''Uzun süre karanlıkta kaldıktan sonra ışığa çıkanlar öylesine kör oluyorlar ki.! İşte bunun için köleleri de si*lahtan arındırmanın en emin yolunun, bunların eline si*lah vermek olduğu anlaşılıyor.'' (Sayfa: 121)
''Dananın kasaba, kölenin efendisine dostluk ve sevgi duyması tehlikeli bir heyecandır.'' (Sayfa: 139)
''Hayatın bazı saatleri o kadar uzun, o kadar özlü iken, bomboş ve sıkıcı saatler de zamanın zincirine asılıp geçmişte nasıl yok oluyordu..'' (Sayfa: 142)
''..ıstırap, gerçekten doğar ve bir gerçeğin sonucudur.'' (Sayfa: 143)
*
''İsraf ve sefahat yüzünden sinirleri bozulmuş bu nazlı beyleri ezmekten kolay ne var.? Tanrılara adanması gereken altın ve gümüş tabaklarda yemek yer bu adamlar.! Bugüne kadar bizi ezebildilerse, bunu biz boyun eğdiğimiz için yaptılar. Biz olmazsak ne yaparlar.? Siz, kuvvetinizi onlara karşı kullanmaya karar verirseniz halleri ne olur.? Sadık arkadaşlar.! En kuvvetli ve en kalabalık biz olduğumuza göre, yönetimde bizden başka kim hak iddia edebilir.? Bazı kimselere zenginliği, bazı kimselere fakirliği doğa vermemiştir. O sadece kabiliyet ve kuvvet vermiştir. Efendilerle köleler, soylularla halk arasındaki ayırımı yapan doğa değildir. Kuvvetlinin zayıfa hizmet edeceği ve bir avuç insanın çoğunluğu yöneteceği kuralını da o koymamıştır. Öyleyse, doğanın yasasına uyalım. Her yerde, her zaman geçerli ve adil olan tek yasa budur. Yoksullara, aynı boyunduruk altında inleyenlere doğanın kendilerine verdiği hakkı iade ederek, insanlığın isminizi unutmamasını sağlayacak şekilde harekete geçin. Artık tereddüt etmeyin kardeşler. Çok fazla düşünüldüğü zaman cesaret zayıflar.!'' (Sayfa: 148)
*
''Kehanetin doğru çıkmasına kâhinin kendisi kadar hayret eden olmaz. Zira, insanın düşüncelerinin en derin noktalarında müthiş bir tembellik ve alışkanlık yatar. Ta derinlerden bir ses, yarının da bugün gibi olacağını fısıldar insana. Doğru olmadığını bile bile inanır buna. Allahtan böyle oluyor, yoksa öleceğini bile bile nasıl yaşardı insan:? Haydi şimdi gidip evimizi şu dallarla, yapraklarla süsleyelim de Trakyalıyı gerektiği gibi karşılayalım.'' (Sayfa: 164)
*
''Şehrin temeli atıldığı zaman İmparator birtakım yeni yasalar koymuştu. Bu yasalar, Fulvius'un kalemiyle gelecek kuşaklara şöyle aktarıldı:
*
1) Hiç kimse sadece kendi ihtiyaçları için çalışmayacak ve komşusuna kendi keyfi ve hırsı için baskı yapmayacak. Hiç kimse kendi keyfi ve ihtiyacı için komşusununkini kısıtlamayacak. Herkesin ihtiyacı bundan böyle topluluk tarafından karşılanacak.
*
2) Kimse yakınını kendisine hizmet ettirmeyecek; zayıf artık, kuvvetlinin emrinde olmayacak. Bir çuval unu olmayan, bir çuval unu olana bağlı bulunmayacak. Çünkü, bundan böyle birlikte bütün yiyecekler ortak mal sayılacak.
*
3) Bu nedenle, kimse evinde yarım günlükten fazla yiyecek bulundurmayacak. Kimse evinde erzak ve mal stoku yapamayacak. Herkes, birlik üyelerine yakıştığı gibi büyük yemekhanelerde ortak mal olan yiyeceklerle karnını doyuracak.
*
4) Aynı şekilde si*lah ve alet ihtiyacıyla, elbise ve ev ihtiyaçları da herkesin topluluk içinde kendi yeteneklerine göre, örneğin; duvarcı, si*lahçı, tarımcı olarak yapacağı iş karşılığında sağlanacak. Fakat herkesten kendi kuvveti ve olanağı dikkate alınarak iş istenecek, buna karşı mal dağıtımında ayırım yapılmayarak, paylar eşit olarak bölüştürülecek.
*
5) Ne alımda, ne satışta kimse komşusunun aleyhine olacak bir avantaj sağlayamayacak, kimse kağıt veya madeni para vererek kendi payına düşenden fazlasını alamayacak. Bu bakımdan, Lukania Birliğinde altın, gümüş ya da diğer değerli madeni paralar kullanılmayacak. Üzerinde para bulunanlar topluluktan çıkarılacak ve ö*ldürü*lecekler.
*
İşte, Spartacus Güneş Şehrini yönetmek için bu yasaları çıkarmıştı. Bunlar hem yeni, hem de dünya kadar eski yasalardı.'' (Sayfa: 172-173)
*
''Kökleri o kadar derinde bir haksızlık vardı ki, o haksızlık artık haklıyı bile yanıltıyordu. O kadar doğal bir mülkiyet gururu vardı, öylesine doğal olmuştu ki bu gurur, yoksulun aynı mutluluğu duyması doğaya aykırı hareket getiriyordu.'' (Sayfa: 181)
*
''- Bazı şeyler vardır, karanlıkta söylenir. Ama, bazıları için muhakkak ışık gereklidir.
- Ne fark var aralarında.?
- Karanlıkta söylenenler duygulara hitap eder. Karanlığa aşıktır duygular. Ötekiler ise akla seslenir. Akla seslenen sözlerin, güçlü ve etkili olmak için ışığa ihtiyacı vardır.'' (Sayfa: 200)
*
''Bir tek kişi, elinde bu kadar kuvveti, beyninde de bu kadar üstün amaçları bir araya toplarsa, bunun sonu tehlikelidir. Başlangıçta beyin ellere komuta eder. Sonra öyle bir an gelir ki, eller kendi kendine çırpmaya başlar; beyin de işte o zaman üstün amaçları ortaya atmak zorunda kalır. Beynin sahibiyse, meydana gelen değişikliğin farkında bile değildir. Halkın dostu olan bir yığın insan, şimdiye kadar, tiran haline gelmiştir. Oysa, tarih, sonunda halkın dostu haline gelmiş bir tek tiranın adını bile yazmaz.'' (Sayfa: 203-204)
*
''Gözleri gören sadece oydu, ötekiler kördüler. Bir irade lazımdı bunların başına: görünüşteki bir gerilemeye karşın, aslında geri değil, ileri gidildiğini bilen birinin iradesi. Sürüyü, araziye dağılıp kaybolmaması için bir yola sokup, o yolda gütmek görevi ona düşüyordu.'' (Sayfa: 221)
*
''O gizemli yaratıcı herkese organlarını, duyularını veriyor, fakat daha ana karnındayken, yarattıklarının arasında ayırım yapıyordu. Bazılarına hayat boyunca hiç gülme hakkı tanınmıyordu, dünyaya gelişleri kimseyi sevindirmiyordu. Ötekilerin doğuşları bile bir sevinç nedeni oluyordu. Hayatları boyunca güneş, yalnız bunlar için parlıyordu.
Kendisi ve adamları güneşten paylarını almak için zincirlerini kırmışlar, zindanlarının duvarlarını yıkmışlardı. Önce gözleri kamaşmış, her şeyin yolunda gideceğini, vücutlarına yapışmış olan zindan küfünün güneşte yok olacağını sanmışlardı. Oysa dünya, durmadan yıkılması gereken daha bir yığın duvarla doluydu. Kölelerin gözleri ise dünyanın o çok çiğ ışığına bir türlü alışamamıştı. O yüzden de körler gibi sağa sola saldırmışlar, ellerinin altındaki her şeyi yakıp yıkmışlardı. Onları gözetmek, onlara yol göstermek gerekliydi. Başlangıçta dümdüz, fakat haşin bir yoldan gitmeleri gerekmişti. Ateş ve kan ekmişler, kül ve kin biçmişlerdi. Sonra, Spartacus onları dümdüz, fakat dolambaçlı bir yola sokmuştu. İşte o zaman hedefi gözden kaybedenler yine körler gibi saldırmaya başlamışlardı. Tırnakları büyümüştü, yine kötülüğün o pis kokusu vücutlarından yayılır olmuştu.'' (Sayfa: 222-223)
*
''Giden, anılarının bağlarından kurtulamaz; kalan ise kendini özleme kaptırır. Öteden beri insanların adetidir: harabelerin üstüne oturur sızlanırlar.
Birden sözünü kesti Publibor:
- Zaman, yeteri kadar olgunlaşmamış diyorlardı, dedi. Bu devir ya çok genç, ya çok ihtiyar diyorlardı.
- Bu sözlerde gerçek payı var. Çok iyi anlayabildiğim bir çelişme bu. Sizin talihsizliğiniz, ne ölmesini, ne yaşamasını bilen bir dünyada bulunmanızda. Hanımkına benim hakkımdaki fikrini sor da bak:
Evlat sahibi olmak için ihtiyar, ölmek için de genç bulur beni. Görüyorsun ya zavallı çocuk, bazı şeylere daha uzun süre dayanmak zorunda kalacaksın, ö*lmemi eskisi kadar istemesen bile.'' (Sayfa: 241)
''Bütün devrimlerin ortak bir noktası var galiba: panzehirini kendi içlerinde taşıyorlar.'' (Sayfa: 246)
*
''Sormuşlar süvariye, neden dört nala gidiyorsun diye. O da ''atıma sorun, o daha iyi bilir'' cevabını vermiş.
Senato, lejyonlar sayesinde dışarıya karşı gücünü koruyor, ama içerde her şey bitti, mahvoldu. Milislerin yerini ücretli askerler aldığından beri, senato bir hiç haline geldi. Şimdi komuta generallerin elinde. Yeni bir diktatörlük hazırlanıyor, hatta belki de krallık yeniden kurulur. Canlı cenaze halindeki Cumhuriyet, eldivenli, fakat demirden bir el boğazını sıktığı zaman inanın rahatlayarak son nefesini verecek. O zaman ne olacak bakalım.?!'' (Sayfa: 247)
*
FULVİUS'UN TARİHİNDEN PARÇALAR
*
51. Bütün askeri zaferlerine rağmen, sonunun geldiğini hisseden Spartacus, Romalılara tarihlerinde en küçültücü darbe olarak yer alacak bir ders vermeyi kararlaştırınca, etrafa saçtığı dehşet havası daha da yoğunlaşmıştı. Padus Havzası'na çekilmeden önce, Cricsus'un hatırasını anmak için bir şenlik düzenlemek istemişti Spartacus. Tören, Romalıların en büyük generallerine yaptıkları cenaze töreni kadar görkemli oldu ve bu vesileyle üç yüz esir,
aynen gladyötörler gibi, Cricsus'u temsil eden bir kuklanın yakıldığı yerde birbirleriyle döğüşmeye mecbur edildi. Asiler için bu, Cricsus'a bir sadakat gösterisi olduğu kadar bir intikam vesilesiydi. Üç yüz esirin hepsi de Roma vatandaşıydı, üstelik çoğu da Romalı soylulardı. Rollerin böyle değiştirilmesi keyifli kölelerin gözleri önünde cereyan eden bu mecburi kat*liam hiçbir Romalının hayal edemeyeceği kadar korkunç bir şeydi.
*
52. O sefil gladyatörlerin Romalılara vurdukları darbelerden hiçbiri Romalı aristokratların yüreğini bu kadar öfke ve utançla doldurmamıştı. (..) Roma'da kargaşalık ve dehşet o düzeye varmıştı ki, bu olaylardan sonraki seçimlerde, konsüllük mevkiine bir kişi bile adaylığını koymadı. Önceki konsüllerin akıbeti, kimsede iştah bırakmamıştı. Pretor olmaya da yanaşmıyordu kimse. Zaferi şeref getirmeyen, yenilgisi ise rezillik demek olan bir savaş sırasında böyle mevkilere gelmek isteyen bulunamıyordu. (Sayfa: 263-264)