İlhan Şevket'in: Ne dilerdin Celâl Ağabey.? sorusunu yanıtlayan; soyadını ''Yalınız'' seçmesinin nedenini çok net kavradığımız, eşsiz kişiliğiyle örnek olan Sakallı Celâl'i bize kazandıran Orhan Karveli'ye şükranlarımla..
***
1930 yılında Ankara'da doğdu. Galatasaray Lisesi, İÜ Hukuk Fakültesi ve Londra Politeknik Okulu'nda öğrenim gördü. "Yeni İstanbul", "Milliyet", "Vatan" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde yazdı.Türk basınına 50 yılı aşkın hizmetleri nedeniyle 2004'te Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü'ne layık görülen Karaveli, Basın Şeref Kartı sahibi. Evli ve üç çocuk babası.
*
ESERLERİ:

Kişiler ve Köşeler
Sakallı Celâl
Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği
Tanıdığım Nâzım Hikmet
Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak
Bir Ankara Ailesinin Öyküsü
Ali Kemal
Görgü Tanığı
Kendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk
Berlin'in Yalnız Kadınları
46-99 Şiirler

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...