ANILARIMIN TÜRKÇE BASIMI İÇİN
*
--------------MİKİS THEODORAKİS
*
Anılarımın Türkçeye çevrilen ilk cildine önsöz yazmaktan büyük sevinç duyuyorum.
Bir ay kadar önce yazar ve yayıncı Erdal Öz ile İstanbul'da karşılaştım. Elen Başbakanının Türk halkına bir mesajını iletmek üzere Elen-Türk Dostluk Komitesiyle birlikte İstanbul'a gelmiştim. Bu, halklarımız arasında barış, dostluk ve işbirliğinin kökleşmesi için Elenlerin ve Türklerin 1985 Kasımında başlattıkları çabaların önemli bir aşamasıydı.
Erdal Öz'ün benden istediği önsözü Atina'ya döner dönmez yazmayı tasarlıyordum. Ama karanlık güçlerin hizmetinde bulunan birtakım şoven, madrabaz Yunanlı gazeteci, daha uçağın merdivenindeyken bana bir oyun oynadılar. Elen toprağına daha ayak basmadan beni ''ulusal hain'' ilan ettiler. Suçum, tüm ulusları, kendi ulusumu sevdiğim gibi sevmekmiş. Ve doğal olarak, bu denli ortak yanımız olan Türk ulusunu da. Şunu eklemem gerekir: Elenlerle Türkler arasında yaratılan gerilim, iki ulusun zararınadır. Oysa bu iki ulus arasında oluşturulacak bir işbirliği büyük atılımlara yol açabilir. Bu kısa sürede gerek Elen, gerekse Kıbrıs basınında yalan, çamur ve fanatizm dolu binlerce yazı yayımlandı. Bu yazıların tek ortak yanı, kör bir nefrettir. Ama bu görülmemiş saldırılar, bana gereği gibi yanıt verme olanağını sağladı. ''Her kötülük bir nebze iyilik içerir,'' derdi eski Elenler. Böylece belki ilk olarak, bilinmeyen kimi gerçekler açıklanmış, gizli kalmış ayrıntılı tarih olayları ortaya çıkarılmış, kimi suçlu vicdanlarda saklı yalanlar da açığa vurulmuştur. İlişkilerimizle ilgili sorunlar halkımızca derinlemesine tartışılmıştır. Halkımız, Türk halkı gibi iyidir, barışseverdir. İlerlemeden yanadır, yalın olandan yanadır, mutluluğunu yalın şeylerde arar. Sevgiden, dostluktan, aşktan, şaraptan, şarkıdan, danstan yanadır.
Bizim sıcak, tatlı güneşimiz, tüm Ege'yi ve Türkiye'nin kıyılarını, Boğaz'ı, Girit'i ısıtır, aydınlatır. Ve bu güneş, yüzyıllar boyu, dünyaya aynı gözle bakan, iki benzer yürek yaratmıştır. Aramızdaki buzlar eridiğinde, çocuklarımızla torunlarımız, Türk çocuklarıyla Elen çocukları elele vererek Ege ve Küçük Asya kıyılarında sevgiyle, barışla sürdürecekler yaşamlarını. Ancak o zaman tamamlanmış olacak çalışmalarımız. Ve o zaman ruhlarımız, erinçle, Samanyolundaki yolculuklarına mutlu olarak çıkabilecekler. (Sayfa: 5-6)
Cebrail'in Yolları adını verdiğim, Türkçesi Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında adıyla çıkacak olan anılarımı, kendi içime dönme gereksinimini duyduğum bir zamanda yazdım. Nereden geliyorum.? Çıkış noktam nedir.? Neler yaşadım.? Bu yolculuğum bana Yunanistan'ın, bugünkü Elenlerce bile bilinmeyen birtakım gerçekleri, tüm ayrıntılarıyla ortaya koymama olanak verdi.
Birinci ciltte, 1930 yılındaki Elen kasaba yaşamı yer alır. Özellikle ayrıntılar üzerinde durdum. Şuna inanıyorum ki insan, ayrıntılardan yola çıkarak yavaş yavaş oluşur.
Doğal olarak, kitabın tüm sayfalarında, şu temel sorun görülür: ''Neden müzikçi.?'' ''Nasıl müzikçi.?''
Salt herhangi bir öğrenim yapmak amacıyla müzikçi olmadım. Bu benim için bir gereksinmeydi. (Gerçi öğrenim de çoğu zaman kişiyi belirli bir amaca yöneltebilir.)
Şimdi şu gerçeği iyice anlayalım: Midilli kıyılarında denize bakmak, Kefalonya'da bir bahçeden gelen bayıltıcı bir koku, İlia bölgesinin Pirgos yöresinden geçen bir kız öğrencinin geçici ama anlam dolu bir bakışı, Tegea bölgesinde beklenmedik bir fırtına, Pire limanının bir kenarında yeşil bir kazak ve benzeri önemsiz olaylardır beni besteci yapan. Dünyayı değiştirecek denli büyük olaylar değil de tüm bu önemsiz ayrıntılardır yaratıcılığımın ''pillerini'' dolduran. Samanyolunda, yaygın bir merkez ar: Buna armoni derler. Bu, bir yasadır. Güneşin çevresinde rakseden yıldızların dans düzenini, bu yasa sağlar. Buna, evren denir. Evren, nötronların, Atom'un merkezi ile olan ilişkilerini düzenler. Ayrıca bir de dünyamız var. İnsana gelince:
Evrenin bu ahengiyle uyum halinde olanlar kaç kişidir, bunlar kimlerdir, yaşamlarının bir ânı için olsun bu Merkez'le bu Yasa ile ilişki durumunda olan kaç kişi var.? Bunu kaç kişi başarabilmiştir.?
(Sayfa: 6)
1940 yılları da insanlık için büyük önem taşır. Bu dönemde İkinci Dünya Savaşı oldu. Bu dönem Yunanistan için trajik bir dönemdir. Yunan iç savaşı, benim gibi yaşam 'tünel'ine, 15 yaşında giren çocuklar için sarsıcı olmuştur.
Böylece okur, bu büyük tarihsel olayları, Khaos'un içinde yürümeye, gelişmeye çalışan küçük ve önemsiz bir çocuğun gözüyle görecek.
Bir süre önce yapıtımın dördüncü cildini tamamladım. 1950 yılına kadar olan süreyi kapsayan bu ciltte, özellikle Girit'te geçirmiş olduğum 3-4 aylık süreden de söz ediyorum. Girit, babamın vatanıdır. Buraları ilk olarak 1949 yazında, insanları, bedence ve ruhça çökerten Makronisi'deki sürgün kampından kurtulduktan sonra gördüm. Üçüncü cilt bir aylık bir süreyi kapsar. 1949 Temmuzunda Kremlin'de bulundum. Orada tarihsel liderlerden Stalin, Troçki, Buharin, Enver Hoca, Zahariadis ve Mayakovski'nin ağzından, bir ütopyanın ağıt söylevlerini duydum. Bu ütopyayı biz, onbinlerce kurban vererek ödedik. Hayatta kalabildik, ancak, kızgın demirlerle açılan yaralarımız hiç kapanmayacağa benzer.
Dördüncü cilt Girit'le ilgili. Bu ciltte, büyük lir çalıcısı Teodoromanolis'in oğlu büyük dedem Therianos'tan söz ediyorum. Yanya paşası geçen yüzyıl ortalarında Teodoromanolis'in kafasını ke*smiş. Bu cildin sayfalarında Elenlerle Türkler içiçedir. Ama bu kimin aklına gelebilir ki: Therianos'un Erofili'den sekiz oğlu oldu. Tüm bu çocuklara Hıristiyan adları verildi. Hıristiyanların, dört yaşındayken dilini ke*stikleri Emine'den de on iki oğlu oldu. Bu çocuklara da eski Elen adları verildi. Therianos'un her bir oğlu onar oğlan çocuğu yaptı. Bunların hiçbiri Emine'nin Türk olduğunu bilmedi. Böylece Emine'nin üç oğlu, Türklere karşı savaşmak üzere Elen ordusuna gönüllü olarak girdiler. Biri Epir'in Bizani bölgesine, biri Selanik'e gönderildi, biri de Türkiye'ye gitti, kemikleri Sakarya'da kaldı.
Onların çocukları önce Almanlara karşı savaştı, daha sonra iç savaşa katıldılar. (Sayfa: 6-7)
Therianos'u 1949'da tanıdım. 100 yaşındaydı. Bana şarkı söylemeyi ve dans etmeyi öğretti. Girit müziğini de ondan öğrendim. Daha önce 'yaşama öpücüğü'nü verdi bana. Girit'in öpücüğünü. Böylece, geliştim. Ölümünden önce bana korkunç gizini açıkladı, Emine'yi söyledi. İçimden 'Tanrı buyruğu' dedim.
Kuşaklar, uluslar ve dinler birbirine karışır, sonuçta bu dünyanın tek gerçeği su yüzüne çıkar: İnsan.!
Gerçekten ne denli küçük, basit ve saçma bir olaydır insanı insandan ayırmak. Ona belirli adlar takmak. Üzerine çeşitli etiketler yapıştırmak. Ve kendi kardeşini ö*ldürmesi için eline silah vermek.
'Therianos' olarak adlandırdığım dördüncü ciltten sonra biraz dinlenmek kararındayım. Tarih fırınından bir çeşit insan çamuru olarak çıkıyorum. Sıcacık, suçsuz ve ne yapmam gerektiğini bilemeden, yaşamımın büyük yolculuğuna başlamak üzere Pire'den yola çıktım. (Sayfa: 7)
*
Atina, 25 Nisan 1988
Elenceden çeviren: Panayot Abacı
THEODORAKİS YA DA AKDENİZ'İN SESİ, YAŞAR KEMAL:
*
Her çağ büyük sanatçısını, düşünürünü kahramanını kendi suretinde yaratır. Ondokuzuncu yüzyıl büyük oluşumlar çağıdır. Tolstoy'u, Marx'ı, Engels'i, Dostoyevski'si, dünyamızı, bizim çağımızı etkileyenlerden kim aklımıza gelirse ondokuzuncu yüzyıllıdır çoğunlukla. Bu çağa tansık yüzyıl diyenler çok. Büyük roman, büyük düşünür, büyük kahramanlar ondadır. Biz, yüzyılımıza böylesi derin, zengin, durmuş oturmuş, büyük, yaratıcı bir yüzyıldan girdik. Bir karmakarışıklığın, yeni bir oluşumun, değerlerin altüstlüğünün ortasına düştük. Bizim yüzyılımız dünya savaşlarının başladığı yüzyıl oldu. İki dünya savaşı her şeyi, bir anlamda, kökünden söktü attı. Yeni dünyalar kuruldu, yeni düzenler, yeni denemeler.. Çağımız biraz da denemeler çağı oldu. Örgütlü ırkçılık, faşizm, Nazizm bizim çağımızın başyapıtlarındandır. Ve çağımız kendisine yakışmayan bir de iş*kenceler ülkesi oldu. Savaş utançları, Nazizm utançları, sömürü utançları, insanın insanı aşağılaması, ırkçılık utançları gibi utançları yaşadık. En beteri de iş*kence utançları yaşıyoruz.
*
Çağımızdaki utançlar saymakla bitmez. Ama bu utanılacak olayların, durumların karşısına olumlu, yiğit, insan onuruna yakışır düşünceler, kütleler çıktı. Dünyamız şu anda bir meydan muharebesi'nin içinde. Üçüncü Dünya Savaşı'nın korkunç gölgesi tepemizdeki atomla birlikte üstümüzde. Dünyayı belki on kere, yüz kere yok edebilecek bir güç, küçücük bir düğmeye basılmasını bekliyor. Doğamız yok ediliyor ve insan eğitim kurumlarınca, iletişim araçlarınca bilinçli bir köleleştirmede. Irkçılık, iş*kence, insanın insanı aşağılaması.. Bunlar da cabası.. Bütün olumsuz güçlere karşı dünyamız da canını dişine takmış dövüşmekte. Ve bizim çağımız da kendi suretinde yaratmakta temsilcilerini. (Sayfa: 8 )
Bizim çağımızın büyük insanlarından birisi de komşumuz Yunanistan'ın yetiştirdiği büyük usta Theodorakis. Birkaç ay önce ona altın plak verdiğimde, onun için şöyle bir konuşma yapmıştım:
*
''O, yalnız müziğin ustası değil, o, kardeşliğin, barışın, sevginin, halktan halka, kişiden kişiye dostluk taşımanın, insan güzelliğinin, arkadaşlıkların da ustasıdır. Kötülüklere, zulme, iş*kencelere, sa*vaşa, nükle*ere, ırkçılığa, sömürüye, o ki, insana yakışmayan her neyse, bütün bunlara karşı koymanın ustasıdır. Bu niteliğinden dolayı da çağımızın simgesi, yani çağımızın suretinde yaratılmış bir sanatçıdır. Yurdunu Alman Nazileri işgal ettiğinde bu gencecik adamın sesi, türküleri, halkıyla birlikte en ön saflarda Nazi sürülerine karşı dövüştü. Çağın her namusu, namus simgesi gibi o da birçok yılını hapislerde, sürgünlerde geçirdi. Nazilerden sonra albaylar cuntası da Yunanistan'ı işgal eylediğinde gene karşısında Theodorakis'i ve onun türkülerini buldu. Hapisler, sürgünlükler ona vız geldi. O, türküleriyle bütün dünyayı dolaşarak albaylara karşı inanılmaz bir savaş açtı. Ve albayların başına dünyayı dar etti. Işığa tutulmuş baykuş gibi albaylar, dünyanın ortasında yapayalnız kalakaldılar. Theodorakis ve arkadaşlarının türkülerinin ışığında ve demokrasi savaşımcılarının özverili yiğitliklerinin ışığında..'' (Sayfa: 8-9)
Geçenlerde İstanbul'da dinlediğimiz Theodorakis, işte böyle çağın simgesi, onuru olmuş bir kahramandı. Ve ben sahnede onu ilk olarak görüyordum. Konserin yarısına doğru yanımızdaki arkadaş kulağıma eğildi, eski Yunan destanlarından çıkıp gelmiş bir tanrıya benziyor bu, dedi, böyle bir insan olabilir mi.?
Eski Yunan mitolojisinde benim bildiğim kadarıyla bir kartal tanrı yok. Eski Mısır'da horozdan tanrı var da eski Yunan'da kartaldan tanrı yok. Olsaydı eğer, ben Theodorakis'i, sahnedeki duruşu, ötüşü, bütün devinimleriyle bir kartal tanrıya benzetirdim. Theodorakis gibi bir sanatçıyı ben ilk kez gördüm. O, saçının kılının ucundan ayak parmaklarının tırnağına kadar yönetirken de, türkü söylerken de sese, renge, sevgiye, barışa, gökyüzüne, buluta, akan suya, düşen yaprağa, uçup giden gölgeye kesiyordu. Bir insanın bir doğayı sırtında, yüreğinde taşıması, doğa oluvermesi.. (Sayfa: 9)
Onun müziği insanlığın sesiydi. Onun müziğinin temelinde halklar vardı. O müziğini Yunan halkıyla, Anadolu halkıyla, bütün Akdeniz'in halklarıyla birlikte yaratmıştı. O, müziğini Bizans'la, Itrîy'le, Âşık Veysel'le, sazla, buzikiyle yoğurduğu gibi İspanyol, Mısır, Mezopotamya müziğiyle de beslemiştir. Theodorakis Akdeniz'dir, Akdeniz'in sesidir.
*
Çağımız böyle sanatçılar yaratıyor. Nazım Hikmet de böyleydi. Hem çağların büyük şairi, hem de insanlığın kahramanı. Theodorakis hem çağların büyük müzik adamı, hem de çağın kahramanı. Bizim çağımız böyle sanatçılar istiyor demek ki.. Hem büyük sanatçı, hem de kendisine mitoloji tanrısı dedirtecek kadar büyük bir kişilik. Demek ki, bu iki büyük nitelik bir araya gelmeden çağımıza simge olamıyor insanlar. Bizim çağımızın da huyu bu olsa gerek.
*
Şimdi de kafasına takmış, ille de Türklerle Yunanlılar kardeş kardeş yaşayacak. İki ulusa da yakışmayan durum düşmanlık. O, iki halkın müziğini kendi kişiliğinde yoğurduğu gibi, iki halkın gönlünü de birleştirecek.. Onun türküsünün gücüne güvenmeliyiz. Eski Yunan filozoflarından Anadolulu bir hemşerimiz “Bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür,” demiş. İstanbul'da Theodorakis'in türküsünün gücünü gördük. Hepimizi büyülemedi mi.? Bence o bir büyücü değildi. Sanırım, o her şeyin ustasıydı da büyünün ustası değildi. Büyücülükle de hiç uğraşmamıştı. Ama müziği hepimizi büyüledi. Yıllardır bütün dünyayı büyülüyor. Daha büyüleyecek. Demek ki, ustamız çağın büyük bir büyücüsü de.
*
Sözlerimi Ayşecan'la bitiriyorum. Ayşecan benim yakın arkadaşlarımın dokuz yaşındaki kızıdır. Cin gibidir. Epey de okur yazardır. Şimdilik onunla ortak hikâyeler uyduruyoruz. Anası onu alıp Theodorakis'in konserine götürmüş.
*
Ayşecan sahnedeki Theodorakis'e bakmış bakmış, “Bunun boyu da çok uzunmuş,” demiş. Anası, “epeyce,” diye karşılık vermiş. Ayşecan, “yaşlıymış da,” demiş. Anası, “Altmıştan fazla olacak,” diye karşılık vermiş. Ayşecan, “Bu da ölecek mi.?” diye sormuş. Anası, “Herkes gibi,” demiş, “o da..” Ayşecan susmuş. Konser bitmiş, Ayşecan anasının boynuna sarılmış, “Söyle de ona ölmesin, ölmesin,” diye yalvarmış.
Sevgi büyücüsü, dostluk, kardeşlik, barış, müzik büyücüsü Theodorakis ölmesin.
*
5 Aralık 1988 (Sayfa: 8-10)
ÇEVİRMENİN NOTU, Ahmet Cemal:
*
''Biraz ''ihtiyat'' ister genelde ünlülerin kendilerinin kaleme aldıkları yaşam öyküleri. Çünkü insan doğasının bir güdüsünden genelde ünlüler de kendilerini kurtarabilmiş değillerdir; kaleme alma eylemi sırasında bir şeyler ''düzeltilir''; kimi kusurlar ''hafifletilebilir''; zaafların yerini güçler alabilir, erdemlerin dozu biraz kaçırılabilir vb. Dediğimiz gibi, aslında insanın doğasında yatan bir özelliktir bu. Kim, kendi iç dünyasına tuttuğu aynadan yansıyan görüntüyü geniş kitlelere de sunmayı kolay göze alabilir.? Dahası, insan, zaman olur, bu görüntüden kendisi de başını çevirebilir.
İşte bütün bunlardan ötürü, ünlülerin kendi kalemlerinden çıkan yaşam öyküleri, biraz ''ihtiyat'' ister.
Mikis Theodorakis'e gelince, çevirmeni olarak bir noktayı rahatlıkla belirtebilirim: bu yaşam öyküsünde her türlü ihtiyatı, kuşkuyu, tedirginliği bir yana bırakabilirsiniz. Çünkü kendi kaleminden öyküsünü okuyacağınız kişi, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkesi işgal altındayken ve kendisi de direnişçiler arasındayken, kendi kendine rahatça: ''Ben, bir sanatçıyım, bu kargaşada benim ne işim var.?'' sorusunu yöneltebilen ve bu soruyu sorduğunu herkese de ilan edebilen bir dünya vatandaşı. Böylelerine yalanlar, yapmacıklar ve yapay betimlemeler uzaktır.
On beş yaşındayken dünyayı yeterince tanımış olduğunu ve ''o dünyaya'' sırtını çevirdiğini, kendi iç dünyasının ve sanatının çizdiği yolda ilerlediğini söyleyen Theodorakis'in yaşam öyküsünü anlatış biçimi, satırlarında ve satır aralarında yazılı olanların bütünüyle birlikte, en başta YALANA ve ZORBALIĞA indirilmiş bir tokattır. Ayrıca yine bu yaşam öyküsü, kimi zaman epey bulanan bireysel dürüstlük kavramına tazelik katabilecek türdendir.'' (Sayfa: 11)
I. BÖLÜM
*
KİOS - MİTİLİNİ - SİROS - ATİNA - IANENA - ARGOSTOLİ (1925-1936)
''Başka çocuklar normal olarak masallardaki perilere gönül verirler. Bense beyaz köpükleri, renkli bacaları, vantilatörleri, kabinlerdeki yuvarlak ve minik pencereleri, bucurgatları, ve parlak çelik çarmıklı direkleriyle gemilere âşık olurdum. Küçük bir çocukken hep böyle gemilerin resimlerini yapardım.'' (Sayfa: 22-23)
*
''Büyükbabam İstanbul'dan geri döndüğünde, yeğeninin Girit Parlamentosuna(*) seçilebilmesi için nüfuzunu kullanır. Seçmenlere yazar, atına atlayıp köy köy dolaşır, konuşmalar yapar. Çok kültürlüdür. Yanında büyük bir kitaplık getirmiştir. Yazı dilini büyük bir zarafet, anlatım zenginliği ve düşlem gücüyle kullanır. Ekmeğini kazanabilmek için, Kanya'da bir terzi atölyesi açmak zorunda kalmıştır. Bu, Avrupa modasının, oradakilerin deyişiyle Frenk modasının izlendiği ilk atölyedir. Avrupa'ya özenen bütün Giritliler, doğal olarak büyükbabamın müşterisi olurlar. Bu müşterilerden biri de, üstelik aralarında hısımlık bağı da bulunan Venizelos'tur. Biri: ''Kuzen Michalakis,'' diye seslenir, öteki: ''Kuzen Lefterakis,'' diye karşılık verir. 1909'da Venizelos ilk kez başbakan olduğunda, frağını büyükbabam diker. Ama kısa bir süre sonra bağnaz Venizelos yandaşları, bilmediğim bir nedenden ötürü büyükbabamın sevgili yeğenini öl*dürürler. Sevgi ve hısımlık o andan başlayarak tükenmez bir nefrete dönüşür. Aralarının bir daha barışmamak üzere son kez nasıl açıldığını amcam Petros'tan birkaç kez dinlemiştim. Yeni başbakan olan Venizelos, kendi avukatlık bürosunun karşısında ve hükümet konağına giden caddede bulunan terzi atölyesine gelir. Kutlamalar ve kucaklaşmalar bekler, ancak büyükbabam ona öfkeyle bakar. Venizelos sanki hiçbir şey olmamış gibi yapar ve konuşur: ''Merhaba Michalakis, birkaç giysi ısmarlamak için geldim.'' ''Ne paranı, ne de burada olmanı istiyorum.'' ''Politikayı bırak, Michalakis.'' ''Senden rica ediyorum, çık git ve bir daha bu eşikten içeri ayak basma.'' Venizelos, başını önüne eğer ve çıkıp gider. Ama bu olayın hemen ardından kıyamet kopar, çoğu Venizelos yandaşı olan müşteriler, büyükbabamın atölyesini boykot ederler. Aile yoksul düşer, dahası açlık bile çeker. Bütün bunlar 1910-1913 yılları arasında olur.''
*
(*)Girit Parlamentosu: Girit ilk kez 1913 yılında Yunanistan'a bağlandı. O zamana kadar adanın kendi parlamentosu vardı. (Sayfa: 41-41)
*
''..''Michalakis benden hâlâ nefret ediyor mu.?'' ''Aman rica ederim Sayın Venizelos. Kendisi kısa süre önce buradaydı.! Sizin bir yandaşınız olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.'' ''Aman tanrım.!'' diye düşündüm, ''babam ne yalanlar sıralıyor böyle.?'' Çünkü Venizelos adı geçer geçmez, hemen büyük babamın nasıl bağırmış olduğunu anımsamıştım: ''Bu adı duymak istemiyorum.!'' Demek o Venizelos buydu. ''Şimdi Mikis, yani Michalis demek istiyorum,'' diye devam etti babam, ''uslu bir çocuk gibi gidip yemeğini yiyeceksin, sonra da ev ödevlerini yapacaksın. Gitmeden önce allahaısmarladık de.!'' Bu sözler üzerine evimizi dolduran bütün bu yabancılardan ötürü gerçekten öfkeye kapıldım ve kendimi haklı sandığım her zaman yaptığım gibi, bağırmaya, sandalyeleri ve önüme gelen her şeyi oraya buraya fırlatmaya başladım. Ortalık birbirine girdi. Venizelos müdahale etti: ''Çocuk ne istiyor.?'' - ''Bizimle kalmak istiyor.'' - ''O halde neden yerine getirmiyoruz onun bu dileğini.?'' - ''Aman rica ederim, sayın başbakan, onu şimdi iyice pataklayacağım.!'' Babam, gerçekten de beni kulaklarımdan yakaladı. O zaman Venizelos ayağa kalktı ve beni kucağına aldı. Ama ne yazık ki artık iş işten geçmişti. Çünkü işin işten geçtiğini ve bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumu anladığım böyle olağanüstü durumlarda hep baldırlarımda sıcak bir ıslaklık duyardım, kısacası işeyiverirdim. Sayın başbakan da bu ıslaklığı kısa bir süre sonra kendi pantolonunda duymuş olacak ki, ne olduğunu anlamak için beni biraz havaya kaldırdı, ben de oradan kaçıverdim. Herkes tarafından terkedilmiş ve utanmış olarak bahçeye koşup sığınağıma, yani kümese girdim ve kıyametin kopmasını beklemeye başladım.'' (Sayfa: 44)
GÖRSEL KAYNAĞI: https://mikisguide.gr/o-mikis-theodorakis-afigeitai/ |
*
''İlk konserimi İties'te, sayfiye evinin verandasında verdim. Önce konservatuvardan bir arkadaşımla birlikte keman çaldım, ardından annemle birlikte şarkı söyledim. Konserin geliriyle içi gaz dolu dört bidon, kalaslar, çiviler halatlar satın aldım ve nefis bir sal yaptım. Ardından bir de çarşaf aşırıp Patra koyuna, açık denize, müzikten sonra ikinci büyük aşıma doğru yelken açtım.'' (Sayfa: 78)