13 Ekim 2018 Cumartesi

H. G. Wells - Gelecek Günlerin Hikâyesi

''Gelecek Günlerin Hikâyesi'' 1897'de The Pall Mail Magazine'de yayınlanan beş bölümünden oluşan bir roman.
Wells, 22. yüzyılın Londra'sını distopik bir gelecekte betimliyor. Şehirleşme, sınıf savaşı, tıp, iletişim, ulaştırma, tarım teknolojisi vb. konular üzerine birçok şey söylüyor. Tabii Wells'in her zaman yaptığı gibi bir sosyolog gözüyle ve anlatımıyla.
Wells'in yaratmış olduğu atmosfer, yıllar sonra yazılacak olan Isaac Asimov'un Robot Serisi okuyucuarına tanıdık gelecektir. Asimov'un öyküleri arasındaki paralellikler dikkat çekicidir.
''Gelecek Günlerin Hikâyesi'' distopyanın ilk örneklerindendir.

Yannis Ritsos - Örümcek

Bazen rastgele, önemsiz mi önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam katar şiire,
örneğin kocaman boş bir küp gibi
kaç zamandır kimsenin uğramadığı
terk edilmiş bir bodrumda; -
karanlık ağzında bir örümcek dolaşmaktadır, anlamsız,
(senin için anlamsız, ama onun için değildir belki.)

12 Ekim 2018 Cuma

Ergin Günçe - Şapkamda Yağmur

Şapkamda yağmur içli bir şarkı söylüyor
Nasıl da söylüyor dudaklarıyla
O zenci gökyüzünün yıldızları ötmüyor
İşimiz artık ıslanmış horozlarla

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Küçük adımlarla inmiş şehrin batı kapısından

Şaşırtmış annemizi kocaman gözleriyle
Uykusundan etmiş keçileri oğlakları
Yollarda uygunsuz açık saçık yatan

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Ben bir gün bu kasabadan giderim
Yağmur da benimle gelir mi bilmiyorum
Şapkamda yağmur içli bir şarkı söylüyor
Oturmuş şapkamda şarkıyı dinliyorum

11 Ekim 2018 Perşembe

Aslı Erdoğan - Ayşe Arman Ropörtajı (8 Ocak 2017)

Aslı Erdoğan - Ayşe Arman Ropörtajı (8 Ocak 2017)

Aslı Erdoğan - Ayşe Arman Ropörtajı (8 Ocak 2017)

Emel Gülcan 2015


O, “ben”ini ararken kendini kazımaktan çekinmedi. Yerinde duramayan, kabına sığamayanlardandı. Tezer Özlü ömrü boyunca kimliği, burjuvalığı, kadınlığı ile hesaplaştı. Hiçbir yerli olmadı, hiçbir şeyi, hiç kimseyi sahiplenmedi ve kimsenin olmadı.
*
Alabildiğine riyasız ve açık yürekliydi. Aklın ve deliliğin sınırlarında psikiyatri kliniklerinde gezinirken üzerine zorla giydirilmeye çalışılanları reddetti. Tıpkı ömrü boyunca tüm otoriteleri reddedeceği gibi.
*
Türkiye edebiyatının bu çetin cevizi 31 sene önce hayata veda etti. O şimdi belki de bir yerlerde kolayca uyum sağlayanlara, nerede, nasıl davranması gerektiğini bilenlere gülümseyerek el sallıyor.
*
Tezer Özlü 10 Eylül 1943’te Kütahya Simav’da doğdu. Öğretmen bir anne ve babanın üçüncü ve son çocuğuydu. Ailesinin işi gereği Simav, Ödemiş ve Gerede’de büyüdü. O yılları ileride “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…” diyerek anlatacaktı.
*
On yaşındayken İstanbul’ gelen Özlü Avusturya Kız Lisesi’nde ortaöğretime başladı. Henüz lisedeyken okul kampıyla Viyana’ya gitti. Son sınıfta okulu bıraktı ve 1962 – 1963 yıllarında otostopla Avrupa’yı gezdi. Özlü 1965’te babası kırmayıp dışarıdan girdiği bitirme sınavlarının ardından İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oldu.
*
Özlü “Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum hem de yalnızlıktan” diyen bir çocuktu. İleride eli kalem tutunca ünlü yazarlar Italo Svevo, Franz Kafka ve Cesare Pavese onu çok etkileyecekti. Hatta Özlü, Pavese’nin izini sürerken onunla doğumunda bile özdeşlik kuracak ve “Pavese’in doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben gece yarısından sonra. Ama Anadolu’da gece yarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo’da henüz belki de gece yarısı olmamıştı. Aynı gün, aynı yıl değilse de” diyecekti.
*
Özlü ilk gençliğinde çıktığı Avrupa seyahatinin son durağı Paris’te, Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi, tiyatrocu ve yazar Güner Sümer’le tanıştı. Paris’te epey yağmurlu bir günde Özlü Monteparnesse’daki Cafe Select’e sığındı. Az sonra kapıdan Sümer girdi ve üç aylık Paris macerası böyle başladı. Çift birbirlerine âşık oldular ve 1964’te evlendiler.
*
Çift Ankara’ya yerleşince Sümer Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) çalışırken Özlü çevirmenlik yapıyordu. O dönemde Ingmar Bergmann, Ossip Piatnizki, Heinrich Böll, Kafka, Hans Magnus Enzensberger gibi yazarları Türkçeye kazandırdı.
*
Ankara yılları başlangıçta fena değildi. Hatta AST’ın 1963-64 sezonunda Sümer’in yönettiği Brendan Behan’ın Gizli Ordu oyununda rol aldı. Ama kısa sürede Özlü bu evlilikte aradığını bulamadığını fark etti. Aynı dönemde ruh sağlığı da iyice bozulmuştu. Manik-depresif tanısıyla tedaviye alındı.

1968’de Sümer’den ayrılan Özlü İstanbul’a taşındı. Geçirdiği rahatsızlık yüzünden 1967 – 1972 yıllarında pek çok defa psikiyatri kliniklerinde kaldı. Elektroşok verildi. Birkaç kere intihar girişiminde bulundu.
*
Özlü çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri 1980’de yayımladığı ikinci kitabı, ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlattı. Ölüme nasıl yakın durduğunu tüm sahiciliğiyle şöyle özetliyordu:
*
Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.
*
Ünlü yazarın 1980’de yayımladığı romanı çok güçlüydü. Bizi hastane koridorlarında ve deliliğin sınırlarında dolaştırıp iç burkan uyumumuzla yüzleştiriyordu Özlü. “Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku” diyordu ve anlatıyordu da. Üstelik okuru derinden sarsarak yapıyordu bunu.
*
1968’de yönetmen Erden Kıral ile evlenen Özlü 1973’te kızını kucağına aldı. Deniz Gezmiş’e duyduğu sevgiden ötürü bebeğinin adını Deniz koydu. Kıral ve Özlü boşandıklarında Deniz 10 yaşındaydı. Annesi ve babası boşandığı için 6 ay onlarla konuşmadı.
*
Deniz Kıral 1985 yılının Aralık ayında annesine bir dizi soru yöneltti. Tezer Özlü kızının sorduğu soruları samimiyetle yanıtladı. Yıllar sonra borgesdefteri isimli blog sayesinde gün yüzüne çıkan soru-cevaplara şuradan ulaşılabilir.
*
İleride babası gibi sinemacı olacak Deniz Kıral’ın “Hasret nedir?”, “Aşk nedir?”, “Nelere gülersin?” gibi soruları Özlü hakkında ipuçları verirken ünlü yazar, kızının “Şimdiye kadar bir şey kazandın mı? (para hariç)” sorusuna “Seni ve yazdığım üç kitabı, bir de İsviçre pasaportu” diyordu.
*
Özlü’nün “Başından inanılmayacak, garip ya da komik bir olay geçti mi? Anlatır mısın?” sorusuna yanıtı ise şöyleydi: “Başımdan çok garip olaylar geçti. En garip olay, sevdiğim halde, Erdem’den severek boşanmam.”
*
Özlü, Kıral ile evliliğinin son yıllarında 1981’de bir burs alarak kızıyla birlikte Berlin’e gitti. Burada ikinci romanını 1983’te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla Almanca kaleme aldı. Bu roman o yıl Almanya’da yayımlanmamış eserlerin ödüllendirildiği Marburg Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Daha sonra yazar, anlatısını Türkçeye çevirdi bir nevi baştan yazdı ve Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla 1984’te Türkiye’de yayımladı.
*
Bu kitap Berlin’den Svevo, Kafka ve Pavese’nin izinde çıktığı yolculuğu ve yazarın derinden etkilendiği üç yazarın peşine düşmesini anlatıyordu. Özlü 4 Temmuz-20 Temmuz 1982’de Berlin’den çıkıp Prag’da Kafka’yı, Trieste’de Svevo ve Torino’da Pavese’nin yaşadığı yerleri adımlarken akıl, delilik ve varlık ve yokluk arasında gezindi.

O kadar ki Kafka’nın, Svevo’nun mezarları başında onlarla konuştu. Pavese’nin intihar ettiği otelde, Otel Roma’nın 305 numaralı odasında oturdu ve o anları büyüttü kaleminde.
*
Özlü’nün Almanya yılları bereketliydi. Onun çabalarıyla Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanından sinemaya uyarladığı aynı isimli filmi 1983’te Berlin Film Festivali’nde yarıştı ve Gümüş Ayı kazandı.
*
O yıllardan geriye bir ödül ve şu isyankâr satırları kaldı: “Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım…”
*
Özlü Berlin yıllarından gönlü boş dönmedi. Kendinden on yaş genç İsviçre asıllı sanatçı Hans Peter Marti ile birbirlerine âşık oldular. Çift evlenmeye çalıştığında ise Türkiye’de önüne pek çok bürokratik engel çıktı. Sonunda 1984’te İsviçre’de evlendiler. Ama aşkları kısa sürecek, Özlü’nün hastalığı çifti ayıracaktı.

Kocası evden birkaç parça eşya almak için yanından ayrılırken gitmesini istemeyen Özlü’nün ona son sözleri “Beni yalnız bırakma”ydı. Ama olmadı, ünlü yazar göğüs kanseri yüzünden 18 Şubat 1986’da Zürih’te gözlerini yumduğunda yalnızdı.
*
Henüz 43 yaşındayken hayata veda eden Özlü İstanbul Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi. Geride 1963’ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan Eski Bahçe, sonraki yıllardaki öykülerini kapsayan Eski Bahçe, Eski Sevgi isimli iki öykü kitabı; Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk isimli iki roman, denemelerinin toplandığı Kalanlar, Zaman Dışı Yaşam isimli bir senaryo ve Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar’ı bıraktı.
*
Özlü, hiçbir yerliydi, kimseye ait değildi ve kimseye sahip değildi. Belki de bu yüzden Beyoğlu’nun antikahramanı mülkiyet nedir bilmez Hayalet Oğuz en yakın dostları arasındaydı. Nereli olduğunu soranlara “Hiçbir yerliyim” derdi ve haklıydı.
*
Henüz çocukken içine gitmek arzusu düşenlerdendi o. Ablası Sezer ile dünyayı keşfetmek için yaşadığı kentin sonuna kadar yürürdü. Büyüdüğünde “Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni…” diyecekti büyüdüğünde.
*
Özlü yıllarca Türkiye edebiyatında “mahzun, gamlı prenses”, “Türk edebiyatının lirik prensesi” diye anılırken acaba ortada bir cinsiyetçilik, haydi en hafifinden bir eşitsizlik yok muydu? Öykücü ve romancı Hatice Meryem Seyyar Sahne’nin sergilediği Çocukluğun Soğuk Geceleri oyununu izledikten sonra bu konuya kafa yordu. İyi ki de yordu.
*
Özlü’ye yakıştırılan bu klişeler onun sayesinde yırtıldı. Ocak 2012’de Canlı, Dişi, Toynaklı Bir Yazar: Tezer Özlü yazısında Meryem ünlü yazarın üslubunu irdelerken cinsiyetçi yaftaları nasıl hak etmediğini ortaya koyuyordu.
*
Ece Ayhan onun için “Vallahi tallahi! Evet! İçtenlikle ve özdenlikle yazıyorum ki, Tezer Özlü’yü de, onun çok insanda bulunmaz Doğrucu Davutluğunu her yerde, her kentte ve her sokakta arıyorum. Hayalet Oğuz’a olağanüstü ve eşsiz bir “hayır” işleyen bir insan-insanı ben nasıl özlemem. Tezer Özlü artık benim yakın akrabamdır” derken Can Yücel onu şu sözlerle andı:
*
Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
Bir ses.. birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal cama vuruyor
*
Tezer

Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar

Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Kanlıca, 20 Mart 1984
*
Sevgili Tezer,
''Bir İntiharın İzinde'' yürüyorum on gecedir. Bu gece (az önce) V. bölümünü bitirdim. (85. sayfa) Bu gün, ilk elli sayfayı basımevine verdim. Bir an önce çıksın istiyorum. Hiç değilse bir tane yanımda bulunsun Berlin'e gelirken. (Sana bundan başka ne armağan getirebilirim.)
''Bir İntiharın İzinde'' müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) Bana gençik yıllarımda, Rimbaud'yu, Lautreamont'u, daha sonra Kafka'yı, Rilke'yi, Hölderlin'i keşfettiğim günleri yaşattı.
Çok ender yaşanılan kimi aşklar gibi. Öyle bir aşk yaşamışındır ki, bir daha artık böylesini yaşayamam dersin. Aşk sözcüğüne anlamını veren, bedeninin tüm hücrelerinde, sinirlerinin her atomunda duyduğun bir duygudur. Sonra bir gün, bir rastlantı, yeniden aynı heyecan, aynı coşku, aynı yoğunlukta yaşanan anlar.. İnanamazsın. Bir düşteyim sanırsın. Kitaplar da benim için böyledir.Eski aşklara dönemezsin, ama eski kitaplara dönebilirsin. (Kitapların ölmezliği burdan mı gelir.) Bu nedenle de, yıllar var ki; gene eski aşklarımı okuyorum. Dostoyevski'yi, Kafka'yı, Rimbaud'yu.. İlk kez, yıllar var ki ilk kez, bu güne değin okumadığım bir kitap, yeni bir kitap, daha kitap bile olmamış bir metin, bende böyle bir duygu yarattı.
Birkaç yıl önce, çocukluğumun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu.?
(...)
Üçünüzü de sevgiyle kucaklayan,
(Sayfa: 40-41)

10 Ekim 2018 Çarşamba

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Acıyı Bal Eyledik


«pir sultan ölür dirilir» 
*
bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
*
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
*
damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana
*
sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne
*
kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni
*
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
*
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne
*
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu
*
kör olsan demiyorum
kör olma da
gör beni..

Birhan Keskin - Taş Parçaları

Birhan Keskin - Kışın Bana Yaptıkları



*
seni bir boşluğa attım
gövdemi başka gövdeler bilmeyecek artık
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..
sonra dönüp üz beni.
*
yüzüm yüzünü terk edeli kıştı.
yeni yeni kıştı. kollarım kendi
bacaklarımı sarmıştı. fotoğrafta görünmeyen
ışıklar vardı. sandalyenin ucuna oturmuştum.
gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma,
sonra bacaklarıma , sonra daha uzağa, salondan
da uzağa ,
o yok yere bakıyordu.
*
seni bir boşluğa attım
gitmek üzereydim kalktım
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..
gözlerimdeki ay ışığı
gözlerinin körlüğü içindi.
*
II

hadi benim umarsızım
ben ölmek üzereyim
yorgunluğum da öyle
sabrımın son parçasını da yedim
az önce.
*
hadi benim suskunum
geçtiğim yılları yaktım ardımda
çocukluğumdan gelirken düştüğüm
o keskin virajdan
sürüklendiğim bu vakte dek
sıkıca tuttuğum
kırık dökük inançlarım bile
ölmek üzere.!
*
hadi benim kırgınım
kışın bana yaptıklarından,
yazın beni öldüren yıldızlarından sonra
yitirdiğim mevsimler değil,
vaktim yok,

baktığım yerleri yaktım
içime ağladığım suları da içtim
az önce..
*
III
*
seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana
*
yılları ve yolları , limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini,
*
hiç gerekmeyen yıllarda huzur,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.
*
seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınmadığını , çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü,
yani kısacık sürdüğünü , oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu,
bütün bunları sana
nasıl anlatacağım.?
*
IV
kalbim
ölü mevsimler gibisin
bir şeyin görünmeyen iyi yanları gibi
ama bitti mevsim,
bir başka yolcu yok sana
fark etmez gibisin.
*
kalbim
demir masanın küfü , örtünün yırtığı
camın kırığı , patlayan freni hayatımın
kalbim , anla , bitti mevsim
bir başka yolcu yok sana.!

9 Ekim 2018 Salı

Aziz Nesin - Demokrasi

Aziz Nesin - Anıtı Dikilen Sinek


Murat, evdeki konuşmalardan, dedesinin şiir yazdığını öğrenmişti. Ama şiirin ne olduğunu bilmiyordu.
Bir ilkyaz sabahı kahvaltıdan sonra dedesiyle balkondaydılar. Dedesi gazete okuyordu.
Murat,
- Dedeciğim, sen şiir mi yazıyorsun? diye sordu.
Başını gazetesinden kaldıran dedesi,
- Evet, aradasırada şiir yazarım... dedi.
Murat, meraklandı. Şiir nasıl birşeydi? Annesi, babası şiir yazmıyordu. Ama dedesi şiir yazıyordu. Öyleyse bütün insanlar şiir yazmıyorlardı. Neden herkes şiir yazmıyordu? Belki de şiir yazmasını bilmiyorlardı. Okula gidip okuma-yazma öğrenince kendisi de şiir yazacak mıydı? Murat'ın kafasını, işte bunlara benzer birsürü soru doldurdu. Merakını yenemedi.
- Dedeciğim, şiir nedir? diye sordu.
Dedesi yine gazeteden başını kaldırdı, gülümseyerek gözlük camlarının üstünden torununa baktı.
- Anlatmak zor... dedi.
Murat kendine güvenle,
- Sen anlat, ben anlarım... dedi.
Dedesi,
- Sen elbette anlarsın, ama benim anlatmam zor... dedi.
Murat, her zamanki gibi üstüste sormaya başladı:
- Neden zor?
- Çünkü şiiri herkes başka türlü tanımlıyor da ondan...
- Öyleyse sen kendin nasıl anlıyorsan öyle anlat... dedi.
Murat'ın sorularından kurtuluş olmazdı. Dedesi Murat'ı kucağına alıp şöyle dedi:
- BANA GÖRE ŞİİR, DOĞRU OLAN BİRŞEYİ GÜZEL DUYGULAR BİÇİMİNDE SÖYLEMEKTİR.
Murat, bu sözden birşey anlayamadı. Ama anlamamış olmak ağır geldiğinden sustu, başka soru sormadı dedesine.
Başka bir günün akşam üzeri, Murat dedesiyle yine evin balkonundaydı. Dedesi,
- Hava kararıyor neredeyse gece olacak. Hadi içeriye girelim... dedi.
Murat, çoktanberi gece ile gündüzün ne olduğunu, niçin gündüz aydınlık, geceleyin de karanlık olduğunu merak ediyordu. Dedesinin sözünü fırsat bilip sordu:
- Dedeciğim, neden geceleri karanlık oluyor? Bu karanlıklar nereden geliyor? Gündüz nasıl aydınlık oluyor?
Dedesi,
-Anlatayım, dedi.
Birsüre düşündükten sonra,
- Anlattıklarımın içinde bilmediğin, anlayamadığın bir şey olursa sorarsın... dedi.
Murat,
- Peki, dedi.
Dedesi anlatmaya başladı:
- Gökyüzünde çok yakışıklı bir delikanlıyla bir d çok güzel bir kız var. Kız öyle güzel, öyle güzel ki, dünya güzeli... O yakışıklı delikanlının gözleri kapkara. Üstelik, yüzünü kara ipekten bir maskeyle kapamış. Giysisi de kapkara kadifeden. Ayaklarında pırıl pırıl parlayan kara deriden çizmeleri, ellerinde kara eldivenleri var. Bu delikanlının sırtında geniş etekli bir pelerin var. Pelerini de koyu kadifeden yapılmış.
Murat merakla sordu:
- O yakışıklı dlikanlı niçin öyle kapkara giyinmiş dede?
Dedesi, bu soruyu şöyle yanıtladı:
- Çünkü o, dünya güzeli kızı seviyor. Hep o kızın arkasından gidiyor, kızı izliyor. Görünmeden yaklaşıp kızı tutmak istiyor. Kız, kendisini görmesin diye de kapkara giyinmiş. Gizlenerek kızın ardından gidiyor. Kapkara giyinmiş ama, giysisi, pelerini, maskesi, hep kadifeden, ipekliden, atlastan... Eldivenleri yumuşacık deriden. Pelerininin etekleri öyle geniş, öyle geniş ki, dünyanın yarısını kaplıyor. Bu yüzden işte, o yakışıklı delikanlının pelerininin eteklerini sürüye sürüye o dünya güzeli kızın arkasından koştuğu için, kendisiyle birlikte karanlık da yürüyüp gidiyor. Böylece yeryuvarlağının öte yanlarında da gece olmaya başlıyor.
Yakışıklı dlikanlı kapkara giyinmiş ama giysisinde, pelerinin de altın düğmeler var. Yakasına, yenlerine sırmalar işlemiş. Göğsüne de altın ve gümüş nişanlar takmış. Pelerininin etekleri pırıl pırıl pullarla süslenmiş. Beline altın ve gümüş bezeli bir kemer takmış. Kemerin tokası da kocaman elmestan. Çizmelerinin gümüş mahmuzları incilerle süslü.
Geceleyin gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar, yıldız kümeleri, samanyolu var ya, işte bütün onlar, o kapkara giyinmiş yakışıklı dlikanlının giysisindeki takılar, süsler, altınlar, pırlantalar, elmaslar... Bu delikanlı, o dünya güzelinin arkasından koştukça, karanlığı da kendisiyle birlikte götürüyor. Böylece gece, yeryuvarlağını dolaşıyor.
Murat coşkuyla sordu:
- Ya gündüzler nasıl oluyor dedciğim?
Dedesi gündüzün nasıl olduğunu da şöyle anlattı:
- Bu kapkara giysi içindeki delikanlının yakalamaya çalıştığı kız nasıl? Öyle güzel, öyle güzel ki, dünyada ondan daha güzel kız olamaz. Güzelliğine bakanın gözleri kamaşıyor. Saçları ipek gibi ve altın sarısı. Apak ipekliden bir giysi giyinmiş. Sırtında yine ak atlastan bir harmani var. Boynunda, işlemeli ak tüldn bir atkı... Beline ak bürümcükten bir kuşak dolamış. Ayakkabıları ak kadifeden... Yumuşacık ak deriden eldivenleri, ak ipekten mendili var. Ak çiçeklerle donanmış bir başlığı var; o başlığı kimileyin başına koyuyor, kimileyin çıkarıyor. Başlığını çıkardığı zaman o altın sarısı saçlarını çevreleyen taç görülüyor. Ama nasıl bir taç?... Tacının taşları öyle parlak ki, öyle ışılışıl, öyle pırılpırıl ki, insan bakamıyor. Bu apak giysiler içindki dünya güzeli kızın ak harmanisinin etekleri de öyle geniş, öyle geniş ki, yeryuvarlağının öbür yarısını örtüyor. Delikanlının kara pelerininin eteklerinin örttüğü dünyanın bir yarısı nasıl karanlıkta kalıp oraları gece oluyorsa, dünya güzeli kızın ak harmanisinin eteklerinin kapladığı dünyanın öbür yarısı da aydınlıkta kalıp oraları da gündüz oluyor.
Delikanlı kovalıyor, kız kaçıyor. Gece kovalıyor, gündüz kaçıyor. İşte böylece dünyayı dönüp duruyorlar. Onlar döndükçe, yeryuvarlağının bir yanı gece, öbür yanı gündüz oluyor.
Murat,
- Ama dedeciğim, geceleri her zaman kapkaranlık değil ki... dedi.
Dedesi,
- Haklısın, dedi, kimi geceler lacivert, ya da mavi olur. Sen giysin kirlenince nasıl temizlemek için çıkarır, başka giysi giyersen, o gökyüzündeki delikanlı da, kara pelerini, kara giysisi kirlenince, lacivert ya da mavi giysilerini giyiniyor. O zaman gökyüzü lacivert ya da masmavi olur. Kimileyin de gökyüzü ya da çevren pembeleşir ya da kızıllaşır. Neden öyle olur? Çünkü, delikanlı çok yaklaşıp da tutacakmış gibi olunca, utancından, coşkusundan o dünya güzeli kızın yanakları al al olur, pembeleşir, kızarır. Yanağının alı, kızartısı bulutlara vurur. Çevrene yansır... Hele delikanlının eli eline değerse kız kıpkırmızı kesilir, gök de iyice kızıllaşır.
Gündüzleri havanın biraz kızardığı da olur. O zaman dünya güzeli kız üzülmüş, yüzü gölgelenmiştir d bulutlar karamış, çevren kapanmıştır.
Şimdi anladın mı geceyle gündüzün ne olduğunu?
Murat,
- Anladım... dedi.
Dedesi,
- Bu anlattığım geceyle gündüzün masalıdır... dedi.
Murat geceyle gündüz masalına bayılmıştı. O günden sonra, her fırsat buldukça dedesine bu masalı yinelettirdi. Öyle çok dinlemişti ki bu masalı, artık ezberlemişti. Kimileyin de geceyle gündüz masalını kendisi dedesine anlatıdı.
Aradan bir yıl geçti. Murat büyüdü. Okula başladı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçti. Çalışkan bir öğrenciydi.
Birgün derslikte öğretmen gece ile gündüzün nasıl oluştuğunu ve gündüzün neden aydınlık, geceleyin de neden karanlık olduğunu anlattı. Dünya, güneşin karşısında durmadan dönüyordu. Dünya böyle dönerken, güneşe dönük olan yanı aydınlanıyor, orası gündüz oluyordu. Dünyanın güneşi görmeyen yerleri de karanlık kalıyor, oraları da gece oluyordu. Böylece yeryüzünün her yeri sırayla ışıkta ve karanlıkta kalıyordu. Geceyle gündüzün birbirini izlemesi yeryuvarlağının dönmesinden ileri geliyordu.Yeryuvarlağı, kendisini aydınlatan güneşe göre sürekli değişik konumlar alıyor ve ona göre aydınlanıyordu. Bu yüzden kutuplarda gündüzler altı ay, geceler altı ay sürüyordu. Ekvator bölgesindeyse, gecyle gündüz hep eşit uzunluktaydı. Ekvatorda geceler uzayıp kısalmıyordu.
Öğretmen, salt anlatmakla kalmamış, karatahtaya tebeşirle dünya ile güneşi çizip, gecyle gündüzün nasıl olduğunu resimle göstermişti.
Murat, öğretmenini şaşkınlık içinde dinledi. Öğretmenin anlattığı gündüzle gece, dedesinden dinlediği geceyle gündüz masalına hiç benzemiyordu. Murat düşkırıklığına uğramıştı. Çünkü, dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalı, öğretmenin anlattığı gündüzle gecenin oluşundan çok daha güzeldi.
Öğretmeni, çalışkan öğrencisi Murat'ın bakışlarındaki şaşkınlığı ayrımsamıştı. Öğrencilere,
- Anladınız mı? diye sordu.
Arkadaşları,
- Anladık efendim... diye yanıtladılar.
Murat sesini çıkarmadı.
Öğretmeni,
- Sen anlamadın mı Murat? diye sordu.
Murat biraz sıkılarak,
- Anladım ama, dedi, dedem bana geceyle gündüzü başka türlü anlatmıştı.
Öğretmeni,
- Nasıl anlatmıştı deden? Gel buraya da, dedenin anlattığı gibi anlat bize... dedi.
Murat karatahtanın önüne geldi. Yıllardan beri dedsinden dinlediği, kendisinin de sıksık anlattığı geceyle gündüz masalını arkadaşlarına anlattı. Öyle güzel anlatmıştı ki, arkadaşları çıt çıkarmadan onu ilgiyle dinlemişlerdi.
Öğretmeni Murat'a sordu:
- Sen bunlardan hangisine inanıyorsun?
Murat, yanıtı zor bir soru karşısında kalmıştı.
Öğretmeni onlara her zaman ''Doğru olana, size doğru gelene inanın!'' derdi. Bu yüzden Murat,
- Doğru olanına, dedi.
- Sence hangisi doğru? diye yine sordu öğretmeni.
Birsüre düşündükten sonra Murat,
- Sizin anlattığınız bana daha doğru geliyor ama... deyip durdu.
Öğretmen,
- Evet? diye sorunca Murat,
- Dedemin anlattığı daha güzel. Keşke, dedemin geceyle gündüz masalı doğru olsaydı... dedi.
O zaman öğretmeni, dedsinin anlattığı geceyle gündüz masalıyla, kendi anlattığı gündüzle gecenin oluşması arasında öyle bir ayrım olmadığını söyledi. İkisi arasındaki ayrım, anlatış biçiminden ileri geliyordu. Murat'ın dedesi bu olayı süsleyip, masallaştırıp, güzelleştirip, benzetmelerle anlatmıştı. Geceyi, kara giysili, yakışıklı bir delikanlıya, gündüzü de aklar giyinmiş dünya güzeli bir kıza benzetmişti.
Öğretmen ise, doğada olanları olduğu gibi doğruca anlatmıştı.
Okuldan evine dönünce Murat, hemen dedesinin odasına girdi. Öğretmeninin o günkü derste gündüzle gecenin oluşmasını nasıl açıkladığını anlattı. Yine öğretmeninin, ddesinin anattığı gecyle gündüz masalıyla kendi anlattığı arasında özde bir ayrım yok, dediğini söyledi.
Dedesi,
- Evet, dedi, öğretmenin başka biçimde anlatmış, ben başka biçimde anlatmışım, ama ikimizde aynı olayı anlattık.
Biraz durduktan sonra, dedesi şöyle dedi:
- Anımsıyor musun, bana birgün ''Şiir nedir?'' diye sormuştun. O zaman daha küçüktün. Ben de sana '' Şiir, doğru olan bir şeyi, güzel duygular biçiminde anlatmaktır'' demiştim.
Evet, aradan üç yıl geçmişti ama Murat dedesinin o sözünü anımsıyordu. O zaman anlayamadığı o sözü, işte şimdi anlıyordu. Şiir, doğru olan birşeyi, güzel duygular biçiminde söylemekti. Dedesi, öğretmeninin anlattığı bir doğruyu, güzel duygularla masal biçiminde anlatmıştı. Dedesi şairdi.
O günden sonra, Murat da şiir yazmaya çalıştı.


''Bir kurt bilgin şöyle dedi:
- Her şeyden önce, onları rahatça yiyebilmemiz için, koyunları bir araya toplamamız gerekir.
Başka bir kurt bilgin de,
- Çok doğru, dedi, bütün canlılar gibi, koyunlar da ancak bir tehlike karşısında kalınca bir araya gelir, toplanırlar. Bunun için, bir tehlike uydurmalıyız. Gerçekte var olmayan bir tehlike, var olan tehlikeden çok daha korkunç olarak anlatılabilirdi. Çünkü, var olan bir şey az ya da çok bilinir ama var olmayan bişey bilinmez. Koyunları tehlikede olduklarına inandırmalıyız. Örneğin bu tehlike Galapintop olabilir.'' dedi. Dinleyen kurtlar, Galapintop tehlikesinin ne olduğunu sordular. Kurt bilgin, böyle bir şeyin olmadığını, uydurduğunu söyledi.'' *
#AzizNesin #AnıtıDikilenSinek
#BüyükKoyunİmparatorluğu

Yannis Ritsos - Barış



Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
*
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.
*
Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.
*
Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.
*
Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! - diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.
*
Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.
*
Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.
*
Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın...
barış budur işte.
*
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.
*
Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.
*
Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.

8 Ekim 2018 Pazartesi

Birhan Keskin - Su


Konuşmam artık, ağır sözler söylemem
bir düş için sabahları göğsüme sedeften
bir çiçek işlerim..
*
Hiç bilmedim, konuştuklarımdan ne anladın,
ormanın korkunçluğunu söyledim,
ovanın serinliğini sustum,
sen uzun bir uykuyu uyudun, ben düş gördüm..
*
Durmadan bir yoldan söz ettim:
suyum ben, adımı unutmadım,
dolanıp, bir gün yanına düştüğüm
bir dağdan söz ettim;
dünyanın işine karışmadım,
beni avutmaz dünya, beni tutmaz da,
dolanıp içinde kirinin
yine temiz geldim..
*
Göğsümde sedeften bir çiçek taşırım:
bir büyü bu, hayata karşı yaptırdım
konuşmam artık, kalbini kırdımsa senin
bil ki yanına düştüm..

5 Ekim 2018 Cuma

Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz

'' Yolculuk..'' diyorum,
Mahir başını sallıyor, '' İçimizdeki taşlar yerine oturuyor'' diyor. (Sayfa: 9)
***
Herkes Masum
*
Üçüncü haftanın başında, eğitimden burunları, kulakları kıpkırmızı döndüklerinde duyulmuştu haber: ''Bulgar Askeri''nin cüzdanı çalınmıştı. Ona bu adı, yedek subay okuluna geldikleri ilk gün, berberdeki sıranın uzunluğu yüzünden saçını kestiremeden üniforma giydiğinde takmışlardı. Çocuğun sarıya yakın düz saçları şapkasının arkasından taşıp ensesine dökülüyordu. Çipil gözlü, açık tenliydi. Ama sonradan, ilk günkü görünüşüne zıt bir tutum sergilemişti: Kurallara hemen uyum sağlamıştı. Yürüyüşü, selam verişi kusursuzdu. Tekmil verirken, bütün varlığını belirsiz düşmenlere karşı savaşmak üzere orduya adamış gibi bağırıyordu. Her fırsatta, önceki dönemlerin eğitim, tören fotoğraflarının asıldığı panoyu inceliyordu. Ama ne olursa olsun o, ''Bulgar Askeri''ydi ve acemi eğitiminin daha ilk ayı dolmadan cüzdanı çalınmıştı.
Akşam yemeği içtimaından hemen önce ''Bulgar Askeri''nin koğuşunun önünde beş altı kişi toplanmıştı, her tarafı iyice arayıp aramadığını, cüzdanda neler olduğunu sormuşlardı.
''PARA VARDI AMA ÖNEMLİ DEĞİL O'' DEMİŞTİ ''BULGAR ASKERİ'' ''ASIL ÖNEMLİSİ KİMLİKLER. BİR DE İÇİMİZDE BÖYLELERİNİN OLDUĞUNU BİLMEK...''
Koğuşların sıralandığı uzun koridor boyunca eğilmiş botlarını bağlayanlar, koridorun koğuş kapıları dışında her yerini kaplayan çelik dolapların önünde durmuş palaskalarını takan, güneşten yanan yerlerine krem sürenler, olayı kulaktan kulağa duymuştu. Akşam güneşi koğuşların açık kapılarından koridora doluyor, herkes, her şey koyu bir gölge olarak görünüyordu.
''Bulgar Askeri''nin koğuşunun önünde toplananlardan biri, ''Şimdilik aramızda kalsın. Bölük komutanına söylemeyelim. Yemekten sonra konuşuruz'' dedi. Sesini bütün koridora duyurmak ister gibi söylemişti. Gölgeler yavaş hareketlerle koridoru boşalttı. Işık demetlerinin içinde tozlar oynaşıyordu.
Yemekten sonra ''Bulgar Askeri'' nin koğuşunda toplandılar. Bölüğün çoğu oradaydı. Bir kısmı ranzaların üzerine oturmuş, bir kısmı da kapının ağzında birikmişti. Dışarıdan nöbetçi subay görebilir diye geniş pencerenin önünü boş bırakmışlardı, yine aynı endişeyle koğuşun ışığı da açılmamıştı. Koridordan gelen ışık hepsinin bir yanını karanlıkta bırakıyordu.
Çeşitli öneriler vardı. Kantinde sürekli satranç oynayan işletme mezunu çocuk, bölük kıdemlisinin hırsızlığı bölük komutanına bildirmesini önerdi; satranççı arkadaşları da onu destekledi. Bu işi çözse çözse komutan çözerdi !. Başkalarını bilmiyordu ama, kendisi zan altında bulunmaktan hiç hoşnut değildi. Hemen itirazlar yükseldi. ''O zaman bütün bölük çekeriz cezasını'' dedi kepı aralığında erkete gibi duran biri. ''Dün nasıl süründürdü hepimizi!'' Mırıldanarak onayladılar. Ağustos güneşinin altında toprak futbol sahasını baştan sona sürünerek geçmişlerdi.
''Hafta sonu görüş iznini de kaldırabilir !'' Bunu söyleyen Ankaralıydı, her hafta sonu ailesi ve nişanlısı geliyordu onu görmeye. Son geldiklerinde kocaman iki kavun getirmişler, çocuk da bölük arkadaşlarına dağıtmıştı. Öteki Ankaralılar telaşla destek verdiler. Ankara'ya bu kadar yakınken, geceleri ışıklarını görüyorken, eşlerinden dostlarından mahrum kalmak istemiyorlardı.
'' BULGAR ASKERİ''NİN ÖNERİSİ OLAYIN ÜZERİNİ KAPAMAYA YÖNELİKTİ. SESİNE DUYGUSAL BİR HAVA VEREREK KONUŞTU. CÜZDANI, HAYIR ÇALAN DEMEYE DİLİ VARMIYORDU, CÜZDANI ALANI BÖYLE BİR ŞEY YAPTIĞI İÇİN HİÇ AFFETMEYECEKTİ. AMA CÜZDANINI GECE KOĞUŞ KAPISINA BIRAKIRSA OLAYI DAHA FAZLA BÜYÜTMEYECEKTİ. PARALARIN YERİNDE OLUP OLMADIĞINA BAKMADAN BU OLAYI UNUTACAKTI. ONA ASIL DOKUNAN ARALARINDA BÖYLE İNSANLARIN OLDUĞUNU BİLMEKTİ.''
Kendi ranzasında bulunmanın rahatlığıyla uzanmış yatan Çukurtümsek, '' Senin bu dediğin olmaz ki !'' diye itiraz etti, ''Bir gören olur korkusuyla hırsız senin bu dediğini yapmaz.'' Dişlerinin arasında kürdan varmış gibi konuşuyordı; kısık sesliydi, heyecanlı biriydi. Bölüktekiler soyadıyla dalga geçmek için ona Çukurtümsek diyordu. Bir gece ışıklar söndükten sonra Çukurtümsek koğuş arkadaşlarına, aralarındaki yakınlığın çok özel bir yakınlık olduğunu, onlarla birlikte olduğu sürece kurada güneydoğu çekse bile üzülmeyeceğini, aksine birlikte savaşmaktan mutlu olacağını söylemişti.
'' Doğru'' dedi bölük kıdemlisi '' gören olur korkusuyla bırakamaz cüzdanı... Bence en iyisi bütün koğuşları ve dolapları arayalım.''
Bu öneri üzerine koğuştakiler hep bir ağızdan konuşmaya başladı. Aramanın çok uzun süreceğini düşünenlervardı, bir grup da bunun onur kırıcı bir şey olduğunu söylüyordu.
İlk banyo gününde hamamda çıplak dolaşan birkaç kişiyi sert bir biçimde uyaran iri yarı çocuk, '' Bütün bölük, Kuranıkerim'e el basalım'' dedi yüksek sesle. Dini bir melodiyle söylemişti bu cümleyi ve yeşil gözlerinin soğuk parıltısı yarı karanlıkta bile seçliyordu.
Sonra kimsenin itiraz etmeyeceğinden emin bir biçimde göğüs cebinden küçük bir kitap çıkarıp ortaya doğru uzattı.
***
Şehir Rehberi
*
Şehrimizdeki yoksulların tam sayısını bilmiyoruz. Ama çoklar. Gecekondularda yaşıyorlar. BAYRAMLARDA ULAŞIM ARAÇLARI PARASIZ OLUNCA ORTAYA ÇIKIYORLAR. Caddelerde, alışveriş merkezlerinde dolaşıyorlar. Geçtiğimiz bayram, şehir tiyatrosunda onlar için ''TEMİZLİK İMANDAN GELİR'' adlı oyun, YİNE ÜCRETSİZ SERGİLENDİ. Konusunu yüzyıllar önce Anadolu'da yaşanan bir savaştan alan bu oyunda, TÜRK ASKERLERİNİN MİSVAK DALLARIYLA DİŞLERİNİ FIRÇALADIĞINI GÖREN DÜŞMAN GÖZCÜSÜNÜN, '' TÜRKLER BİZİ ÇİĞ ÇİĞ YİYECEK !'' DİYE BAĞIRARAK SAKLANDIĞI YERDEN FIRLAYIP KAÇTIĞI SAHNE, YOKSULLAR TARAFINDAN ÇILGINCA ALKIŞLANDI.
*
Bazen yağmur şimdiki bir yağmur olarak yağar şehrin üzerine, bazen de daha önceki bir yağmur olarak. Minareler, vinç kuleleri, çatılardaki antenler pusun ardında silikleşir. Her şey birbirine karışır. Çıkıp bir sokakta yürüsek, şehrin boğazına kaçmış gibi oluruz. Binalar, kaldırımlar, tabelalar, belediyenin işlek caddelerin kenarına diktiği cılız ağaçlar, püskürtmek istercesine üzerimize gelir. Evde kalsak, komşunun oğluna Türkçe dönem ödevi için yardım etmemiz gerekir. Zavallı çocuk bizim ağzımızdan, içinde ''UMARSIZ'' sözcüğü geçen bir dolu cümle yazar, sonra da umarsızlık içinde bir bize bir yazdıklarına bakar.
*
Milattan sonra 1884 yılında inşa edilen şehrimizin tek saat kulesi hâlâ ayakta. Ama kulenin yaklaşık bir metre çapındaki saati ne yazık ki 1977 yılında bozulmuş. O tarihten bu yana saati öğrenmek için şehir halkı olarak başka yöntemler geliştirdik. Sabahları işimiz kolay. Askeri bölgenin dikenli tel boyunca kırıtarak yürüyen mini etekli, fileli çoraplı ''askeri bölge güzeli''ne güveniyoruz. Saçları sarıya boyalı, yetmişine merdiven dayamış bu kadın, her sabah dokuzda yaptığı iç gıcıklayıcı yürüyüşüyle bizim için bir saat işlevi görüyor. Akşamlarıysa yoldan geçen birilerini durdurup '' Affedersiniz saatiniz kaç acaba?'' diye soruyoruz.
***
Anlamayan Kadınlar
*
''..Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. ''İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın.'' Ağzından salyalar akan bütün yazar müsveddeleri gibi ben de okuyucu olarak bir kadını, onu düşlüyordum işte.!
''Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum'' demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: '' İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir.?''
***
Pastanede
*
''..''Yıldızlar nasıldı.?'' diye sordu adam, kadının yardımına koştu. ''Geceleri ziyaretine geliyorlar mıydı?''
Kadın ıslak gözleriyle başını sallayıp gülümsemeye çalıştı. Salep fincanıyla ilgileniyor göründü. Sonra birden sırtını dikleştirdi, gülünç bir toparlama hareketi yaptı. Yıldızı bol bir gece iş arkadaşlarıyla sahilde oturup sabaha kadar konuştuklarını söyledi. Anlatmaya başladı. Adam, dört kişi arasında geçen bu konuşmayı ilgiyle dinliyor, kadının söylediği adları aklında tutmaya çalışıyordu. Sandviçinin son lokması elinde, sandalyesine yaslanmıştı.
Bir ara öne doğru eğilip, ''Ona mı.. Yani Meral'e mi söyledin.?'' diye sordu, kadının anlattıklarına bir hayli kaptırmıştı.
''HAYIR.!'' DEDİ KADIN OLANCA YUMUŞAKLIĞIYLA. ''ONA DEĞİL SANA SÖYLEDİM.. BEN.. YILLARDIR YALNIZCA SENİNLE KONUŞUYORUM.''
***
Şiir'dir az kelimeyle çok şey anlatma sanatı. Nesir'de şimdiye kadar böylesini okumamıştım. Belki vardır ama en azından ben bilmiyorum.
Barış Bıçakçı'nın kaleminde, insanı dinlendiren ama düşünmekten de alıkoymayan bir tılsım var sanki. Kitabın başından sonuna hep şu duyguyu yaşattı: ''Her halde devam edecek. Burada kalmaz ki..''
Alışmışız sanırım giriş-gelişme- sonuç bölümlerine. Çok küçük bir giriş, ondan biraz daha kapsamlı gelişme ama sonucu okuyucuya bırakılan yazılardan oluşuyor.
Kelime kalabalığından uzak, sade, dingin, samimi, incelikli yazılarıyla yüreğe dokunuyor. Yaşanan çevre içinde, çoğu atlanan, belki umursanmayan ya da üzerinde durulmayan olayları kaleme aldığı kısa yazılar... Hafiften Yusuf Atılgan'ı hatırlattı.
Kitabın arka kapağında yazılan:
''Şu gürültülü zamanda, gevezelikten ve ''farfara''dan gına getirenlerin sığınacağı bir kuytu köşe, Barış Bıçakçı'nın anlatıları. Minimalizmin duru güzelliği var onun her kitabında.'' sözleri özeti olsa gerek.

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...