18 Eylül 2024 Çarşamba

Arthur Koestler -Spartacus (Çeviren: Zühal Avcı)

 

''Öğrencilere her vesileyle şunları hatırlatır Lentulus: ''Yaşamak herkesin elinin altında olan bir şey, ama ölmek ancak, eğitimle öğrenilen bir sanattır.'' Bu sebepten de Lentulus'un gayet zevkli bir şekilde ölmesini bilen gladyatörleri, başka okulların gladyatörlerinden iki misli fazla seyirci çeker.'' (Sayfa: 16)


''- Zincirlerinizi hayatınız pahasına savunmak istediğinize göre demek, bu zincirleri çok seviyorsunuz; onların vücudunuza dokunması size zevk veriyor. Yoksa ben bu çiftlikte bu zincirlerden başka, size ait olan hiçbir şey göremedim. Ben mi yanlış biliyorum acaba.? Bu tavuklar sizin sabah kahvaltınız için mi yumurtluyorlar.? İnekler, size ait hayvanların sayısını arttırmak için mi boğaya sürtünüyor.? Şu arılar sizin ekmeğinizi tatlandırmak için mi bal yapıyor.?'' (Sayfa: 37)

*
''- (..) Yüz yıl önce Yunanistan'da bir cumhuriyet vardı. Bu cumhuriyetin konsülleri görevlerine başlamadan önce şöyle yemin ederlerdi: ''Ben halkın düşmanıyım ve halka zararlı olmak için ne mümkünse onu yapacağım.''
- Peki, insanlar ne diyorlardı buna.? diye sordu Castus.
- İnsanlar mı.? Yani halk demek istiyorsun. Tabii onlar da, bugünkü halk ne diyorsa onu söylüyordu. Bizim ülkede de aynı şey olduğunu bilmez değilsin. Sadece bizim senatörler halkın önünde yemin etmiyorlar.'' (Sayfa: 44)
*
''Bu okumuşların, bu lafazanların hepsi böyleydi; duygularını karşılarına ilk çıkana söyleyiverirlerdi; ruhlarını sümüklü böceğin gövdesini kabuğundan sıyırıvermesi gibi, kolayca ortaya atıverirlerdi.'' (Sayfa: 68)
*
''..iyi bir terzi herkesin üstüne uyacak elbise diker..'' (Sayfa: 69)
*
''Sadece sözlerin kudretine inanıyorum. Sözcükler havada kalır. Fakat havanın rüzgâr olduğunu ve gemileri ittiğini unutmamak lazım.'' (Sayfa: 70)
*
''- Hatırlamıyor musun.? Daha yakınlarda, Romalı iki soylu bütün İtalya'yı yerinden oynatmıştı. Birinin adı Kayus Kracus, ötekininki Tiberyus'tu. Kardeştiler. Toprakları adilane bir şekilde bütün halk arasında bölmek istiyorlardı. Hararetli söylevler veriyorlardı. Örneğin biri şöyle diyordu: ''İtalya'daki vahşi hayvanların bile inleri var. Halbuki, İtalya için savaşan ve ölen insanların hava ile ışıktan başka bir şeyde hak iddia etmelerine olanak yok. Bunların ne evleri var ne yuvaları. Karılarıyla çocuklarıyla, dağda bayırda serseriyane dolaşır dururlar. Öteki insanların zenginliği ve debdebesi için kanlarını dökmek ve ölmek zorundadırlar. Onlara dünyanın efendileri deriz. Halbuki ''benim'' diyebilecekleri bir avuç toprağa bile sahip değillerdir.''
Sonunda kafasına sopalarla vura vura öldürdüler. Tanrılar huzur versin ruhuna.
- Ya kardeşi.! diye sordu Spartacus.
- Az sonra onun başına da aynı şey geldi. Cesetlerini nehire attılar. Fakat, öldürüldükleri yere ''Dostluk'' anıtını diktiler.
- Anlat, dedi Spartacus.
- Hepsi böyle işte. Daima biri ayağa kalkar, işareti görür, kabul eder ve yüreğinde isyan ateşiyle yola çıkar. Halkın o geçmiş Hak ve İyilik devrini ne kadar özlediğini bilir. Yakup, aşiretlerin paylaştığı çölde Yahve ile dostluk içinde yaşadığı zaman ne kadar adildi, çadırları ne güzeldi.
- Yahve'yi karıştırma da anlat.!
- Halkın, kaybolmuş adalet özleminin hala ne kadar canlı olduğunu ve daima birinin, bir kurtarıcının ayağa kalkıp o işareti alarak, yüreğinde o ateşle harekete geçtiğini söylemekte haklı olduğumu görüyorsun değil mi.? O yenilince, çarmıha gerilince, bir başkası kalkar ayağa. Sonra bir başkası, daha sonra da bir başkası gelir. Zamanın karanlıklarında, şehirlerin ve tarımın tanrısı, çölün ve çobanların o eski tanrısını öldürdüğü zaman başlamış bir bayrak yarışı gibi.'' (Sayfa: 75-76)
*
''Kişilik denen şey, özel bir çizgi veya ifade değil, bir bütündür.'' (Sayfa: 89)
*
''..insanları kahraman yapan koşullardır. Tersinin mümkün olabileceğini sanmıyorum. Sadece bir şey var: koşullar da daima, uygun insanları seçiyor. Tarihin bu gibi adamları bulup ortaya çıkarmakta yanılmaz bir güdüsü var.'' (Sayfa: 107)
*
''Uzun süre karanlıkta kaldıktan sonra ışığa çıkanlar öylesine kör oluyorlar ki.! İşte bunun için köleleri de si*lahtan arındırmanın en emin yolunun, bunların eline si*lah vermek olduğu anlaşılıyor.'' (Sayfa: 121)
*
''Dananın kasaba, kölenin efendisine dostluk ve sevgi duyması tehlikeli bir heyecandır.'' (Sayfa: 139)
*
''Hayatın bazı saatleri o kadar uzun, o kadar özlü iken, bomboş ve sıkıcı saatler de zamanın zincirine asılıp geçmişte nasıl yok oluyordu..'' (Sayfa: 142)
*
''..ıstırap, gerçekten doğar ve bir gerçeğin sonucudur.'' (Sayfa: 143)
*
''İsraf ve sefahat yüzünden sinirleri bozulmuş bu nazlı beyleri ezmekten kolay ne var.? Tanrılara adanması gereken altın ve gümüş tabaklarda yemek yer bu adamlar.! Bugüne kadar bizi ezebildilerse, bunu biz boyun eğdiğimiz için yaptılar. Biz olmazsak ne yaparlar.? Siz, kuvvetinizi onlara karşı kullanmaya karar verirseniz halleri ne olur.? Sadık arkadaşlar.! En kuvvetli ve en kalabalık biz olduğumuza göre, yönetimde bizden başka kim hak iddia edebilir.? Bazı kimselere zenginliği, bazı kimselere fakirliği doğa vermemiştir. O sadece kabiliyet ve kuvvet vermiştir. Efendilerle köleler, soylularla halk arasındaki ayırımı yapan doğa değildir. Kuvvetlinin zayıfa hizmet edeceği ve bir avuç insanın çoğunluğu yöneteceği kuralını da o koymamıştır. Öyleyse, doğanın yasasına uyalım. Her yerde, her zaman geçerli ve adil olan tek yasa budur. Yoksullara, aynı boyunduruk altında inleyenlere doğanın kendilerine verdiği hakkı iade ederek, insanlığın isminizi unutmamasını sağlayacak şekilde harekete geçin. Artık tereddüt etmeyin kardeşler. Çok fazla düşünüldüğü zaman cesaret zayıflar.!'' (Sayfa: 148)
*
''Kehanetin doğru çıkmasına kâhinin kendisi kadar hayret eden olmaz. Zira, insanın düşüncelerinin en derin noktalarında müthiş bir tembellik ve alışkanlık yatar. Ta derinlerden bir ses, yarının da bugün gibi olacağını fısıldar insana. Doğru olmadığını bile bile inanır buna. Allahtan böyle oluyor, yoksa öleceğini bile bile nasıl yaşardı insan:? Haydi şimdi gidip evimizi şu dallarla, yapraklarla süsleyelim de Trakyalıyı gerektiği gibi karşılayalım.'' (Sayfa: 164)
*
''Şehrin temeli atıldığı zaman İmparator birtakım yeni yasalar koymuştu. Bu yasalar, Fulvius'un kalemiyle gelecek kuşaklara şöyle aktarıldı:
*
1) Hiç kimse sadece kendi ihtiyaçları için çalışmayacak ve komşusuna kendi keyfi ve hırsı için baskı yapmayacak. Hiç kimse kendi keyfi ve ihtiyacı için komşusununkini kısıtlamayacak. Herkesin ihtiyacı bundan böyle topluluk tarafından karşılanacak.
*
2) Kimse yakınını kendisine hizmet ettirmeyecek; zayıf artık, kuvvetlinin emrinde olmayacak. Bir çuval unu olmayan, bir çuval unu olana bağlı bulunmayacak. Çünkü, bundan böyle birlikte bütün yiyecekler ortak mal sayılacak.
*
3) Bu nedenle, kimse evinde yarım günlükten fazla yiyecek bulundurmayacak. Kimse evinde erzak ve mal stoku yapamayacak. Herkes, birlik üyelerine yakıştığı gibi büyük yemekhanelerde ortak mal olan yiyeceklerle karnını doyuracak.
*
4) Aynı şekilde si*lah ve alet ihtiyacıyla, elbise ve ev ihtiyaçları da herkesin topluluk içinde kendi yeteneklerine göre, örneğin; duvarcı, si*lahçı, tarımcı olarak yapacağı iş karşılığında sağlanacak. Fakat herkesten kendi kuvveti ve olanağı dikkate alınarak iş istenecek, buna karşı mal dağıtımında ayırım yapılmayarak, paylar eşit olarak bölüştürülecek.
*
5) Ne alımda, ne satışta kimse komşusunun aleyhine olacak bir avantaj sağlayamayacak, kimse kağıt veya madeni para vererek kendi payına düşenden fazlasını alamayacak. Bu bakımdan, Lukania Birliğinde altın, gümüş ya da diğer değerli madeni paralar kullanılmayacak. Üzerinde para bulunanlar topluluktan çıkarılacak ve ö*ldürü*lecekler.
*
İşte, Spartacus Güneş Şehrini yönetmek için bu yasaları çıkarmıştı. Bunlar hem yeni, hem de dünya kadar eski yasalardı.'' (Sayfa: 172-173)
*
''Kökleri o kadar derinde bir haksızlık vardı ki, o haksızlık artık haklıyı bile yanıltıyordu. O kadar doğal bir mülkiyet gururu vardı, öylesine doğal olmuştu ki bu gurur, yoksulun aynı mutluluğu duyması doğaya aykırı hareket getiriyordu.'' (Sayfa: 181)
*
''- Bazı şeyler vardır, karanlıkta söylenir. Ama, bazıları için muhakkak ışık gereklidir. - Ne fark var aralarında.? - Karanlıkta söylenenler duygulara hitap eder. Karanlığa aşıktır duygular. Ötekiler ise akla seslenir. Akla seslenen sözlerin, güçlü ve etkili olmak için ışığa ihtiyacı vardır.'' (Sayfa: 200) * ''Bir tek kişi, elinde bu kadar kuvveti, beyninde de bu kadar üstün amaçları bir araya toplarsa, bunun sonu tehlikelidir. Başlangıçta beyin ellere komuta eder. Sonra öyle bir an gelir ki, eller kendi kendine çırpmaya başlar; beyin de işte o zaman üstün amaçları ortaya atmak zorunda kalır. Beynin sahibiyse, meydana gelen değişikliğin farkında bile değildir. Halkın dostu olan bir yığın insan, şimdiye kadar, tiran haline gelmiştir. Oysa, tarih, sonunda halkın dostu haline gelmiş bir tek tiranın adını bile yazmaz.'' (Sayfa: 203-204) * ''Gözleri gören sadece oydu, ötekiler kördüler. Bir irade lazımdı bunların başına: görünüşteki bir gerilemeye karşın, aslında geri değil, ileri gidildiğini bilen birinin iradesi. Sürüyü, araziye dağılıp kaybolmaması için bir yola sokup, o yolda gütmek görevi ona düşüyordu.'' (Sayfa: 221) * ''O gizemli yaratıcı herkese organlarını, duyularını veriyor, fakat daha ana karnındayken, yarattıklarının arasında ayırım yapıyordu. Bazılarına hayat boyunca hiç gülme hakkı tanınmıyordu, dünyaya gelişleri kimseyi sevindirmiyordu. Ötekilerin doğuşları bile bir sevinç nedeni oluyordu. Hayatları boyunca güneş, yalnız bunlar için parlıyordu. Kendisi ve adamları güneşten paylarını almak için zincirlerini kırmışlar, zindanlarının duvarlarını yıkmışlardı. Önce gözleri kamaşmış, her şeyin yolunda gideceğini, vücutlarına yapışmış olan zindan küfünün güneşte yok olacağını sanmışlardı. Oysa dünya, durmadan yıkılması gereken daha bir yığın duvarla doluydu. Kölelerin gözleri ise dünyanın o çok çiğ ışığına bir türlü alışamamıştı. O yüzden de körler gibi sağa sola saldırmışlar, ellerinin altındaki her şeyi yakıp yıkmışlardı. Onları gözetmek, onlara yol göstermek gerekliydi. Başlangıçta dümdüz, fakat haşin bir yoldan gitmeleri gerekmişti. Ateş ve kan ekmişler, kül ve kin biçmişlerdi. Sonra, Spartacus onları dümdüz, fakat dolambaçlı bir yola sokmuştu. İşte o zaman hedefi gözden kaybedenler yine körler gibi saldırmaya başlamışlardı. Tırnakları büyümüştü, yine kötülüğün o pis kokusu vücutlarından yayılır olmuştu.'' (Sayfa: 222-223)
*
''Giden, anılarının bağlarından kurtulamaz; kalan ise kendini özleme kaptırır. Öteden beri insanların adetidir: harabelerin üstüne oturur sızlanırlar.
Birden sözünü kesti Publibor:
- Zaman, yeteri kadar olgunlaşmamış diyorlardı, dedi. Bu devir ya çok genç, ya çok ihtiyar diyorlardı.
- Bu sözlerde gerçek payı var. Çok iyi anlayabildiğim bir çelişme bu. Sizin talihsizliğiniz, ne ölmesini, ne yaşamasını bilen bir dünyada bulunmanızda. Hanımkına benim hakkımdaki fikrini sor da bak: Evlat sahibi olmak için ihtiyar, ölmek için de genç bulur beni. Görüyorsun ya zavallı çocuk, bazı şeylere daha uzun süre dayanmak zorunda kalacaksın, ö*lmemi eskisi kadar istemesen bile.'' (Sayfa: 241)


''Bütün devrimlerin ortak bir noktası var galiba: panzehirini kendi içlerinde taşıyorlar.'' (Sayfa: 246)
*
''Sormuşlar süvariye, neden dört nala gidiyorsun diye. O da ''atıma sorun, o daha iyi bilir'' cevabını vermiş.
Senato, lejyonlar sayesinde dışarıya karşı gücünü koruyor, ama içerde her şey bitti, mahvoldu. Milislerin yerini ücretli askerler aldığından beri, senato bir hiç haline geldi. Şimdi komuta generallerin elinde. Yeni bir diktatörlük hazırlanıyor, hatta belki de krallık yeniden kurulur. Canlı cenaze halindeki Cumhuriyet, eldivenli, fakat demirden bir el boğazını sıktığı zaman inanın rahatlayarak son nefesini verecek. O zaman ne olacak bakalım.?!'' (Sayfa: 247)
*
FULVİUS'UN TARİHİNDEN PARÇALAR
*
51. Bütün askeri zaferlerine rağmen, sonunun geldiğini hisseden Spartacus, Romalılara tarihlerinde en küçültücü darbe olarak yer alacak bir ders vermeyi kararlaştırınca, etrafa saçtığı dehşet havası daha da yoğunlaşmıştı. Padus Havzası'na çekilmeden önce, Cricsus'un hatırasını anmak için bir şenlik düzenlemek istemişti Spartacus. Tören, Romalıların en büyük generallerine yaptıkları cenaze töreni kadar görkemli oldu ve bu vesileyle üç yüz esir, aynen gladyötörler gibi, Cricsus'u temsil eden bir kuklanın yakıldığı yerde birbirleriyle döğüşmeye mecbur edildi. Asiler için bu, Cricsus'a bir sadakat gösterisi olduğu kadar bir intikam vesilesiydi. Üç yüz esirin hepsi de Roma vatandaşıydı, üstelik çoğu da Romalı soylulardı. Rollerin böyle değiştirilmesi keyifli kölelerin gözleri önünde cereyan eden bu mecburi kat*liam hiçbir Romalının hayal edemeyeceği kadar korkunç bir şeydi.
*
52. O sefil gladyatörlerin Romalılara vurdukları darbelerden hiçbiri Romalı aristokratların yüreğini bu kadar öfke ve utançla doldurmamıştı. (..) Roma'da kargaşalık ve dehşet o düzeye varmıştı ki, bu olaylardan sonraki seçimlerde, konsüllük mevkiine bir kişi bile adaylığını koymadı. Önceki konsüllerin akıbeti, kimsede iştah bırakmamıştı. Pretor olmaya da yanaşmıyordu kimse. Zaferi şeref getirmeyen, yenilgisi ise rezillik demek olan bir savaş sırasında böyle mevkilere gelmek isteyen bulunamıyordu. (Sayfa: 263-264)

13 Eylül 2024 Cuma

Abe Kobe (安部公房 Abe Kōbō) - Kutu Adam (Hako Otoko) (Türkçesi: Ahmet Gürcan)

 

Arka Kapak
*
Unutulmaz 'Kumların Kadını'nın yazarı Abe Kobo, günümüz Japon yazarlarının en başta gelenlerindendir. Modern çağın korkunç bir teşbihsel ifadesi olan Kutu-Adam, bize biraz Beckett'in oyunlarındaki tarzı çağrıştırıyor. Kafasını ve vücudunun üst tarafını kartondan bir kutu içine gömen bu adam, insanoğlunun hor görmesiyle bir fıçıya sığınmış alaycı bir Diyojen değildir. Bir karşıt kahramandır, kötülüğü güçsüzlük olan efsanevi bir varlıktır. Bir bakıcıdır aynı zamanda, çünkü dış dünya ile kurabildiği tek ilişki bakışı sayesinde olmaktadır. Bu belirsiz, anonim kişilik toplumsal baskılardan korunmak için kendi ile başkaları arasına bir ekran yerleştirmiştir; kutu ise, onun için hem güven verici hem de koruyucudur. Acı çekmesine ve yapayalnız olmasına rağmen mizaha ve hatta aşka da yetkindir. Kendisi de doktor olan Abe Kobo için, yıkık bir kişilik herhangi bir yolla yeniden şekillendirilebilir. Kutu-adam da, sevdiği kadın sayesinde, kendi iradesiyle boynundaki zincirden kurtulacaktır.
Yoğun ve kuvvetli bir dille yazılan roman, Japonya'da çok büyük bir başarı sağladı ve on beş kadar dile çevrildi.
*
*
''..pratik açıdan, standart boyutlarda bir kutu seçmek tercih edilebilir. Temin etmesi daha kolay olur. Üstelik, değişik boy ve biçimlerdeki ürünler için kullanıldıklarından çok sağlam olurlar. Son olarak, ki bu en önemli sebeptir, bunları diğer kutulardan ayırt etmek zordur. Yüksek kalitede kutular ise, hemen göze batar, kolayca fark edilirler.'' (Sayfa: 9)
*
''A.'nın tek hatası, kutu-adam olma konusunda bir başkasından daha bilinçli olmasıydı. Onunla alay edemezsiniz. Bir kere bile olsun, kimliği belli olmayan insanlar için var olacak, kimliği belli olmayan ve kapıları fark gözetmeksizin herkese açık olacak bir şehir hayal ettinizse; kendinizi bir kere bile olsun, yabancı insanlar arasında, savunmaya gerek duyulmayacak bir şekilde, amuda kalkıp yürüyebileceğiniz veya kimse bir şey demeden sokakta uyuyabileceğiniz; yeteneğinizle gurur duyuyorsanız şarkı söyleyebileceğiniz ve bütün bunları yaptıktan sonra, arzu ederseniz o kimliği belli olmayan kalabalığa karışabileceğiniz bir şehide düşündünüzse, kayıtsız olamazsınız, zira siz de her zaman onunla aynı tehlikelerle karşı karşıyasınız.
İşte bu nedenle, hiçbir zaman bir kutu-adama si*lah doğrultmamak gerekir.'' (Sayfa: 19)
*
''..bir kutu-adamın gözleri asla yanıltılamaz. Bakıştaki ifadeden, arka planda saklı yalanları ve art niyetleri anlar. (..) Öyle bir yol göstermişlerdi ki, gidilecek hiçbir yer kalmamıştı ama kaybolmak da mümkün değildi. (..) Göze labirent gibi üç-dört yol fazladan sunan bir manzaranın gerçekliği, hakikiliği hoşuma gidiyor. (..) .. görüşe açık birçok düz yolun bulunduğu taşra şehirlerine karşı alerjim var.'' (Sayfa: 30)

(Sayfa: 39)

Bu sınırın dışına çıkmak niyetindeyseniz, duvarın üzerinden atlamanız, sağından ya da solundan dönmeniz gerek. Burası merkez olduğundan, nereden dönerseniz dönün aynı zamana ihtiyacınız olacaktır. Normalde, bir buçuk gün gerekir, ama yolda dinlenecekseniz süre bundan da fazla tutacaktır. (Sayfa: 39)
*
''Pagurus'un durumu için bile denir ki, bir defa hayvan kabuğunun içinde yaşamaya başladı mı, vücudunun zırhla korunan dış kısmı yumuşar ve sebepsiz yere dışarı çıkmaya zorlanırsa ezilerek ölür. Bir kutu-adam, sadece daha önceki durumuna geri dönmek şartıyla kutusunu çıkartabilir. Kutusunu elden çıkartırsa, bu tıpkı bir böceğin metamorfozu gibi, başka bir dünyada şekil değiştirmek içindir.''
*
Pagurus: Deniz kabuklularının içine sığınarak yaşamını sürdüren bir böcek cinsi. (Sayfa: 45)
*
''Etrafındaki manzarayla ilişki içindeyken, insan yalnızca gereksinme duyduğu kısmını aklında tutma eğiliminde oluyor. Örneğin bir otobüsün durduğu yer hatırlanır da, etraftaki söğüt ağaçları hiç hatırlanmaz. İstensin ya da istenmesin, yere düşmüş bir yüz yen dikkati çeker, buna karşılık eğilmiş ve paslı eski bir çivi ya da yol kenarındaki azgın otlar hiç yokmuş gibi farzedilebilir. (..) Ama kutunun deliği gözlem çerçevesi olarak alındığında, her şey olduğundan farklı gözükür. Görülen manzaranın çeşitli detayları homojenleşir ve eşit anlamda iz bırakırlar.'' (Sayfa: 46)
*
''Çıplak vücut, etten vücudu malzeme olarak kullanır, göz şeklindeki parmaklarla yapılmış bir sanat eseridir.'' (Sayfa: 52)
*
''..elbiselerini çıkartmaya başladığında, onları tamamen çıkarttığınki durumundan çok daha fazla çıplaksın. (..) Bir eylem içinde olan çıplaklık, basit çıplaklıktan daha saf bir çıplaklıktır.'' (Sayfa: 61)

(Sayfa: 82)

''Eğer insanlar başkalarından kaçarak yaşamaya devam ederlerse, bunun nedeni insan gözünün yanlışlıklar ve sanrılar yarattığına emin olmalarıdır. Benzer elbiseler giyerek saçlarını aynı şekilde yaptırarak, birbirleri tarafından fark edilmemek için bir hile arıyorlar. Ben karşımdaki insanın yüzüne tam bakmıyorsam, o da bana tam bakmama eğilimine girecek ve eğik bakışlarla dolu bir hayat sürmeye doğru gidilecektir. Eskiden ''pilori'' (*) diye bilinen bir ceza uygulanırmış ama fazla zalimce bulunduğu için aydınlanmış toplumlar bundan vazgeçmişler. Birini dikizlemek genellikle hor görülür, çünkü dikizlenenin tarafında olmak istenmez. Kesif bakışların arasında kalırsan ve bundan kaçamayacak bir durumdaysan, karşılığında para istemen doğaldır. Sözgelimi, sinema veya tiyatroda seyredenler para verme, seyredilenler de para alma durumundadırlar. Kim olursa olsun, görmeyi görülmeye tercih eder. Ardı arkası kesilmeden satılan seyir cihazları, televizyonlar insanların %90'ının çirkinliklerinin farkında olduklarını göstermektedir. Ben de zaten bu şekilde miyop oldum..''
*
PİLORİ: 19 yy.'a kadar uygulanan bu cezada, mahkûmlar aşağılanmak ve karalanmak amacıyla bir tahtaya kafalarından yerleştirilerek, halkın gözü önünde ortalama iki saat sergilenirlerdi. (Sayfa: 85)
*
''Sağ gözün sol gözü tanıması neye yarayabilir.? Temel şey, güven içinde ve doğal bir ortak ilgi üzerinde iletişim kurabilmek ve özel olarak fark edilmeyen bir nokta üzerinde yoğunlaşabilmektir.'' (Sayfa: 89-90)

(Sayfa: 96)

12 Eylül 2024 Perşembe

Ferit Edgü - Yazmak Eylemi, Bir Toplumsal/Siyasal Olay Üzerine 101 Çeşitleme

 

ÖNSÖZ
*
Birkaç yıl önce, Raymond Queneau'nun Exercises de Style (Üslûp Alıştırmaları) adlı kitabını çevirmeye çalışıyordum. Amacım, kendi dilimde, üslûp temrinleri yapmaktı.
*
Çeviri ilerledikçe, bu çabamın başarısız kalacağını gördüm. Queneau, Paris'te bir otobüste geçen, düşsel, yalın bir olayı anlatıyordu yüz değişik üslûpta.
Fransız dilinin olanak ve yetenekleri içinde düşünülmüş bu metinlerden birçoğunu Türkçeye çevirmenin olanağı da yoktu. (*)
*
Bunu gördüğümde, böylesi bir alıştırmayı Türkçenin olanakları içinde denemenin daha doğru olacağını düşündüm. Ancak bunu, düş gücümün yarattığı bir olay yerine, herkesin yakından bildiği bir olay içinde gerçekleştirmek istedim.
*
Böylesi olaylar eksik değildi. Ne var ki iki yıl boyunca herkesin bildiği ve bu tür üslûp çeşitlemesine olanak veren bir olay bulup çıkaramadım. İçinde yaşadığımız ''traji-komik'' günlerde olayları tek tek ele aldığımda, daha çok trajik nitelikler ağır basıyordu. Bu da kimi gülümsetici üslûpları denememi önlüyordu.
*
Geçtiğimiz Şubat ayı içinde, İstanbul'un (daha sonra başka kentlerin) belli başlı semtlerinde halkın tanığı olduğu bir olayı, ''konu'' olarak seçebileceğimi düşündüm.
*
Söz konusu olay, belli bir gün, esnafı kepenk kapatmaya zorlayan devrimci (?) bir eylemin sonucuydu: 14 Şubat Perşembe günü, İstanbul'un birçok semtinde, dükkânlar kepenklerini açmamıştı.
*
Herkesin bildiği bir olay seçişimin özel (ya da genel) bir nedeni var: Sanatçının düş gücünden doğan değil, yaşanılan, tanığı olunan, sonuçları herkesi ilgilendiren bir olayın, değişik üslûplarda nasıl dile getirilebileceğini göstermek. Böylece okuyucunun, hem amacı, hem varılan sonuçları daha kolay değerlendirebileceğini düşündüm.
*
Bunu gerçekleştirirken, bir yazar olarak, söz konusu eylemden yana ya da ona karşı olmak gibi, kolay bir ''yandaşlık'' yolunu izlemedim. Böylesi bir yan tutma, amacıma ters düşecekti. Bu alıştırmalarda, yalnızca bir yazardım ben; ne tanık, ne de yargıç; yalnızca yazan bir kişi. Herkesin bildiği, yaşadığı, duyduğu, gazetelerde okuduğu, bir başkasından öğrendiği bir olayı, Türkçenin olanakları içinde anlatmayı denedim, hepsi bu.
*
Düş gücüm (varsa eğer) yalnızca üslûpta gösterdi kendini. 101 metin yazdım. 1001 metin de yazabilirdim. Ama, okuyucuya, bir olayın, birden çok yazım olanağının olduğunu göstermeye sanırım bu kadarı yeter.
*
Bu alıştırma ya da deneme, gerçekliğin sayısız anlatım yolları olduğunu belgelemeyi amaçlıyor.
*
Söz konusu olayı değişik üslûplarda yazarken, ne kişiler yaratmayı, ne de bir öykü, bir roman yapısı kurdum. Eğer okuyucu kitabı bitirdiğinde böylesi bir duyguya kapılırsa, bu, yazarın amacı dışında gerçekleşmiş demektir.
*
''Üslûp kişinin kendisidir'' sözü doğruysa, her üslûbun da bir kişiyi yarattığını varsaymak yanlış sayılmaz.
*
Kandilli, Mart 1980
F.E.
*
(*)Yıllar sonra söz konusu kitap Biçem Alıştırmaları adıyla Türkçede yayımlandı. (Çev. Armağan Ekici, Sel Yayıncılık, 2003.) (Sayfa: 7-8)
*
NOTLAMA
*
Beyoğlu. Tüm dükkânlar kapalı. Hemen hemen tümü. Açık olanlar yalnız banka ve sinemalar. Anarşistlerin marifetiymiş. Esnafı tehdit etmişler. Esnaf da korkmuş, açmamış kepengi. Bugünkü gazetelerde konuyla ilgili bir haber yok. (Sayfa: 9)

6 Eylül 2024 Cuma

Afşar Timuçin - ey benim güzel sevdalım



KOŞULU ŞİİR
*
Salının arkası hemen perşembe
Bir günde nasıl oldu pazara geldik
Ah gülüm oyuna geldik
Sezilmeden geçiyor zamanın çoğu
Her dokunuşumuzda bir şey eksik
Eksik olmayan tek şey koşu
İçimizde zehir gibi bir tortu
Yüreğimizde mıh gibi bir sancı
Hep böyle bir şeylere yetişeceğiz
*
Gün sanki az önce doğmamış mıydı
Yoksa bize mi öyle geldi
Sen az önce çıkmadın mı kapıdan
Kapıdan çıktığında sabah mıydı
Dururken ne çabuk akşam oldu
Her sevişmemizde bir şey eksik
Ne kadar çırpınırsak çırpınalım
İçimizden gitmeyecek bu kuşku
Hep o yöne akıp giderken bu su
Yaşamakta hep eksik kalacağız (Sayfa: 10)



TELGRAF
*
Yalnız aşkla beslenen ince ozanlar gibi
Üç gündür dallara yapışıp kaldı kuşlar
Ben de üç gündür pencereden onları gözlüyorum
Hava nasıl durgun nasıl sıkıntılı
Ne bir su sesi ne bir yağmur kıpırtısı
Sanki halatlarla bağlamışlar bizi bir kartpostala
Üstelik ölçülü de değiliz uyaklı da
İyi ki kuşlar da biraz iki ayaklı da
Seni böyle inatla beklemek konusunda
Birbirimize o kadar aykırı düşmüyoruz
*
-İki gün ara-
*
Bu telgrafı kuşlar çektirdi sana
Yalnızız stop sıkıntılıyız stop tutkunuz
Üç gündür ağzımıza lokma koymuyoruz stop
Kuşlar ve ben hep seni bekliyoruz (Sayfa:19)


SEZGİLİ ŞİİR
*
Önce bir sancı olur sonra bir duyumsama
Sonra günler kaygılı duruşlarla
İnce yağmurlardan seni alır getirir
*
Birlikte özlemek bekleyişlerin
Sevinçlerle duyurduğu sezgidir
Güçlü bir direnme biçimidir biraz da
Süzülür geceden damıtılan ışıkta
Aşklar işte bu özlemden oluşur
Gerçek ve haklı savaşlar da
*
Önce bir seziş olur sonra bir duyumsama
Sonra bir esinti ta deniz içlerinden
Bir akşamda beklenmedik bir yazla
Bir boşluğu sevdaya dönüştürür (Sayfa: 26)


GÜNÜN BİR YERLERİNDE
*
Camların yandığı saat
Kuşkunun alev alev tutuştuğu
Ya tam sabahın yedisi
Ya azçok beşi akşamın
Ey benim güzel sevdalım
Özlemin gerçek adı
Bu bitmez kaygılar mıdır
*
Bu yoksunluk mudur sessiz
İçimizde durup duran
Paslı bir çivi gibi
Bir tortu gibi ya da
Ne kadar olmaz desek
Kolay kolay sökülmüyor yerinden
*
Suların sustuğu saat
Zamanın boşluklara süzüldüğü
Ya sabah sekize doğru
Ya dokuza doğru akşam
İhanetin köpek gibi
Kapımızda uluduğu saatler
Ey benim güzel sevdalım
En çorak toprakta bile
Mavisine bulandığım denizsin (Sayfa: 29)


DÜŞLEM
*
Bütün düşler ondan sorulacaktır
Yasalar bunu böyle bildiriyor
O baktığı zaman denizler diriliyor
Canlanıyor kuru göller yeniden
*
Ah onun içinde ne sevda düşleri neler
Ne parklar ne sarılmalar ne şeyler
O en kuru maviye baktığı zaman
Açılıyor gözlerinde salkım salkım
Doğma büyüme denizli midyeler
*
Okyanus kokuyorsa saçları boşuna mı
Rastlantıyla mı duyuluyor ellerinde
Dağ başlarında esen hırçın rüzgarların sesi
Boşuna mı ağlıyor o her akşam
Karanlık balkonunda boşuna mı
*
Bütün güzellikler ondan sorulacaktır
Her anlamda sevmek ve aşk adına
Ama zaman atlar gibi geçiyor
Ve bakmıyor ardına (Sayfa: 32)


SERÜVEN
*
Bu sevinç söner gider mi
Paylaşılırken ekmek gibi
İkimiz birlikte kurduk
Git git biter mi bu kıyı
*
Süsler gibi martılar
Susmuşluğu yarıp kanatlarıyla
Sessizliği bağıra bağıra
Açıklara çağırırken bizi
Beklenmedik bir kopuşla
Biter mi bir gün bu tutku
*
Kabasaba zamanlardan
İkimize arta kalan
Bir sensin bir de benim
Her yanyana gelişte
Koca evrene açılan
*
Varolmakla tükenir mi
Yaşanmakla biter mi bu serüven (Sayfa: 34)


İLKYAZ GİBİ
*
İlkyaz kendiliğinden
Sana hiç sormadan gelir
Dokunsan uçar gider
*
Az önce buradaydı
Bir kelebeğin kanadında
Bir demet çiçek gibi
Dalın üstündeydi gördüm
Bir yapraktan süzüldü
Dağıldı suyun parlak yüzünde
Sonra yayıldı yere
Az önce buradaydı
*
Aşk da ilkyaz gibidir
Yaşadığın yerde vardır
Aradığın yerde yok (Sayfa: 35)


KAR ŞARKISI
*
Kar yağıyor sıcak sıcak
Gidenlerin ardından
Lapa lapa kar yağıyor
Görüntüleri renkleri
Ve kokuları silerek
*
Kar yağıyor sessizlik gibi
Kar yağıyor sular gibi
Bir sancı diner gibi
Bir yağmur çekilir gibi
Kar yağıyor
*
Kar yağıyor ince bir korkuyu
Yavaştan duyura duyura
Kar yağıyor ayrılıklardan sonra
Kar yağıyor tane tane
Kar yağıyor salkım salkım
Kar yağıyor dura dura (Sayfa: 44)


ONDAN BERİ
*
Sevinç gibi biriydi
Bir öğle sonu çıktı geldi
Umulmadık bilinmedik kuytulardan
Ben yabancıydım sanki
Öylece durdum kaldım
*
Telefonlarda sesi
Bir alışkanlık olursa ne yaparım
Ne derim kendime
Dedim kendi kendime
Düş gibi kuşku gibi kalakaldım
*
İnanç gibi biriydi
Bir öğle sonu çıktı geldi
Sesi rüzgara işledi
Şiirlere birden yazıldı adı
Duruşu akşam denizlerinin
En dalgalı mavilerine sindi (Sayfa: 45)

Mikis Theodorakis (Μίκης Θεοδωράκης) - Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında (Yaşamım ve Müziğim) (Türkçesi: Ahmet Cemal)

  ANILARIMIN TÜRKÇE BASIMI İÇİN * --------------MİKİS THEODORAKİS * Anılarımın Türkçeye çevrilen ilk cildine önsöz yazmaktan büyük sevinç du...