3 Ekim 2018 Çarşamba

Jean-Paul Sartre - Bulantı


Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim, ama şimdi içim bomboştu. Bu yetmiyormuş gibi tatsız tuzsuz, koskoca bir düşünce de kayıtsızca durmuştu karşımda. Ne olduğunu pek bilmiyordum bunun, ama içimi öyle daraltıyordu ki bakamıyordum. Bütün bunlar Mercier'nin sakalının kokusuyla karışıyordu. Kanım başıma sıçramıştı. Kendimi toparlayıp kuru bir sesle, ''Size çok teşekkür ederim. Yaptığım geziler yeter sanırım. Artık Farnsa'ya dönmem gerekiyor,'' dedim.
Ertesi gün Marsilya'ya giden vapurdaydım.
Yanılmıyorsam, üst üste yığılan bu işaretler, hayatımın yeniden altüst olacağını gösteriyorsa doğrusu korkuyordum. Korku, hayatımın serüvenli, dolgun ve değerli olduğundan değil. Ortaya çıkacak olandan, beni avucunun içine almasından, sürüklemesinden (Kim bilir nereye.?) korkuyorum. Araştırmalarımı, kitaplarımı, her şeyi yarıda bırakıp çekip gitmem mi gerekecek yine.? Birkaç yıl sonra, ezilmiş, umudu kırılmış olarak başka yıkıntılar içinde mi bulacağım kendimi.? İş işten geçmeden anlamalıyım bunu. (Sayfa: 21-22)
***
(.. Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir..) (Sayfa: 25)
***
(..Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.
Şimdi anlıyorum. Geçen gün deniz kıyısında, çakıl taşını elime aldığım zaman ne duyduğumu şimdi daha iyi hatırlıyorum. İçim bayılır gibi olmuştu. Ne tatsız şeydi bu. Bu duygunun çakıl taşından geldiğinden, ellerime ondan geçtiğinden kuşkum yok. Evet, evet ta kendisi, ellerde duyulan bir çeşit bulantı bu.
(Sayfa: 28)
***
''1787'de, Moulins yakınlarında bir handa, filozofların etkisinde yetişmiş ve Diderot ile arkadaşlığı olan bir ihtiyar ölmek üzereydi. Yöredeki papazlar, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı, ama çabaları boşa gitmişti. İhtiyar, dinin son gereklerinin yerine getirilmesini bir türlü kabul etmiyordu, çünkü tümtanrıcıydı. Hiçbir şeye inanmayan Bay de Rollebon da o yöredeydi. İhtiyarı iki saat içinde Hıristiyan dinine döndüreceğini söyleyerek, Moulins Papazı'yla bahse girişti. Papaz, bahsi kabul etti ve kaybetti. Rollebon, sabahın üçünde işe girişti, ihtiyar beşte günah çıkarttı ve yedide öldü. Papaz, 'Tartışma sanatında ne kadar güçlüymüşsünüz.! Bizi bile geçtiniz.!' dedi. Rollebon, 'Onunla tartışmadım, cehennemden söz açıp içine korku saldım,' diye karşılık verdi.'' (Sayfa: 35)
***
Duvarda beyaz bir delik var. Ayna bu. Bir tuzak. Bu tuzağa düşeceğim, biliyorum. Düştüm işte. Aynada gri bir şey beliriyor. Yaklaşıp bakıyorum, kurtaramıyorum kendimi.
Yüzümün yansısı bu. Yapacak işim olmadığı günlerde onu seyreder dururum. Gördüğüm bu yüzden, hiçbir şey anlamıyorum. Başkalarının yüzleri bir anlam taşıyor. Benimki öyle değil. Güzel miyoksa çirkin mi, bunu bile söyleyemem. Çirkin galiba. Çünkü böyle olduğunu söylediler. Bana dokunan bu değil. Yüzüme böyle nitelikler verilebilmesine şaşıyorum aslında. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel ya da çirkin demek gibi bir şey bu.
Yanakların yumuşaklığının ve alnın üzerinde öyle bir şey var ki, yine de insanın gözünü okşuyor. Tatlı kırmızı alevden bir taç gibi süslüyor başımı: saçlarım bu. Bakmaktan zevk alıyor insan. Ne de olsa net bir renk. Kızıl saçlı olduğumdan hoşnudum. İşte, karşıda, aynada, ışıyıp duruyor. Talihliymişim. Saçlarımın rengi, sarıyla kestane arasında ne idüğü belirsiz bir renk olsaydı yüzüm silik bir yüz olacak, baş dönmesi verecekti bana.
Bakışlarım sıkıntılı bir şekilde alından, yanaklardan yavaş yavaş aşağı iniyor. Sağlam bir şeye rastlamıyor, kuma batıyor sanki. Karşımda bir burun, iki göz, bir ağız olduğu belli, ama anlamı yok bunların, insansal bir anlatımları da yok. Oysa hem Anny hem Velines, canlı bir halim olduğunu söylerdi. Belki de yüzüme fazla alışmışımdır. Küçükken Bigeois halam bana şöyle derdi: ''Uzun zaman aynaya bakarsan, orada bir maymun görürsün.'' Daha da uzun zaman bakmış olmalıyım. Çünkü, gördüğüm maymundan beter. Bitkiler acununun sınırında, poliplerin katında bir şey. Canlı bu, tersini söyleyecek değilim. Ama Anny'nin düşündüğü canlılık, bu canlılık değil. Hafif titremeler, zonklayıp duran, genişleyen sakil bir et görüyorum. Yakından bakınca gözler pek korkunç. Camdan yapılmışlar sanki; yumuşacık, kör, kırmızı kenarlı bir şey. Balık pullarını andırıyor.
Çerçeveye bütün ağırlığımla yüklenip değinceye kadar aynaya yaklaştırıyorum yüzümü. Gözler, burun, ağız hepsi siliniyor. İnsansal hiçbir şey kalmıyor ortada. Titreyen dudakların her iki yanında yağız kırışıklar, çatlaklar, köstebek yuvaları. Yanakların çıkıntısını sapsarı ayva tüyleri kaplamış, burun deliklerinden iki kıl fırlamış, bir kabartma harita sanki. Ayın yüzeyini andıran bu dünya, yine de yabancım sayılmaz. Ayrıntılarını tanıyorum diyemem. Ama bütün olarak onu daha önce gördüm gibime geliyor. Bu sersemletiyor beni, neredeyse uyuyacağım.
Kendimi toparlamak isterdim. Canlı ve keskin bir duyum kurtarabilir beni. Sol elimi yanağıma dayıyorum, derimi çekiştiriyorum, ağzımı burnumu oynatıyorum. Yüzümün yarısı yaptıklarımın etkisinde kalıyor; ağzımın sol yarısı burkulup şişiyor, bir diş ortaya çıkıyor, göz çukuru pembe ve kanlı bir etin, beyaz bir yuvarlağın üzerinde açılıyor. Aradığım bu değildi. Bunlarda hiçbir yenilik, hiçbir sağlamlık yok; hepsi yumuşak, belli belirsiz ve daha önceden görülmüş şeyler. Gözlerim açık, uyuyorum. Aynadaki yüz gittikçe büyüyor, büyüyor.. Işığın içinde kayan kocaman solgun bir hâle bu.
Dengemi kaybetmem uyandırıyor beni. Bir sandalyenin üzerine yığılmışım. Sersemliğim hâlâ geçmedi. Yüzlerini yargılarken başkaları da benim kadar güçlük çekiyorlar mı acaba.?
Vücudumu nasıl sağır ve organik bir duyumla duyuyorsam, yüzümü de öyle görüyorum gibime geliyor. Peki başkaları.? Örneğin Rollebon.? Aynada yüzünü seyretmek ona da uyku getiriyor muydu.? Bayan de Genlis o yüzden şöyle söz ediyordu: ''Çiçek bozuğuyla çopurlaşmış, ufacık, ak pak, kırışık dolu bir yüz. Özel bir kötülük dile getiriyor. Ne yapsa başkalarının bunu fark etmesinin önüne geçemiyor. Saç tuvaletine düşkündür. Bir kere perukasız görmedim. Ama pek beceremediği halde, kendini tıraş etmekten vazgeçmediği ve sakalları sık olduğu için, yanakları karaya çalar mavi bir renk alıyordu. Yüzünü, Grimm gibi kurşun karbonatla yıkıyordu. Bay de Dangeville, bu beyaz ve mavinin onu Rokfor peynirine benzettiğini söylüyordu.''
Hoş bir hali vardı herhalde. Ama Bayan de Charrieres'in gözüne hoş görünmemişti. Onu, perişan bir adam olarak görmüştü sanırım. İnsanın kendi yüzünü anlayabilmesi belki de elinde değil Belki de tek başıma yaşadığım için böyle oluyor. Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi.? Buna insansız.. Evet, insansız doğa denebilir. (Sayfa: 36-38)


İçerisi ağzına kadar dolu. Islak elbiselerden tutan buhar ve içilen sigaralar yüzünden hava, masmavi kesilmiş. Kasiyer kadın yerinde. İyi tanırım onu; benim gibi kızıl saçlıdır, bir karın hastalığı çekiyor. Ayrışan gövdelerin kimi zaman çıkardıkları menekşe kokusunu andıran üzüntülü bir gülüşle orada, etekliklerinin altında çürüyüp duruyor. Tepeden tırnağa titriyorum, o... evet, beni bekleyen oydu. Tezgâhın arkasında, dimdik duruyor, gülümsüyordu. Bu kahvenin içinden bir şey gerilere, pazar gününün dağınık anlarına gidip onları birbirine yapıştırıyor; onlara bir anlam veriyor. Bütün bu günü, burada bitirmek, alnım şu cama dayalı, nar rengi bir perde üzerinde beliren şu incecik yüzü görmek için yaşadım. Her şey durdu, hayatım durdu işte. Şu koca cam, su gibi mavi şu ağır hava, suyun dibindeki şu etli ve beyaz bitki ve kendim, kıpırdamayan dopdolu bir bütün oluşturuyoruz. Mutluyum.
Kendimi yeniden, Redoute Bulvarı'nda bulduğum zaman içimde acı bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı. Şöyle diyordum: ''Yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. Ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. Gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. Yoksa hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana.?''
Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lâmbaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu. (Sayfa: 90-91)
***
Var olmak için onun bana, kendi varlığımı hissetmemek için de benim ona gereksinimim vardı. Ben, hammaddeyi, yeniden satmak zorunda kaldığım, ne yapacağımı bilmediğim şu maddeyi, yani varoluşu, kendi varoluşumu veriyordum. Ona düşen iş, ortaya koymaktı, yansıtmaktı. Marquis karşımda duruyordu ve kendi hayatını bana yansıtmak için benim hayatımı ele geçirmişti. Var olduğumu fark etmiyordum artık; kendimde değil, onda varoluşuyordum. Onun için yemek yiyor, onun için nefes alıyordum. Her hareketimin anlamı kendi dışımda, orada, tam karşımda, onda bulunuyordu. Kâğıdın üzerine harfler yazan elimi de, yazdığım cümleyi de görmüyordum artık. Ama kâğıdın ardında, ötesinde, bu hareketi istemiş olan ve bu hareketle varoluşunu uzatıp pekiştiren Marquis, varlık nedenim olmuş, beni kendimden kurtarmıştı. Peki şimdi ne yapacağım.?
En önemlisi kıpırdamamak, kıpırdamamak.. Ah.!
Şu omuz hareketinin önüne geçemedim..
Bekleyip duran şey toparlandı, üzerime atıldı, içime akıyor, dopdoluyum. Bir şey değilmiş, bekleyip duran şey kendimmişim. Özgürlüğe kavuşmuş, bağlarını koparmış varoluş üstüme taşıyor. Varoluşmaktayım.
Varoluşmaktayım. Tatlı; öyle tatlı, öyle ağır bir şey ki bu.! Hem de hafif, sanki kendi kendine havalarda uçup duruyor. Kıpraşıyor. Her yanda eriyip kaybolan değişler sanki. Öyle tatlı, öyle tatlı ki.! Ağzımda köpüklü bir su var. Yutuyorum, boğazımdan aşağı kayıyor; okşuyor beni. İşte yeniden doğuyor, dilime değip geçen küçük beyazımsı bir su birikintisi (yerli yerinde) eksilmiyor ağzımdan. Bu birikinti de benim. Dil de, boğaz da benim.
Masanın üzerinde açılmış elimi görüyorum. Yaşıyor; o da ben. Açılıyor; parmaklar ayrılıp düzeliyorlar. Tersine dönmüş.Tombul karnını gösteriyor bana. Sırtüstü düşmüş bir hayvanı andırıyor. Parmaklar bacakları. Ters dönmüş bir yengecin ayakları gibi onları hızla hareket ettirip eğleniyorum. Yengeç öldü; bacakları çekilip toplanıyor, elimin karnı üzerinde birleşiyorlar. Tırnakları görüyorum. Canlı olmayan tek parçam onlar. Bir kere daha. Elim dönüyor, karınüstü yayılıyor, sırtını gösteriyor şimdi. Gümüşlenmiş biraz parlak bir sırt. Parmak boğumlarında tüyler olmasa bir balık diyeceği geliyor insanın. Elimi hissediyorum. Kollarımın uzunda hareket edip duran bu iki hayvan da benim. Elim, bir ayağının tırnağıyla öteki bacaklarından birini kaşıyor. Benden bir parça olmayan masanın üzerinde, elimin ağırlığını hissediyorum. Bu ağırlık izlenimi sürüp duruyor, bir türlü kaybolmuyor. Kaybolması için sebep yok. Uzayınca dayanılmaz bir şey oluyor bu.. Elimi, çekip cebime koyuyorum. Ama kumaşın ardındaki baldırımın sıcaklığını duyuyorum birden. Elimi cebimden hızla çıkarıyorum, iskemlenin arkalığına dayayarak sallandırıyorum. Kolumun ucunda, ağırlığını duyuyorum şimdi. Biraz aşağı çekiyor, buna çekmek demek zor; tembel, uyuşuk, yumuşak bir çekiş. Elim varoluşmakta. Üzerinde durmuyorum bunun, çünkü nereye koysam varoluşmaya devam edecek, ben de onun varoluştuğunu duyacağım. Ortadan kaldıramam onu. Gövdemin geri kalan bölümlerini, gömleğimi kirleten yaş sıcaklığı, sanki birisi kaşıkla karıştırıyormuş gibi tembelce dönen şu sıcak yağlılığı da; içimde dolaşıp duran, gidip gelen, yanlarımdan koltuk altlarıma yükselen ya da her zamanki köşelerinde sabahtan akşama kadar körü körüne yaşayıp giden izlenimlerimi de ortadan kaldıramam.
İrkilerek ayağa fırlıyorum. Düşünmemin önüne geçebilsem, hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar. Sonra, düşüncelerin içinde kelimeler var; tamamlanmamış kelimeler, eksik kalmış cümleler. Durmadan geri gelirler. ''Bitirmem gere.. Varolu.. Ölüm.. Bay de Rollebon öldü. Değilim.. Varolu..'' Böyle sürüp gidiyor, bitmek bilmiyor bir türlü. Bu hepsinden kötü, çünkü kendimi bu işe katışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu çeşit acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşmaktayım yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm. Varoluşmaktayım. Varoluşmakta olduğumu düşünüyorum. Şu varoluşma duygusu ne kıvıl kıvıl bir şey.! Onu ben sürdürüyorum yavaşça. Düşünmemi durdurabilseydim.. Çabalıyorum buna, başarıyorum. Kafamın içi dumanla doluyor gibi.. ama işte yeniden başladı. ''Duman.. düşünmemek.. Düşünmemek istemiyorum. Düşünmek istediğimi düşünüyorum. Düşünmek istemediğimi düşünmemem gerek.'' Bitmek bilmeyecek mi bu.?
Düşüncem, ben'den başka bir şey değil. Bu yüzden duramıyorum. Düşündüğüm ile varoluşmaktayım. Oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Şu anda bile ( korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu, varoluşmaktan ürküntü duymamdan ötürüdür. Özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim. Nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendimi varoluşturma, varoluşun içine oturtma biçimlerinden başka şey değil. Düşünceler, büyük bir baş dönmesi gibi ardımda doğuyorlar, başımın arkasında doğduklarını duyuyorum.. Karşı durmazsam, önüme geçiyorlar, gözlerimin arasına geliyorlar. Çoğu kere, karşı koyamıyorum, düşünce büyüyor, büyüyor ve birden sınırsızlaşarak, tepeden tırnağa dolduruyor beni, varoluşumu yeniliyor.
Tükürüğüm şekerli, gövdem ılık; tatsız duyuyorum kendimi. Çakım masanın üstünde. Açıyorum onu. Neden olmasın.? Hiç olmazsa biraz değişiklik olur. Elimi not defterimin üzerine koyup ayasına sallıyorum çakıyı. Sinirliydim, bu yüzden çakının ağzı yana kaydı; yara derin değil. Kanıyor. Peki sonra.? Ne değişti sanki.? Ama beyaz kâğıdın ve biraz önce yazdığım satırların üzerinde biriken ve artık ben olmaktan çıkan küçük kan birikintisine doygunlukla bakıyorum. Bir beyaz kâğıt üzerinde dört satır, bir kan lekesi, güzel hatıra dediğin budur işte. Üzerine şöyle yazmalıyım: ''Bugün Marquis de Rollebon ile ilgili kitabımı yazmaktan vazgeçtim.''
Elime bir şey sürecek miyim.? Duraksıyorum. Kanın yeknesak sızışına bakıyorum. İşte pıhtılaşmaya başladı. Bitti. Kesiğin çevresinde, derim paslanmış gibi bir renk aldı. Derinin altında ötekilere benzeyen, öteki de onlardan daha tatsız bir duyum kaldı geriye.
Saat beş buçuğu çalıyor şimdi. Kalkıyorum, bu gibi gömleğim etime yapışıyor. Çıkıyorum. Niçin.? Niçin mi.? Çıkmamam için sebep yok da ondan. Kalsam da, bir köşede sessizliğe gömülsem de kendimi unutamayacağım. Burada olacağım, ağırlığım döşemenin üzerine çökecek. Varım ben.


''Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.''
***
''Şimdilik, ölü tutkularımla çevrili olarak yaşıyorum. On iki yaşındayken, annemden dayak yediğim bir gün, kendimi üçüncü kattan aşağı atmama neden olan o korkunç öfkeyi yeniden bulmaya çalışıyorum..''
(Sayfa:214)
***
Duyduğum acıyı göstermemek yetmiyordu, acı duymamak gerekiyordu.
(Sayfa: 220)
***
Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlayamıyorum. Daha genç sayılırım, yeniden başlamaya yetecek gücüm var. Ama nereden başlamalı.? En şiddetli korkulara, bulantılara düştüğümde beni kurtarır diye Anny'ye ne kadar güvenmiş olduğumu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişim öldü, Bay de Rollebon öldü, Anny sadece bütün umutlarımı kırmak için geri geldi. Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz. (Sayfa: 230)
***
Gri gökyüzü altında, şu duvarlar arasında unutulmuş ve bırakılmış bilinç. Varoluşunun anlamı da şu: Bilinç, fazlalık olmanın bilincidir. Genişler, dört bucağa yayılır, koyu renkli duvarın üzerinde, lambalar boyunca ya da karşıda akşamın sisleri içinde kendini kaybetmeye uğraşır. Ama hiçbir zaman unutmaz kendini; Bu durumda bile kendini unutan bir bilinç olmanın bilincidir. Onun alın yazısı bu. (Sayfa: 249)

2 Ekim 2018 Salı

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Arı İnler Bal İçinde


Şiir okura nasıl ulaşır.? 
Dergilerle, kitaplarla, postacılarla, radyolarla, televizyonlarla, reklâmlarla; öyle mi.?
*
Öyle olmasa, papuç papuç ilânlar koymayız gazetelere: ''Beklenen kitap çıktı.!'' diye. Oysa kimsenin bizden beklediği bir şey yoktur; çünkü biz yokuz.! Kimiz biz.? Neyiz biz.? Ne verdik ki bu topluma, bizi beklediğini sanalım.? Demek, aklımıza estikçe şiir çiziktireceğiz, dergilerde yayımlatacağız, kitap kitap bastıracağız, biz matahmışız gibi adımızı reklâm edeceğiz; ve bekleyeceğiz ki, koşsunlar bize, okusunlar bizi, sevsinler, anıtlaştırsınlar, mitleştirsinler.!
*
Ah, ne çocukça, ne hastalıklı, ne ham hayal bu.! Gökteki Ay'ın, çıplak gözle görüldüğü kadar olduğunu sanmak gibi bir büyük aldanıştır bu.!
*
Şiiri okura, ne dergiler, ne kitaplar, ne radyolar, ne reklâmlar ve ne de, ayıptır söylemesi, çirkin bir takım oyunlar taşır, götürür, ulaştırır. Şiiri okura, o şiirin arkasındaki itici güç ulaştırır. İlk bakışta şairin hayatıymış gibi görünen, genel anlamda toplumsal koşullar diyebileceğim, birtakım olaylar, öğeler ve etmenlerin karmaşık örgüsüdür bu itici güç. Bireyci çıkışlara toplumcu kılıflar geçirerek açıklayamayız bu itici gücün ne olduğunu. ''Bir suda iki kez biçilmez''. Falanca şairin vardığı yere, zoraki serüvenlerle varılamaz. Sanatçıyı toplumun kabul etmesinin, benimsemesinin koşulları ayrıdır. Sanatçıyla okur arasındaki ilişki, sanıldığı gibi, ''mekanik'' değil, ''organik'' bir ilişkidir. Onun içindir ki, şiirin kâğıda basılması, taşıtaracına yüklenip yollanması, herhangi bir malın bir yerden bire yere taşınmasından başka bir anlama gelmez. Sanatçıyla okur arasındaki karmaşık, organik ilişki sanat ürününün rastgele bir mal olmadığını anlamamıza yeter. İnsanların birey-birey hücreleri değiştirilmedikçe (atomları bombardıman edilmedikçe), toplum, uzak bir yıldızın birdenbire bindirmesi cinsinden bir şokla karşılaşmadıkça, sınıflar arası ilişkiler diyalektik bir uygunluk içinde sürüp gitmedikçe, sanatçıyla ( şairle) okur arasındaki karmaşık ilişki böylece sürüp gidecektir; şiiri dergilere kitaplara basmak, trenlere uçaklara yükleyip yollamak, sanatçıyla okur arasında organik bir bağ, bir ilişki kumağa yetmeyecektir.
*
Bu karmaşık ilişkiyi oluşturan etmenlerin, öğelerin hepsini burada sayıp dökmeğe gerek yok; bir bölüğünü sıralayalım:
*
* Nerede doğmuştur sanatçı.? Toplumsal sınıflardan hangisinin üyesidir.? Nasıl geçmiştir çocukluğu.? Fizik yapısı, ilk eğilimleri, çevreyle ilişkisi, doğa ve toplum karşısındaki tavrı nasıldır.? Ailesinin ve dar çevresinin sanat yükünün derecesi nedir.? Sanatçını çocukluk yıllarındaki siyasal, ekonomik, toplumsal durum. O bölgenin tarihsel yükünün niteliği ve özelliği, bunun sanatçı üzerindeki etkisi.
*
* Sanatçı hangi okullardan, hangi koşullar altında geçmiştir.? Sınıfsal ezikliği ve öfkeyi yaşayacak olay ve durumlarla karşılaşmış ve bunlara dikkat etmiş midir.? Devlet adına mı, kendi adına mı, yoksa herhangi bir kurum, bir kişi adına mı okumuştur.? Öğrenim süresi içindeki işçi, köylü ve aydın olayları sanatçıyı etkilemiş midir.? İlk şiirlerini yazmağa, söylemeğe başladığında kaç yaşındaymış.? Cinsel durumu nasılmış.? O sırada neler oluyormuş dünyada ve kendi ülkesinde.? Nelerden acı çekmiş, nelere sevinmiş.? Ceza Yasası'nın ''siyasal'' maddeleriyle ilk karşılaştığında kaç yaşındaymış ve o sıralarda ülkenin durumu nasılmış.? Yüksek öğrenimini hangi koşullar altında bitirmiş, meslek hayatında ne kadar kalabilmiş, niçin tutuklanmış, niçin hapsedilmiş.? Nelerini yitirmiş böyle bir olayla.? Yurtiçi, yurtdışı nerelere gitmiş.? Neler görmüş, nelerle karşılaşmış.? Yaşamak için nasıl direnmiş.? Toplumun, kendisine karşı direnişi neler götürmüş ondan, neler vermiş ona.? Hangi işlere girip çıkmış.? Hangi kesimlerini tanımış toplumun ve yönetim çarkının.?
*
* Ülkede ne gibi büyük olaylar olmuştur.? Bu olaylar neler vermiştir sanatçıya.? Dernekçilik, sendikacılık, particilik yapmış mıdır sanatçı.? Grevlere, mitinglere, gösteri yürüyüşlerine katılmış mıdır.? İşsiz kalmış mıdır.? İş aramış mıdır.? Açlığın ne olduğunu bilir mi.? Evlenmeyi düşünmüş müdr, evlenmiş midir.? Gazetecilik, dergicilik yapmış mıdır.? Patronların iş yerlerinde çalışmış mıdır.? Emeğinin karşılığını alamadığında ne yapmıştır.? Eğlenmeğe, dinlenmeğe, gezmeğe, gülmeye vakit bulabilmiş midir.?
*
* İşçi ve köylü sınıflarıyla organik bağının derecesi nedir.? Bu bağı yitirip yitirmediği.
*
* Makale, fıkra, taşlama, yergi, röportaj, oyun, skeç yazmış mıdır.? Resim yapmış, tiyatro çalışmış mıdır.? Siyasal eylemleri yüzünden dayak yemiş, korkutulmuş, öldürülmek istenmiş midir.? Hakkında çok dava açılmış mıdır.? Her şeye karşın, şiirle dostluğunun derecesi ne olmuştur.? Her türün başarılı sanatçılarıyla tanışıklık derecesi nedir.?
*
Görüyorsunuz ki, soruların sonu gelmiyor. Güçlü bir sanatçının doğması, sanıldığı gibi, basit bir olay değildir. Hele de zoraki olay ve serüvenlerle güçlü sanatçı yaratmak, tümden olanaksızdır. Ne demiş Pir Sultan Abdal:
Güzel âşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi.?
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi.?
Nedir ''rıza lokması.?'' , günümüz sanatçısı için.? Toplumun sanatçıya gereksinmesidir bu. Toplum, ''benim sanatçım'' dediği kişiyi öyle sınavlara sokar, öyle sınavlardan geçirtir ki, bu sınavlardan sağlam ve güçlü çıkmak zordur. Hem, nerede, nasıl, ne zaman, ne koşullar altında sınava çekeceğini de söylemez toplum insana. Büyük sanatçının, ilk bakışta hiç de büyük görünmeyen büyük hayatı ile sanatı arasında diyalektik bir ilişki bulunduğu da gözden kaçmamalıdır. Hayat, sanatı; sanat ise hayatı etkiler ve ortaya nasıl oluştuğunu bilemeyeceğimiz sanat ürünleri çıkar. Dökme suyla değirmen olsaydı, herkes kendi bulgurunu kendi evinde öğütürdü.
Bir yandan bireyi toplumun yarattığı tezini savunacağız, ama öbür yandan, bu gerçeği görmezcesine, zoraki ve zorlama yollarla, büyük sanatçı imal etmeğe çalışacağız.. Olacak şey midir bu.? Halk denilen o karanlık, o karmaşık yapının sevgilisi olabilmek kolay mıdır öyle.! Bir hayat ister bu, bir koca hayat.!
Şiiri okura ulaştıran ne dergidir, ne kitap, ne posta, ne reklâm; şiiri okura taşıyan, ulaştıran itici güç, işte bu hayattır. Ne demiş Pir Sultan:
''Arı inler bal içinde''
Var mısınız böyle bir hayata, elinizde midir bu yoldan geçmek.?

*
Milliyet Sanat Dergisi
10 Ocak 1975, Ankara, Sayı 114

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Bıçak Kemikte


eti geçti

duydun mu
bıçak kemikte
duymadınsa duy artık
behey allahın kulu
bıçak kemikte
duy da silkin n’olursun
bu ne biçim uyku bu
bıçak kemikte
verilmemiş alınmış hep
yük vurulmuş dağlar gibi – insanlık bu mu
çalıyor sömürünün imdat çanları
kımılda da kurtar şu onurunu
bıçak kemikte
topraksa paylaşılmış kıyılarsa yağmalanmış
umut hacizde
ya bu neyin puştluğu bu
sana yokluk sana yasak sana dam
insan değil – hâşâ – bir yağmacı soyu bu
bıçak kemikte
üretensin yaratansın yürütensin dağları
bakma öyle kilit kilit duvar duvar
yetsin artık bu susku
bıçak kemikte
anasın boynun bükük babasın kolun kırık
oğullar kan içinde
kaldır artık başını
«kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan
o dîvan sensin artık
bıçak kemikte.

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Hani Ya Nerdesiniz.?


o gözleri ben
ırgat pazarlarında gördüm
o gözleri ben
ekmek kuyruklarında gördüm
geçtim kan ırmaklarını yaşanmış savaşların
durdum çocuk kaygularımla
kıyısında bir dünya savaşının
su içerken vurdular ceylanları
çiçekli dalları çekip kırdılar
alabayrak sabahlarda
ateş barut akşamlarda
gördüm ben o gözleri
*
yaz diyordu ey şair yaz
onbin ağız yüzbin ağız beşyüzbin ağız
yaz diyordu ey şair yaz
söyle bizi
anlat bizi
aydınlat bizi
*
aldım yüreğimi avuçlarıma
çırpındım kendi pençelerimde
yeter dedim
sokak sokak
dağ dağ dağıldı sesim
yeter dedi onbin ağız yüzbin ağız beşyüzbin ağız
yazdım gözlerinde gördüklerimi
yazdım gözlerinin dediklerini
yüreğim kendi pençelerimde
*
ağaçta yaprak gibi oynaşırdı gözleri gözlerimde
suda balıktı çevremde yürekleri
elleri dört bir yana savrulan güvercinler
aaah nasıl da severlerdi beni çılgınca
öl desem yoluma öleceklerdi
*
hani ya nerdesiniz
nere gitti yaz diyen gözleriniz
yaz diye çırpınan yürekleriniz
ben miydim yeter diyen
alabayrak sabahlar mı
ateş barut akşamlar mı
kimdi bu yeter diyen
hani ya nerdesiniz
hani ya nerdesiniz
nerdesiniz eeeey

Ece Ayhan - Mor Külhani

Ece Ayhan Mor Külhani şiirini okuyor. Sahibinin sesi sahibinin görüntüsü ile. Huzur evinde, son yıllarında, mavimtrak daktilosu masada.

Postmodern bir avangard: Oğuz Atay | Tekin Budakoğlu


Postmodern bir avangard: Oğuz Atay | Tekin Budakoğlu
****************************************************************
“Ne acı: Tıpkı Tutunamayanlar’daki asli karakterlerden Selim Işık gibi, romanını yazdıktan sonra yalnız kalmış bir aydın olarak yaşamak zorunda kalacaktır Oğuz Atay. Bu yönüyle Selim Işık’ı, yazarının üstünde etkisi olan, kendisi kadar onun da kaderini tayin eden bir karakter olarak görür ve yazarıyla kahramanını birbirine benzetirim.”
*
Sanatın, günlük yaşamın baskısından ve ezici zorluklarından bir kaçış, bireyselliğin istenen düzeyde yaşanabildiği bir özgürlük alanı olmasından kaynaklanıyor sanırım: İster ömrünü bu alana adamış üretken bir sanatçı; isterse kırk yılın başı tiyatroya giden, ucundan kıyısından bir roman okumuş, yahut gözucuyla birkaç resim incelemiş hemen hemen herkes, sanatın belirginleşmiş sınırlarıyla oynandığı en ufak bir hamlede, bu hamleyi özgür alanlarına yapılmış saldırı olarak algılayarak, anlaşılması zor bir refleksle, karşıt saf oluşturuyor: Sanatın, varlığını sağlam temellere dayandırabilmesi için yeniliğe ve dönüşüme her zaman açık olmasını belki göz ardı ederek, belki hiç farkında bile olmadan; üstelik çoğunlukla, ellerinde karşıt bir saf oluşturacak yeterli materyal ya da görüş olmamasına rağmen.
*
Belki tam burada, görüntüdeki ironinin altını çizmekte fayda var: Öyle ki sanat, -sanat eserinin biricik olması gerekliliğinden hareketle- sanatçının kendisini ifade edebildiğine inandığı her görüş veya kendini yansıtma şekliyle var olabilme serbestisine sahip olmalıdır. Kaldı ki bir ülkedeki sanatsal kalitenin, -en minimal ölçekte- ürünlerin çokluğundan ya da çeşitliliğinden önce, sanatın yüzünü yeniliğe ne derece çevirdiğiyle ölçülebileceğine inanırım. Oysa ‘yeni’, ‘değişik’ olarak adlandırılabilecek kavram ya da ürünlere bizde geliştirilen bu bilinçli/istemdışı negatif tavır sebebiyle, sanatta ya da daha özele indirgendiğinde edebiyatta, yeni bir ses olarak ortaya çıkmak büyük bir külfet halini alıyor.
*
Yeni olanın yadırgandığı, ötelendiği durumlara pek de yabancı değiliz aslında. Huzur’la modernitenin en uç ve sağlam örneklerinden birini veren, mükemmel bir zekâ ve kurmaca gücünün ürünü olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle de postmodernitenin ilk işaretçisi Tanpınar’ın, yaşadığı süreçte doğru etüt edilemeyişi ve ancak günümüzde yeni yeni hak ettiği değerin ismine teslim edilmeye başlanması, belki de en bilinen örnek. Yazarların ölümünden sonra adına yapılan anma törenleri, okuma toplantıları, paneller bir ölçüde iyimser görünebilir; ancak doğru tavır, geneldeki olumsuz tepkiyi ilk anda silip atmaktan; yaşadıkları, hatta ortaya çıktıkları anda bu değerleri desteklemekten geçer: Yeniliğin öncüsü sanatçıların kendi kabukları içinde devinmesi ve çok uzun yılların ardından ne dediklerinin anlaşılması hastalığı yerine, yaşadıkları döneme ve hatta çağa önayak olmalarını sağlayacak, yeni bir düşünce/sanat/romancı profilinin ortaya çıkması adına gerekli olan hamle budur.
*
Doğru reaksiyonu gösteremediğimiz bir diğer önemli yazar da elbette Oğuz Atay. Doğru reaksiyonu gösteremediğimiz: Anlaşılabildiğini göremeden, çağının ötesinde olmanın boynuna ‘suç’ olarak yüklendiği, düşünce yalnızlığı içinde ölenlerden yani. Neden anlaşılamadığıyla ilgili pek çok somut düşünce üzerinde fikir yürütülebilir. Ancak görmezden gelinemeyecek en belirgin nokta, bahsettiğim hazır bulunuşluğun, ne eleştirmen ne de okurlar tarafından geliştirilememiş olmasıdır. Ne acı: Tıpkı Tutunamayanlar’daki asli karakterlerden Selim Işık gibi, romanını yazdıktan sonra yalnız kalmış bir aydın olarak yaşamak zorunda kalacaktır Oğuz Atay. Bu yönüyle Selim Işık’ı, yazarının üstünde etkisi olan, kendisi kadar onun da kaderini tayin eden bir karakter olarak görür ve yazarıyla kahramanını birbirine benzetirim.
*
“Oğuz Atay edebiyatımızın geleneksel ağırlığının dışına çıkmayı elbette tasarlamıştı, ama çevresini kuşatan bu ağırlığın altından kalkacak gücü kendinde nasıl bulduğunu bilmek kolay değil. İlk akla gelen sıradan nedenler değil aradığım, ama şu anlaşılıyor ki, 1960’lardan sonraki on yıl içinde oluşmuş toplumcu edebiyat kültürünün gölgesi, tam o anda içinde bulunulan askeri darbe rejiminin baskısı, edebiyatımızın son yarım yüzyıl boyunca dokuduğu kumaştan dikilmiş tek tip elbise dayatması sanki bütün kapıları pencereleri sımsıkı kapatmıştır ve Tutunamayanlar’ın yılı 1971’de, Oğuz Atay’a bacadan çıkmak düşmüştür.” Semih Gümüş’ün bu düşüncesine, özellikle ‘bacadan çıkmak’ deyimine katılmamak mümkün değil; ancak bir hatırlatma: ‘Tutunamayanlar’ın yılı’ vurgusunu lügat anlamıyla almakta fayda var: Zira 1971, Tutunamayanlar’ın yazıldığı yıl olmuştur, anlaşıldığı yıl: Asla.
*
Kendisini anlayacak bir alt kültürün, yeniliğe açık bir sosyal/kültürel refleksin olmayışını, 1972 tarihli bir röportajında, eleştirmenlerin Tutunamayanlar konusunda suskun kaldıklarının hatırlatılması üzerine, “Eleştirmenlerimizin, daha doğrusu uzun süredir yazmayanların dışında olanların kafasında belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım bir bakıma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz bir kalıp bulamadılar,” diyerek gözler önüne serer Oğuz Atay.
*
Halbuki eleştirmenlerden teknik konularda, özellikle Batı’daki gelişmeleri takip etmeleri, romancılardan çok daha önce bu alanda bilgi sahibi olmaları; Tutunamayanlar’daki gibi bir farklılaşma, sınırları zorlama anında eseri ve yazarını savunmaları beklenmez mi? Belki de burada biraz olsun, günümüz eleştirmeninin yöntemi, mantığı, bakış açısı… konularına değinerek biraz soluklanmak gerekir; fakat başka bir yazının konusu bu.
*
Öyle ya, Tutunamayanların kaleme alınmasıyla birlikte, Tanzimat yıllarından 1970’lere kadar salt bir çizgi üzerinde ilerleyen ve kendini yenilemeyi hiç düşünmeyen Türk romancılığının (içerikte özellikle toplumsal dalgalanmalara göre kısmi değişimler süregelmiştir; fakat daha önce böylesine belirgin tekniksel değişimlere rastlamak mümkün değil) kalıpları kırılmıştır. Tek bir ifadeyle özetlemek gerekirse ‘kültürel bir devrim’ gerçekleştirir Oğuz Atay. Batı’da gelişimini sürdüren postmodern-avangard roman anlayışını, Türk roman geleneğine tek nefeste uyarlamaya çalışacak kadar güçlü, iddialı bir hamledir bu.
*
Tutunamayanlar, döneminde bir romandan beklenen pragmatist tavırdan, yol gösterme anlayışından adamakıllı sıyrılarak bireyi merkeze alan söyleminin dışında, tekniksel açıdan da yeni bir roman formatını savunur; öncü olmasının, postmodernitenin bizdeki miladı sayılmasının nedeni de budur: İçerik, kurgu, yazım teknikleri, dünyayı algılama tarzı… olarak; yani her yönüyle yepyeni bir roman.
*
İlk köklerini, az önce bahsettiğim üzere Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne kadar götürebileceğimiz bu algı, geri planda 1950 kuşağından beslenmiştir. Özellikle içe dönük öz dili, anlatıcı çoğulluğu ve çok katmanlı kurgu metinleriyle Bilge Karasu, benzer algısını varoluşçu metinlerine sızdıran Demir Özlü, Anayurt Oteli ve Aylak Adam’ın ayrıksı yazarı Yusuf Atılgan, çoğunlukla hikâyeleriyle tanınan Leyla Erbil gibi yazarlar, edebiyatın var olan algısında yer yer, kısmi oynamalar yapmışlardır. Ne var ki hem materyal hem de teknik anlamda bu sınırları zorlayan, yüksek sesle eleştiren, kendi mantığını oturtmaya çalışan ilk roman Tutunamayanlar’dır ve ilk olma ayrıcalığı da buradan gelir. İşte tam da bu sebeplerden –yani 1950 kuşağının hissettirdikleri ışığında- denilebilir ki; günün eleştirmeni, Tutunamayanlar’a hazırlıklı olmalıydı.
*
Genel çerçevede sıkça bahsettiğim yeniliklerin ne olduğuna kabaca değinmek doğru olacaktır: Öncelikle konu seçimi değişiktir Tutunamayanlar’ın; dayatmacı bir anlayışla toplum için önemli olan birey yerine, yalnızca bireyi konu edinir. Özde insan vardır: Sadece kendisi olduğu için değerli görünmesi gereken, hayata tutunabilmeye çalışan bir insandır bu. Dolayısıyla daha baştan, büyük doktrinlere, pahalı söylemlere, bir başkası için var olmak gerekliliğine karşı çıkar Oğuz Atay. Hayat zaten karmaşıktır, onu bir daha büyük söylemlerle iyice içinden çıkılmaz bir hale sokmanın anlamı yoktur.
*
İnsanı birey olarak anlatmak, onun ruh halini, psikolojisini de anlatmayı gerektirir: Bu yüzden okur sıkça, anlatıcının aradan çekilişine tanık olur ve kahramanların psikolojilerine, bizzat kendi anlatımlarından tanıklık eder. Bu da anlatıcı çoğunluğunu, dış dünyanın ve bireyin psikolojisinin birbirine girmesini tetikler. Kısacası hayatın karmaşasının gerçekliği, metnin karmaşası düzlemiyle hissettirilir.
Bunların yanı sıra, tekniğiyle de apayrıdır Tutunamayanlar. Daha önce cılız birkaç denemesi olan bilinç akışı tekniğinin, yetmiş sayfadan fazla, sırf kahramanı daha iyi anlatmak adına; belirli bir hız olmaksızın, noktalamasız içiçe geçmiş düşünceler şeklinde görmek mümkündür. İç diyalogların ve iç monologların fazlalığı, dildeki ironi ve kurmacadaki oyunlaştırma, metin içerisinde şiir, tiyatro gibi öteki metinleri kullanma yöntemi gibi, anlatmaya ayrıca bir inceleme konusu olarak devam etmek gereken daha detaylı teknikler, Tutunamayanlar’daki başkaldırının ölçülebilir aykırılıklarıdır.
*
Oğuz Atay’ın karşılaştığı en önemli eleştiriyse, onun öncelikle Batı’da gördüğü bu yöntemleri henüz yeterince özümsemeden, yalnızca kendini kullanmak zorunda hissettiği için, yapaylıkla işlediği görüşüdür ki, Tutunamayanlar’daki sabit bir merkeze bağlı kalmama anlayışı, bu eleştirinin dayanak noktasıdır. Oysaki, birbirinden kopuk izlenimi veren olay ve anlatı parçalarından beslenen bir bütün oluşturma fikri, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki ana malzemesidir. Bu yönüyle denilebilir ki dağınık olmak; onun bütüncül olma anlayışıdır.
*
Dikkat etmeli: Tutunamayanları edebiyatımızın kilometre taşlarından biri yapan ve postmodern yazarlar arasında Oğuz Atay’ın bir milat, Tutunamayanlar’ın da başucu kitabı olarak görülmesini sağlayan da yazarın bu aykırıkları, ‘beyaz mantolu adam’ duruşudur.

1 Ekim 2018 Pazartesi

Yannis Ritsos - Ayışığı Sonatı


Bırak ben de geleyim seninle.
Ne kadar da güzel ay bu akşam.!
İyidir ay, iyidir,
-kimse görmeyecek
nasıl da ağarmış olduğunu saçlarımın..
*
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌙🌚
*
Ay altın rengine dönüştürecek gene.
Sen de anlayamayacaksın.
Bırak ben de geleyim seninle..
Ay çıkınca büyür evdeki gölgeler,
görünmez eller açar perdeleri,
piyanonun tozlarına unutulmuş sözcükler yazar
solgun bir parmak..
-duymak istemem onları
Ne olur sus.!
*
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌙🌚
*
Bırak ben de geleyim seninle,
biraz daha uzağa,
fabrikanın duvarlarına kadar,
o beton, o göksel, o ayışığıyla
badanalanmış,
öylesine kayıtsız,
öylesine maddeden uzak,
öylesine gerçek ve neredeyse soyut kentin
göründüğü o köşebaşına kadar,
istersen inanabilirsin yaşadığına,
yaşamadığına hatta,
istersen hiç yaşamadım diye düşün,
inanma istersen
zaman ve yıkımlarına.
Bırak ben de geleyim seninle..

YenidenDoğuş - YannisRitsos


Yıllardır kimse bakmadı bahçeye. Ama işte
bu yıl -mayısta mı haziranda mı.?- yeniden çiçeklendi kendiliğinden,
parmaklıklara kadar dirildi -binlerce gül,
binlerce karanfil, binlerce sardunya, binlerce kokulu burçak-
mor, turuncu, yeşil, kırmızı, sarı,
renk renk kanatlar; -öyle ki eski süzgeçli kovasıyla
yeniden sulamaya çıktı kadın -yine güzel,
dingin, belirsiz iyilikli bir güven içinde. Ve bahçe örttü kadını
omuzlarına kadar, kucakladı onu, tam kazandı onu,
havaya kaldırdı. O zaman gördük, güpegündüz,
bahçe ile süzgeç kovalı kadının ağdığını gökyüzüne
ve böyle yukarlara bakarken biz, süzgeçten birkaç damla su
damladı usulca yanaklarımıza, çenemize, dudaklarımıza.
*
3.VI.69

Ergin Günçe'nin Oğlu Dadal Günçe ile Söyleşi

Dadal Günçe: “O güzel şiirleri yazan, bazen öfkeli bazen muzip o adamın oğlu olmaktan mutluyum”
*
Söyleşi: Şirvan Erciyes
*
1983 yılında maalesef bir uçak kazasında kaybettiğimiz Ergin Günçe, Türkiye edebiyatı ve şiirinin en önemli isimlerinden biri. Dizelerindeki insan ve çocuk sevgisi, ince ironisi onu her daim yeni kılan detayların başında geliyor. Günçe’nin ‘Türkiye Kadar Bir Çiçek’ isimli kitabına ve dizelerine son yıllarda bir ilgi söz konusu. Ergin Günçe’ nin oğlu Dadal Günçe, onu şiirlerini, hayata bakışını gelecek kuşaklara aktaran bir köprü görüyor. Ergin Günçe’yi merak eden, onun şiirleri üzerine çalışmak isteyen genç edebiyatçılara yardımcı oluyor. Dadal Günçe’yle babası Ergin Günçe’yi konuştuk.
***
Adınızın Dadal olması ilgimi çekmiştir en çok, bildiğiniz gibi Dadaloğlu Avşar halk ozanı. Osmanlı Devleti Toros Dağları’nda yaşayan Avşarları iskân etmek için Fırkayı İslahiye adlı bir ordu kuruyor ve buna karşı çıkan Avşarlarla Osmanlı Devleti arasında bir savaş yaşanıyor. Pek çok Avşar genci ölür ve Avşarlar zorla iskân edilir. Dadaloğlu, “Hakkımızda devlet etmiş fermanı, ferman padişahınsa dağlar bizimdir.” diyerek günümüzde de haksızlığa başkaldırının simgesi oluyor. Avşar boyundan gelenler arasında bile Dadal adına hiç rastlamadım, babanızın size bu adı vermesi çok güzel ve anlamlı. Bu konudaki tanıklıklarınızı merak ediyorum.
*
İsmimden dolayı çok sorun yaşadığım oldu, yanlış yazarlar, telefonda veznede filan söylerim, anlamazlar. Soyadım zaten netameli. Bazen Dadal Günçe değil de mesela bir Mehmet Yılmaz veya Ahmet Doğan filan olmayı isterdim. Bir de; ilkokulda, o çağlarda çok alay ettiler adımla. Şimdi, 40 yaşımdan sonra alıştım, sanırım artık değiştirmek de istemiyorum. Babam edebiyata meraklı idi ama basit bir ilgi değildi bu, onda bir derine gitme, dibine kadar gitme huyu vardı, mesela işte Cemal Süreya anlattı bunu, gidiyor daha lise öğrencisiyken Cemal Süreya ve Sezai Karakoç ile tanışıyor. Divan ve halk şiirine meraklı, özellikle de çoğu yönüyle yoksul kalmış Anadolu’nun derin edebiyatı onu çok çekiyor. Yunus, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan…üstelik üçü isyankardır bunların, biliyorsunuz. Dadaloğlu okurken, bir deyişinde Yine Tuttu Gavur Dağı Boranı’nın da şöyle diyor: “Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler Vefasız dünyayı şu insan(garip kul) n’eyler Bir yiğidi bir kötüye kul eyler Şimdiden (Şimden) sonra yaşaması güç oldu” Burada Dadaloğlu’nun Dadal dediğini görünce kendisine, merak ediyor
“Dadal ne demek” diye. Yiğit anlamına geldiğini öğreniyor ve ismim oradan geliyor. Bunları bana masal anlatır gibi anlatmıştı ben çocukken. Başkalarına da anlatırdı sordukları zaman.
***
Ergin Günçe şiirleri hakkında yazılanlar, ardından söylenenleri okuduğumda birkaç konu özellikle dikkatimi çekti, onu İkinci Yeni ile Toplumcu Gerçekçi Şiir’e dahil etmeye çalışıyorlar, ancak her ikisine de dahil edemiyorlar.
*
Şiire başladığı dönem İkinci Yeni’nin de şaha kalktığı bir dönem, yakın çevresine de bakılırsa çıkış noktası kısmen İkinci Yeni olacaktır, ama varış noktası için ben de bir yorum yapamıyorum. Muhakkak bir yere yerleştirme takıntısı var tabii, biraz bize ait bir durum. Toplumcu Gerçekçi demek ne kadar doğru olur bilmiyorum, dönemin farklı isimlerine bakılınca onların uzağında, dolaylı ve bir yarısı görünmeyen bir şiir yazdığını düşünüyorum.
***
Ayrıca babanızın ölümü ardından onun görmezden gelindiğine dair iddialar var, bunun bir nedeni Şehirli Şairler Antolojisi olabilir mi? Ya da şöyle sorayım, böyle bir şey hissettiniz mi, hissettiyseniz bu tavrın nedeni sizce nedir?
*
Daha önce de söyledim bunu, babam hayatta olsa ve kitabını baskıya verecek olsak birlikte ( bu gibi işlere beni de katmayı çok severdi çünkü) ben “o şiiri çıkaralım” derdim ama eminim ki o da “kalsın, kalacak!” derdi. Tek başına o şiir değil elbette, sivri dilli olmasının etkisi sanırım bu. Sadece hissetmek de değil, kulağıma gelen şeyler var, tanıklar var. Bir dönem görmezden gelindi ciddi bir şekilde, ve kısmen bilinçli yapıldı bu.
***
Ergin Günçe’nin şiirlerini okuduğumda şaşkınlığa düşüyorum, onun zekası, kültürü, yeteneği dışında yıllar öncesinden bugünü görmüş gibi geliyor insana.
*
Babamı övmek ne bana ne ona bir şey kazandırır ama işte, çok bilgili ve çok kültürlüydü, onu yakından tanıyanlara sorun bunu, iddia ediyorum ki aksini söyleyecek bir kişi bile bulamazsınız. Çok geniş bir kültür yelpazesi vardı, üç dilde okuyabilmenin avantajını da kullanıyordu sonuna kadar. Sanıyorum okudukları, gördükleri, yaşadıkları ona geleceğe dair bazı önsezilerde bulunma gücü de verdi.
***
Gezi süreci ile Ergin Günçe şiirleri yeniden keşfedildi sanki, onun ironisi günümüz gençlerinin zekasına denk geliyor sanırım?
*
Gencölmek’i yazmaya başladığından beri gençlerle ve gençlikle ilgili bir meselesi vardı. ODTÜ’ye hoca olarak döndüğünde kırklı yaşlarının başındaydı ve gençlere, öğrencilerine yeniden kavuşmuş olmanın sevincini yaşıyordu. Onların sürekli değişen jargonları, kural tanımazlıkları ve hatta kendisine aslında ters gelen umarsızlıkları çok hoşuna gidiyordu. O yıllarda havaya fırlattığı bir şeyin şimdilerde yere düşmesi gibi bir durum oldu sanırım, eğer dediğiniz gibiyse, gençler tarafından seviliyorsa yani şimdilerde.
***
1964 – 1983 arası hiç şiir kitabı yayınlamıyor ayrıca dergilere de pek yollamıyor, bunun nedeni olarak Akif Kurtuluş 70’li yılların edebiyat ortamına sıcak bakmadığını ileri sürüyor, sizce de öyle mi?
*
Öyle, evet. Sürekli dergi ve matbaa kapısı aşındıracak biri değildi çünkü. Şiirini gönderir ve basılmadıysa bir daha ilgilenmezdi. Basılan şiirleri oldu 70’lerde dergilerde ama sayıları onu geçmez sanırım. 80’lerde, ölümünden sonra da devam etti bu, 90’larda ben girdim devreye ve bizzat yaşadım bunu, gönderdiğim dergiler “yok” muamelesi yapıyordu. İtiraf etmekte sakınca görmüyorum, oğlu ( akrabası) olduğum anlaşılmasın diye takma isimlerle gönderiyordum hep.
***
Ergin Günçe şiirini siz nasıl tanımlarsınız?
*
Bu en sevmediğim sorudur aslında, bana çok özel geliyor, babamdan mektup almışım gibi. Ve okurken sıklıkla şunu fark ediyorum, bir gerilim bir basınç yaratıp sonra onu bir dizede patlatıyor, bazen de en son söylenecek sözü en başa alıyor. Hem şiiri hem matematiği bildiğini biliyorum, bunu bilerek yaptığını düşünüyorum.
***
Çerkeslik bazı şiirlerinde yer alıyor, Çerkesce bilir miydi, geleneklerle ilgili öne çıkardığı yaşantılar anımsıyor musunuz?
*
Eniştem, teyzemin eşi Çetin Öner, Çerkesler hakkında kitaplar yazacak kadar Çerkesti, ondan da biliyorum ki babamın hayatı Çerkes yaşantısından epey uzaktaydı. Hayır, Çerkesçe bilmezdi, zaten ailesi karmakarışık etnik kökenlere sahipti, Çerkes, Arap, Lâz, Bulgar Göçmeni…Çerkesçe bilmezdi ama dedesinden öğrendiği kadarıyla Arapça bilirdi.
***
Çocukluk, Ergin Günçe şiirinin temel izleklerinden biri, kendi çocukluğu, sizin çocukluğunuz ve tüm çocuklar onun şiirlerinde yer buluyor. Olumsuz koşullarda yaşayan tüm çocuklar ve ‘gencölenler’ için, tükenmez bir acı çektiğini görüyoruz şiirlerinde. Bu onun insan seven yanı olduğu kadar haksızlıklara boyun eğmeyen tavrıyla ilgili. Sınıf bilinciyle. Dizelerle de savaşan bir şair adeta. Kendi çocukluğu ile ilgili anılarını paylaşır mıydı?
*
Çocukluğu ülkenin ve dönemin zor koşulları nedeniyle yıpratıcı geçmişti ama o dönemi daha da zor kılan, tahammül edilemez kılan şey babasının aşırıya kaçan davranışlarıydı. Ölene dek bu acılarla yaşadığı gibi, babası ölümünden sonra da geride kalanları üzecek şeyler yapmaya devam etti maalesef. Özel konular olduğu için çok fazla ayrıntı vermek yanlısı değilim. Babasıyla yaşadığı gerilimin izleri şiirlerinde de görülebilir, çok sonra öğrendim ki öğrencilik yıllarında bazı arkadaşlarına “babam öldü” dermiş.
***
Ergin Günçe’nin kütüphanesi duruyor mu? Duruyorsa, kütüphanesinde en çok ilginizi çeken kitaplar hangileridir?
*
Şöyle söyleyeyim; kütüphanesi şimdi çıksa gelse şaşıracağı kadar duruyor. Bazı kitaplarını eğitim gördüğüm bir kuruma bağışladım, ODTÜ nedense istemedi (eski olduklarını gerekçe gösterip) talip olanlar oldu ama onca zahmetle aldığı kitaplar onun bunun elinde kalsın istemedim. Fransızca kitapların bazılarını Fransızca bilen bir şair arkadaşıma hediye ettim, diğerleri bende duruyor. En çok felsefe, ekonomi ve şiir kitapları ilgimi çekiyor, şu anda bu satırları yazarken baktım, çalışma masamda babama ait 3 kitap var.
*
Hangileri?
***
Babanız hakkında yayımlanan kitapları nasıl buluyorsunuz?
*
Şiir kitapları dışında iki kitap var, biri daha kişisel, diğeri daha anonim. Bir kitapta da onu anlatan bir bölüm var. Benim bildiklerim bunlar. İsminin duyulması açısından önemli ve olumlu buluyorum, “şurası eksik olmuş, burası fazla” gibi yorumlar geliyor bazen, bunu diyenlere samimiyet derecesine göre içimden ya da açıktan “buyurun siz daha iyisini yazın” diyorum. Bir kısıtlama, bir engelleme yok neticede. Genç bir öğrenci arkadaş yüksek lisans tezi yaptı mesela geçenlerde babamla ilgili, bana da sorular sordu, yardımcı olmaya çalıştım elimden geldiğince, kabul de edildi tezi. Geliştirip bastırmayı düşünüyor. Başka çalışmalar olduğu bilgisi de geliyor bana, şiirinin tartışılması açısından da böyle çalışmaların artması güzel olacaktır.
***
Çok kısa bir ömür sürse de çok yoğun yaşadığını, çok geniş bir arkadaş çevresi olduğunu, farklı, özel, yetenekli, kültürlü bir insan olduğunu görüyoruz. Ergin Günçe’nin oğlu olmak güzel olduğu kadar zor da olmalı?
*
Garip gelecek belki ama bir zorluğu yok, olmadı, yani ben öyle hissetmedim. Yaşarken olan zorluk sürekli gerilimli bir hayat sürmesi idi, işsizlik, hapis, zorunlu gidişler. Ama işte hayatın akışı içinde bu gibi şeylere katlanılıyor. Asıl zorluk onu kaybedince başladı, özlemenin ve kavuşamamanın zorluğu. Çocukları ve hayvanları seven, o güzel şiirleri yazan, bazen öfkeli bazen muzip o adamın oğlu olmaktan mutluyum.

Ergin Günçe - Özlem


Sokak lâmbalarını tanık gösterebilirim
Yalan söylemem zaten keyfim de yok
Unuttuğum şeylerin adları
Saymakla tükenmez.
*
Işıkları örtme gelinim
Ay buluta sığmaz olur
Bulutlar yağmura sığmaz olur
Birgün çıkar gelirim.
*
Çamların ve çobanların
Kurtları dağdan bıraktığı gün
Ben de bu dünyadan çıkmış olurum.
*
Bir yangın başladı bayram gecesi
Çocuklar çılgın eğleniyordu
Akşamlara kadar düşündüm
Aklım adıma gelmiyordu.
*
Güneş uzun günlerden öylesine yoruldu ki
Öylesine yoruldu ki hayata karşı sevgi
Çılgınlığı unuttu bütün çocuklar
Kapılar ardına dek kapanıverdi.
*
Sokak lâmbalarını tanık gösterebilirim
Yalan söylemem zaten keyfim de yok
Özlediğim şeylerin adları
Saymakla tükenmez.

Can Yücel - Dokuz

Mahkemeden döndüler.
İddianâmeyi okumuştu savcı,
Yüz-altmış-sekiz'den mahkûmiyetlerini istiyordu..
T.C.K'yı buldular:
Her kim 125, 131, 146, 147, 149 ve 156 ıncı maddelerde yazılı cürümleri işlemek için silâhlı cemiyet ve çete teşkil eder yahut böyle bir cemiyet ve çetede âmirliği ve kumandayı ve hususî bir vazifeyi haiz olursa, on seneden aşağı olmamak üzere, ağır hapis cezasına mahkûm olur. Cemiyet ve çetenin sair efradı beş seneden on seneye kadar ağır hapisle cezalandırılır diyordu 168 inci madde..
*
ÖLDÜLER, DİRİLDİLER ÖLDÜLER..
*
Derken en küçükleri,
Sahir,
--Onsekizinde ya var, ya yoktu--
İşe bak, dedi,
İlkokulda da benim numaram yüz altmış sekizdi.!
*
Hepbir ağızdan GÜLDÜLER..
*

Ergin Günçe - Yargı Yöntemi Dersleri


Arkadaşlar, Yargı çok'a ayrılır, ilk dersimiz bu
Tanrının katında, çatı katında
İnsan da yargılanır, köpek de kuş da
Balık bile yargılanır, aklına ve şeytana uydukça
*
Din bilginleri de söyler bunu, İkinci Ders
''Tanrı bir müziktir eninde sonunda''
(Burada sesimizi alçaltmalıyız)
Ey Melek, ey düttürü Leylâ, ey Köçek
*
(Burada sesimizi yükseltmeliyiz
Ve Oğlumuzu çağırmalıyız yardıma)
''Şeytan ateşe boyar suratını baba
Yargılar ama herşeyi yargılar''
*
Arkadaşlar, azılı bir eytişimdir çocuk
Herşeyi bilir, karar verir ve açıklar
On yaşında haylaz ve çapraşıktır
Yozlaşır, Tarih Dersleri ve Yaz geldikçe
*
Nerde kalmıştık, nerde kalmıştık
Açık havada kurarlar bir terazi, Ders Üç
Stadyumlar, alanlar dolusu işçiler ve çocuklar
Sağduyu solduyu sorgu savunma karar
Hızla işleyen tüfekler mekanizmalar
*
Açık ve aydınlıktır dersimiz
Herkesi bir yargıç olarak düşüneceğiz
Herkesi bir sanık olarak süsleyeceğiz
Herkes zaten bir Savcıdır doğuştan
*
Dördüncü Ders, kahramanlar geçidi
Birisi ''kamu adına'' ilk tekmeyi atar
Sanık, işlesin işlemesin, dişlesin dişlemesin
Öteki, gözünde gözlük, kirada oturan bir Bay
Dinler ve dinler, yazdırır ve yazdırır ve kalemini kırar
*
Noktada virgülde durarark ve yaparak satırbaşları
Ünlemlerde haykıran, sorularda kaykılan
Bay Avukat, Sen de artık ''anlamlı bir savunma yap''
Duruşma Çarşambaya ertelenir o zaman
*
Suskun bir orkestra olan Jüri
''Halk Adına'' yardımlar sunmaktadır
Dışarda fotoğrafçı bir kalabalık
Bir vapur düdüğü dolaşır sanığın kafasına
Aklına karpuzlar, helvalar takılır
*
Dersler burada biter, Yaz Sınavları yaklaşır
Arkadaşlar, gerekçeli yaşamalıyız
Zira Satranç falan değil oynadığımız
Zira Şiir böyle gelişmektedir
*
Tanrı bir Müziktir. Terslik burda bana kalırsa
İşbölümüne inanır güvenir bana
ve Öteki Yargı Yöntemi Hocalarına
*
Sınavda hepinize başarılar dilerim
Soruları okumadan cevaplamayın
Can'la oynuyorsunuz şunun şurasında

Ergin Günçe - Sen Nerdesin, Yargıçlar Nerde


Oğul, ud çalıyorsun dudaklarınla belli,
Sen bu kanunlardan dışarlardasın.
Ay doğsun ölümün ve olgunluğun üstüne.!
Gözünden tutuklusun ve demir pencerede rüzgâr
Bahçede üşüyerek çocuklar geziniyor.
Ateş yakılmıştır bir kere
Kasketini giyeceksin
Yağmur ''Belli olmasa.!'' bile
Yağmur ''Belli olmasa.!'' bile
*
Yargıç, bozuk bir mahkeme Türkçesiyle
Durmadan bir nesir yazdırıyor
*
''Kişi, kendi ölüm törenine bizzat katılmalıdır.!''
Diye bir mısra mırıldanıyorsun gene.!
*
Oğul, arka balkondasın belli ki ve tüfeğin var
Sen bu saçmalardan dışarlardasın.!
İncir ağaçlarını müjdeliyor serçeler
Bir arkadaş seni bekliyor Görüş Kulübesinde
Sırtına bir kazak al, cemreler düşüyor
Ateşi birlik yaktık, halkımız ısınsın diye
Yüzünde bir gülüş bulunmalı
Canın istemese bile
*
Herif, zaman kazanmak için tarihten
Bak, durmadan satırbaşı yaptırıyor.!
*
''Kişi, kendi ölüm törenine zambaklar taşır.!''
Diye bir ağıta başlıyorsun gene.!
*
Oğul, Kapalı Koğuşta bile kavgada sayılırız,
Sen, bir kelepçeden daha dışarıdasın.!
Galiba, yaz yakında bitiyor Orta Anadolu'da,
Pencerede mısırlar, biberler ve sanki ud sesi
Bir dalgınlık olarak birikiyor içine
Ateşi tutuşturdu bizim çocuklar
Daha büyük bir ateş yakışır senin de ellerine.!
Çünkü daha on yedi yaşındasın
Tutukevine müjdeler getiriyorsun.
*
Yargıç, bıkmış görünüyor böyle bir işten
Emekli olduğu gün hemen kırlara çıkacak.!
*
''Kişi, kendi ölüm törenine bir kemanla katılır.!''
Diye bir şaka tutturuyorsun gene.!
*
Oğul, bu günler kan lekeleri
Ölen arkadaşları kimse unutturamaz
Kimse, hiç bir şeyi unutturamaz
Ve avutmaz çinileyen güzel gün bizi.!
Bir ağaç gibi burdayız ve işte konuşuyoruz
En sıkıyönetim altında ve enyüksek gürültüyle
Bahçade güneştesin, susamış olmalısın.
*
Bir ateş ki en kanlı iklimleri dolaşır,
İşçiler, köylüler, öğrenciler ekler peşine.!
Oynadı alnınla Sonbahar
Aklında bir gülüşme kurudu.
*
Yargıç, evine gitmeye hazırlanıyor
Sen daha özgürsün her bakıma.!
*
''Kişi, kendi ölüm törenine gülerek katılmalı.!''
Diye bir şeytanlık düşünüyorsun gene.!

*
Türkiye Kadar Bir Çiçek Kitabı'ndan

Can Yücel - Aydın Bir Karga ile Tilki

Lâfonten'den bu yana devran hayli değişti,
İlme verdi kendini şanlı karga milleti.
Atomlar atom değil, patlamıyorlar onsuz,
Keymbiriç'ten Harvord'a öncümüz Doktor Korvus.!
Şan etti mi şanosu Kelektironik müzik
O da kandillerde bir.! Sanatı sittirettik.!
Dün gördüm tünemişti Mülkiye'nin damına,
Tabiy ekonomistti iktisadın rağmına.
Dedim, Or. Purofesör, kurtar şu memleketi.!
Sermayenin dedi marjinal müsmiriyeti.!
Ben ki tilkiyim diye postumu yitirmişim,
Ulan, böyle tekkeye her zaman postnişinim.!
O ne kokuydu anam.! Bu cins peynirlere pes.!
Rokfellerle Kaşkaval ve Maraşalımız Keyns.!
Madem en hırtı bile Aynşitayn'a muasır,
Hayatta en hakiki mürşit kargadır.!
*
Gökyokuş Kitabı'ndan

Can Yücel - Güya

Elele tutuşmuşuk
İki küçük çocukmuşuk
Kışmış hava
Mışıl mışıl üşümekten
Başıbüyük'te
Bir beştaşın dibinde
Dizdize oturmuşuk
Birbirimize sokulmuşuk
İki küçük çocukmuşuk
Birimiz VE
Birimiz VEYA
Güya bir rüyaymış
bu rüya.

*
Gökyokuş Kitabı'ndan

Can Yücel - Sabah Gamı

Güneş DOdur, beşte doğar,
Vurur, vurur demirlere;
Kapı açıldığında en son,
Dellenir bir uzun RE..
Hep FA diye biliriz a,
Aslında Mİdir fare;
Çaktırmadan, Es vermeden
Sİmavlı kedilere,
Bir kahvaltı edişi var
Işığı kemire kemire.!
LÂ müebbet bir mahkûm,
Lâterna çalar vire.
SOLun haliyse malûm,
Şeytan aldatmak üzre.
*
Bir Siyasinin Şiirleri Kitabı'ndan

29 Eylül 2018 Cumartesi

Lâmbanın Söndürülmesi - Yannis Ritsos

O büyük yorgunluk ânı gelir. Göz kamaştırıcı,
aldatıcı sabah, gecelerinden birinin daha bittiğini bildirir,
aynanın parlak pişmanlığını gölgeler, ağzının ve gözlerinin
çevresine derin çizgiler çizer. Artık
bir işe yaramaz lâmbanın yumuşaklığı, kapalı perdeler.
Yaz gecesinin ılık soluğunu serinleten çarşaflar üstünde
vicdanı sonuna dek kararlı -ve yalnız birkaç lüle-
geride kalan bir gencin saçlarından -koparılmış bir zincir-
hangi ustanın elinden çıkmış bu zincir.? Hayır, hayır,
ne bellekten, ne de şiirden hayır var artık. Gene de
anlıyor ki, tam uykuya dalmadan önce, söndürmek,
bu alevi bile bir kez daha söndürmek için
lâmbanın şişesine eğildiğinde,
ölümsüz bir yapıt üflüyor sonsuzluğun camdan kulağına,
tümüyle kendisinin soluğu, iç çekişi yaratmanın.
Ne güzel bu lâmba dumanının odaya yaydığı koku.

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...