''Arkadaşım iyi çocuktur; oldukça varlıklıdır ve aristokrat bir aileden gelir. Küçük Asya Felaketi yüzünden yirmi ikide kurşuna dizilen önemli siyasi şahsiyetlerle yakın ilişkisi var. Viran mahallelere baktıkça -ki o bu manzarayı harika bulurdu- içimden sürekli şu soru geçiyordu: ''Bizi göç yollarına dökerek paramparça edenleri ne zaman cezalandıracağız.?'' Sonra iki kadeh uzo içmek üzere bir çınar altına oturduk. Başımı kaldırıp hayran hayran endamını seyrettim asırlık çınarın. Yığınlarla yaprağı sırtına yüklemiş koca gövdesi yepyeni, güçlü sürgünler veriyordu..'' (Sayfa: 22)
''Daha sonraları Ksenofon'u okurken Sevthis'in damadına çeyiz olarak bizim toprakları vermek istediğini anlatan şu cümlenin karşısında epeyce duraksamıştım: ''Klearhos Çanakkale toprakları üzerinde yaşayan Trakyalılarla Yunanlıların Zaferi için savaştı.'' Sanki büyüklerimin çığlıklarını duyuyordum kulaklarımda.'' (Sayfa: 39)
''Mezarlara yaklaşmamıza kızmazlardı, zaten şaşkınlık içindeydi herkes. Yığınla çiçek taze toprağa karışırdı. Üzerine basılmış çiçeklerden ağır bir rayiha yükselirdi. Ağaçların arasından yoksul mahallelerinde yakılan hüzünlü ağıtlar duyulurdu. Ben ne yapacağımı, mezarlara nasıl bir ikramda bulunmam gerektiğini hiç bilmeden, yakınlardaki Vangelistra kuyusundan doldurduğum testiyle bazı mezarların üzerine ''ölümsüzlük suyu'' dökerdim.'' (Sayfa: 40)
''Eskiden bizi güya horozlar rahatsız ederdi. Onları günümüzde tamamıyla ortadan kaldırmayı başarmış, ne yazık ki son derece nadir yaşanan bir estetik hazzın da böylelikle sonunu getirmiş bulunuyoruz. İşin garibi hâlâ okullarda olsun, dost sohbetlerinde olsun eski zamanların zevk ve sefa düşkünü insanlarını, aşırı haz düşkünü diye suçlarız, esasında bizden daha aşırı bir şey de yapmıyorlardı galiba.
Horozlar Alman işgali yıllarında bir ara şaşalı bir dönüş yaptılar hayatlarımıza ama Almanlardan kurtuluşumuz horozların da artık kesin olarak şehirlerimizden kaybolması anlamına geldi.'' (Sayfa: 45-46)
Her sene dut mevsiminde bahçe kapısının basamaklarına gelip nazikçe bahçemizdeki kuyudan bir bardak su rica eden siyahlar içindeki o kadın bir daha görünmedi. Çok yorgun bir hali olurdu; ancak üzerinde müthiş bir asaletin güzelliğini hâlâ taşırdı. Sadece bardağı tutuşundan bile bu kadının bir asilzade olduğunu anlayabilirdi insan. Bardağı geri verirken her seferinde bize Türkçe dua etmeyi ihmal etmezdi; ne dediğini tam olarak anlamasak da ne demek istediğini
tahmin edebiliyorduk: ''Allah bu büyük iyiliğinizi karşılıksız bırakmasın.'' Hangi büyük iyiliğimizi.? Hiç anlamıyorduk.
Bahçe kapısının basamaklarında uzun süre sessizce oturur, sokağa ya da en azından bitişiğimizdeki Kemal'in evine bakacağı yerde, bizim eve doğru kaçamak bakışlar atar, alçak sesle kendi kendine konuşurdu. Ara sıra gözlerini kapatır, yüzü adeta uzaklara doğru yol alırken ağzından anlaşılmaz isimlerin heceleri dökülürdü. Tabii biz bu arada kendisine dut ikram ederdik ağaçtan, tıpkı bütün mahalleye ya da yoldan geçerken bizden dut isteyen herhangi birine yaptığımız gibi. Yabancı kadın dutları ağır ağır, ama büyük bir iştahla, zevkle yerdi. Dutlarımızın bu kadar hoşuna gitmesini garipsemiyorduk. Ağacımız o çok bilinen dut ağaçlarından değildi, hani o tatsız, sulu dutlar veren ağaçlardan. Bizim ağacın dutları kocaman, vişne tadında ekşi, ve kıpkırmızıydı. Yaşlı, ulu bir dut ağacıydı bu; dalları iki katlı evimizin boyunu geçiyordu. Sadece bir kötü yanı vardı. Yaprakları çok sertti ve ipekböcekleri yiyemiyordu. Yine de ünü bütün Islahane mahallesine, hatta daha da öteye yayılmış bir ağaçtı.
Yabancı kadın ilk kez gelip basamağa oturduğunda ona dut ikram etmeyi akıl edememiştik; ama biraz sonra o kendisi bizden biraz dut rica etti, çekirdeklerini bahçesine ekmek istiyormuş. Birkaç tanesini ağzına attı, gerisini bir kâğıda sararak mutlu ayrıldı kapımızdan.
İkinci gelişinde, yıl bin dokuz yüz otuz sekiz olmalı, iki sene geçmişti aradan, kâğıda dut doldurmadı bu kez. Bahçe kapısının basamağına oturdu ve dutların hepsini birer birer yedi. Anlaşılan bir önceki dut çekirdeklerinden verim almış, diye düşündük, ama bu da pek mümkün görünmüyordu çünkü biliyorduk ki dutun meyve vermesi uzun yıllar alır. Dut ağacı, yavaş büyüyen tüm diğer ağaçlar gibi uzun ömürlü olur ve geç meyve vermeye başlar.
Kadın bir sonraki yıl da çıktı ortaya, savaştan az bir zaman önce. Ne var ki biz bu kere ona sadece musluk suyu ikram edebildik. Reddetti, içmedi. Ağzına götürür götürmez durdu, gözlerimizin içine baktı ve geri verdi dolu bardağı. Birden çok sarsıldığını görünce durumu izah etmek istedik. İğrenç ev sahibimiz evin fosseptiğini bahçedeki derin kuyuya vermişti. ''Artık suyu mutfağınıza getirdim, kuyuya ihtiyacınız kalmadı'' demişti bize. Kadının gözleri doldu ama bize üzüntüsünün nedeni hakkında tek laf etmedi. Kendimizi bağışlatmak için bu sefer ona daha fazla dut verdik. Ninemin, ''kutuya koymak isterdim dutları ama fazla uzak yola dayanmazlar'' sözleriyle toparlandı kadın. Bu arada biz bu kadından iyice kuşkulanmaya başlamıştık. Bir başka gelişinde kadının bizim kapıdan ayrılır ayrılmaz bitişikteki Kemal'in evine doğru gittiğini, orada kendisini kaldırımda bekleyen bir grup ziyaretçiye katıldığını görmüştük. Biz o zamana kadar bu kadının, Anadolu Rumlarından biri olduğunu, dil değil din temelinde gerçekleştirilen nüfus mübadelesi sırasında buralara gelen ve sadece Türkçe konuşabilen çok sayıda Rum'dan biri olduğunu sanıyorduk. Durumun böyle olmadığını anlayınca bayağı telaşlandık önce. Hemen yanı başımızda bize yaşanan felaketi sürekli hatırlatan Kemal'in evi yetmiyormuş gibi şimdi bir de ayaklarımıza Türkler mi dolanacaktı yine.? Peki bu kadının bizimle derdi ne olabilirdi gerçekten.? Bunun cevabını veremiyor, birbirimizin yüzüne endişeli bakışlar atmakla kalıyorduk. Endişemiz sürüyordu ama kadın hakkında birbirimize ettiğimiz sözlerden, yüreğimizin ona karşı sıcak duygularla ve umutla ısınmış olduğu besbelliydi. Bizler de ta uzak diyarlarda evlerimizi, bağlarımızı bırakanlardandık.
Türk kadın savaştan kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıktı. Biz bu arada artık biraz daha yukarıda, başka bir eve taşınmıştık. Bir gün onu eski evimizin bahçe kapısında perişan bir halde otururken gördük. İlk görenimiz içeri girerek, ''Türk kadın gelmiş.!'' diye bağırdı. Camlara yapışarak dışarıya baktık, yüreğimiz burkuldu onu uzaktan görünce. Kadının o bitmez tükenmez hasreti içimize o kadar dokunmuştu ki neredeyse onu yukarıya, eve davet edecektik. Ancak o hiç kımıldamadan boş bahçeye, terk edilmiş viran eve bakıyordu. Bir İtalyan bombası dut ağacını tamamen yok etmiş, o güzelim ahşap evi tam yıkamadıysa da harabeye döndürmüştü.
O günden sonra onu bir daha hiç görmedik. Geldi mi gelmedi mi meçhul. Gelmiş olsa bile oturup dinlemek için bahçe kapısının önünde köpük gibi uzanan güzelim mermer basamakları bulamamıştır. Epeyce önce ev bir müteahhit çetesinin eline terk edildi; şimdi yerinde korkunç suratlı bir apartman yükseliyor. Duyduğumuza göre kepaze adamlar bunu da yıkacaklarmış yakında. Kim bilir kurnaz kafalarının içinde hangi iddialı projeler dolaşıyor.
Eğer bu söylenti gerçeklik kazanırsa, gidip orada pusuya yatacağım sabahtan akşama kadar, özellikle de hafriyat temele indiğinde. Belki bu yeni hilkat garibesinin yapımını engelleyebilirim, hiç olmazsa belki biraz geciktiririm. Bir önceki inşaat sırasında bizim evden Kemal'in evine kadar uzanan enfes bir mozaik bulunmuştu evin temelinde. Önceden uyarılmış olan işçiler bu mozaiği çarçabuk örtüvermişlerdi, yetkililer farkına varıp işi durdurmasınlar diye. Her neyse. Güneşin evin üzerine parlak ışıklarını yolladığı günlerde onu hayran bakışlarla seyretmiş olan mahalleli arasında çeşitli konuşmalar geçiyordu şimdi. Herkes eski güzelliğinden, eski şaşaasından bahsediyordu evin. Ben bütün bu yüksek sesli konuşmaların arasında bir ihtiyar kadının alçak sesle söylediği şu sözleri çok iyi hatırlıyorum: ''Bu ev bir beyzadeye aitti, beyzadenin serin sular misali bir de kızı vardı. Merdivenlerden bir aşağı, bir yukarı yürümez, adeta akardı. Evi terk ederlerken eğildi, basamağı öptü. Bu gözlerim böylesine derin bir yürek acısını bir daha görmedi.'' (Sayfa: 61-64)
*
Medyum:
*
''Ama şarkının şu sözlerine gelince sesler kısıldı başlar öne eğildi:
''Silahlara sarılın, haydi kavgaya
bedeli büyük özgürlüğümüzü kazanmaya..''
Her birimiz hüngür hüngür ağlıyorduk on binlerce özgürlük direnişçisini düşünürken.'' (Sayfa: 74)
*
''Huzursuz ve şaşkın ifadelerle birbirimize baktık. ''Bize de yanlışlıkla bir tane sallarlar mı ha, ne dersiniz.?'' diye yarı alaylı sordu biri. ''Olmaz öyle şey,'' diye itiraz ettik sertçe, ''İngilizler dikkatlidir.'' İngilizler miydi yoksa Amerikalılar mı, tabii ki bilmiyorduk ama biz birincileri tercih ediyorduk. O zamanlar bile Amerikalıların adı geçince burnumuza kötü kokular geliyordu. Bu arada dışarıda kıyamet kopmaya devam ediyordu. Uçaklar iyice alçaktan uçmaya başlamış, bütün savunma hatları çökmüştü.'' (Sayfa: 75)
*
Zaltan:
*
''..dışarıda bir şey yemek de, içmek de zor. Oruç ayında dışarıda ağzına bir şey atmak da sigara içmek de yürek ister. Orucun verdiği açlıkla sersemlemiş Müslümanlar sana fanatizmin ve antipatinin imbiğinden geçmiş karanlık gözlerle bakarlar. Eğer grup halindelerse aralarında senden bahsettiklerini hemen anlarsın. Küfür ediyorlardır mutlaka. İster kendi yortu günlerin olsun, isterse Arapların bayramı, buralarda yalnızlığa katlanmak gerçekten kolay değil.'' (Sayfa: 89)
*
''Ve dönüş yolu boyunca sürekli şu cümleyi tekrarladım durdum kendi kendime: ''Sevgili Meryem Ana, kapat elini üzerime memleketimin, öyle kapat ki asla petrol bulunmasın orada. Çünkü işte o zaman bir daha başımızı dik tutamayacağız.''..'' (Sayfa: 98)
*
Limonlar Pahalıydı:
*
''Birden durdu Almanlar. Sabit hedef hoşlarına gitmemişti, adamı yerinden oynatmak istiyorlardı. Artık kalabalığın daha fazla tahammülü kalmamıştı, yerdeki limonlara saldırdılar. Yukarıda Almanlar zevkten çıldırmışlardı adeta. Ellerine ne geçerse aşağıdaki şaşkın insancıklara atıyorlardı. Sonunda tahta limon kasalarını da atmaya başladılar. Tanrım ne seslerdi onlar, ne çılgınca haykırışlar, ne alkışlar.! Sanıyorum ki en hoşlarına giden, birkaç yıl önce bizden pahalıya aldıkları kendi ürünümüz olan limonların peşinden yerlerde yuvarlanmamız, bir limon kapmak için birbirimizi çiğnememizdi.'' (Sayfa: 126)